12 Aralık 2010 Pazar

Tipsiz Mimar Medya

Tipsiz Mimar Medya

Medya gerçekliğin aslında kurucusudur. Medya gerçekliği bazen kirli parmaklarıyla, bazen de bayan bir el  mankenin güzel elleriyle inşa eder. İnşa etmekle kalmaz, birkaç katta kaçak çıkar.

Medya bize yalan ya da doğru bir şekilde bir gerçeklik sunar. Bilinmeyeni bilinen, tanınmayanı tanınan kılar. Robert de Niro’yu hangimiz yakından gördük, onu bize medya gösterdi ve onu medya var etti. Medya olmasıydı o da olmazdı. Robert’te diğerleri gibi sadece bir medya gerçekliği.

Körfez Savaşı oldu da, acaba gerçekten oldu mu? Evet, oldu diyeceksiniz. Ama ya olmadıysa, siz onu medyadan takip ettiniz. Ya medya sizi kandırdıysa. Bu konuda dediklerimin üzerine tuz serpip, daha lezzetli hale getirecek Wag The Dog filmi, kesinlikle bu konuda verilebilecek en güzel örnek.

Medya görünmeyeni görünür kılar ya da görünürü görünmeyen.2003 Irak Savaşında ABD’nin hızlı ve etkin atağı medya tarafından bas bas bağırıldı.’ABD Irak’ı çok hızlı bir şekilde ele geçiriyor. Saddam kaybediyor.’tarzı benzeri haberleri hatırlarsanız. Olayın üzerinden neredeyse sekiz yıl geçti ve aslında hiçbir şeyin öyle olmadığı bugün yeni yeni ortaya çıkıyor.

Bir an için hayatınızdan her türlü medya organını atın. Dünya hakkında ne bilginiz kaldı. Piramitlerden bile haberiniz olmayabilir şu an. Tayyip Erdoğan başbakan değil sizin için mesela, belki de Çin diye bir ülkeden haberiniz bile yok. Kısacası medya insan için her şey ve insan Dünya’yı medyayla anlamlandırdı. Zihinlerdeki reel olarak görülmemiş gerçekliğin tipsiz mimarı sadece o.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bizim İle Vals

Anton Çehov der ki: Konuşmak duyguların çok yoğun olduğu ortamlarda gereksiz bir eylemdir. Çünkü derin sessizlik size her şeyi bağıra bağıra açıklar. Katliam gibi ağır ve insanı en değersiz varlık konumuna düşüren olayları işleyen sanat yapıtları, sadece kolları çapraz bağlı ve bir sanat eseri daha doğrusu kurmaca bir eser olarak, kibirli ve ağdalı bir biçimde incelenirse gereksiz bir eylem oluyor.

Şabra ve Şatilla katliamı 1982 gibi modern denebilecek sözde kardeşlik, barış, eşitlik nidaları atılan bir dönemde meydana gelmesi ne vahim. Özellikle görevi bu tür olayları dizginlemek olan ve sağda solda nutuklar atan Birleşmiş Milletler, ABD ve onun maskaraları tarafından kurulan diğer sözde barış örgütleri, asıl görevlerinin dışında gelişen ya da gelişmekte direten devletlerin başına vurulan bir çekiçten başka ne halta yaradı, Bosna’da ne işe yaradı. Güçlünün özgürlüğü inancını savunmaktan başka hangi amacını gerçekleştirdi.

1980’lerde bu katliamlar meydana gelirken Birleşmiş Milletler ya da diğer sözde barış kuruluşları viskilerini yudumlarken, barışlarını temin ettikleri insanlar duvarların dibinde yaşlanmış köpekler gibi öldürülüyordu. Orada duvarların altında tecavüz edilmiş kadın cesetleri yatarken, Arieller acaba hangi köpeklerini dolaştırmaya çıkarmıştı.’Karıcım biliyor musun? Bugün bizim haylaz nereyi pisletti.’Önemi yok kocacım sileriz, geçer.

Filmler, ne kadar gerçeği işlerse işlesin, izleyenin film bittikten sonra akşam uyku problemi çekmesine sebebiyet vermiyorsa, yeterince iyi değildir. Beşir ile vals filmi de benim için böyle oldu. Çünkü bu film kertenkelenin kuyruğunu bırakıp kaçması ve aslında geriye kendisini bırakmaması gibi, gerçekliği çarpıtıp, yalan gerçekliği bize sunuyor.
Yönetmenin acı çekmesi ve hayallerinde denizden yürüyerek çıkan genç askerleri rüyasında görmesi ve hafızasını derinliklerine bir yolculuğa çıkması filmin üzerinde durduğu sırat köprüsü. Deniz burada bastırılan geçmişini, yürüyerek çıkması da gerçeklik peşinde koşma çabasının aslında sembolik bir ifadesi. Filmin diğer bir ilgi çekici sembolik anlatımı da Beşir’in elinde tüfekle, çatışma ortamının tam ortasına, çok rahat vurulabilecek bir noktada kurşun sesleriyle vals yapması. Vals bildiğiniz üzere, vals yapmasını bilen güzel, ince belli bir kadınla, mükemmel döşenmiş bir salonda yapılır diğer filmlerde. Burada vals, savaşı henüz kavrayamayan genç bir zihnin savaş algısını bize betimliyor. Zihnin körpe olduğu bir yaşta, cepheye, ateş hattına bir bilgisayar oyununundaki gibi sürülen bu gençler, gerçek bir oyunun, farkındalıkları henüz oturmamış, genç İsrailli başrol oyuncuları.

Filmin etkili bir anlatımı var. Fakat sinema öyle bir sanat ki, iyi yapıldığında ve iyi işlenildiğinde ve aslında gerçeklerin makyaj yapılmış hali olduğunda, KGB ajanı güzel bir Rus kadını gibi, sinsi ve acımasız. Oluşturulan geçmişe dönüş ve olayın farkına varma hali, aslında bir tür İsrail özrü gibi dursa da, Hz.Musa’ya verdikleri söz kadar içi boş ve anlamsız.

Soykırımı Hristiyan Falanjistler yaptı,biz hiçbir şeyin farkında değildik.Ülke bunu tam anlamıyla bilse karşı çıkardı.Aldatıldık.Film işte kısaca bunu söylemek istiyor.Gayet açık ve net.Fakat o insan olamayan falanjistleri oraya yönlendiren İsrail savunma bakanı ve katliamda rol oynayan,hem de başrol oynayan katil İsrail askerleri nerde acaba.İsrailli genç askerlerin hiçbir şeyden haberleri yokmuş,katliamdan da çok etkilenmişler.Geçmişin farkında değillermiş,gidip gelen insan yüklü arabaların anlamını geç anlamışlar.Kandırma bizi Folman,etkili işleyip,sömürme bizi.Filmin sonunda acı çeken Arap kadınların gerçek videolarını koyarak,gerçeklerin farkına varmış numarası yapma,sana inanmamızı bekleme Folman.

Samimi özür dilemek, ne kadar da erdemli bir davranış. Asıl incitici olan özür diliyormuş gibi yaparak küfretmek.
Bir adam var ve bir gün bu adam arkadaşının kışkırtmasıyla bir cinayet işler. İkisi de paçayı kurtarır. Yıllar sonra cinayeti işlemeyen, azmettiren adam bir cinayet daha işler. Fakat yakalanmaz. Çevresine şirin gözükmek için ve hakkındaki şüpheleri dizginlemek için yılar önce işlenen cinayetin ‘gerçek’ failini ortaya çıkartır ve olaya şahit olduğunu, kendisinin bunu anlayamadığını ve arkadaşının bir cani olduğunu, artık onunla konuşmadığını ve bu tavrı için özür dilediğini belirtir. İnsanlara yardım eder. ‘Ben iyi bir insanım ve gerçekleri söylemekten çekinmem.’ İmajını mahalleliye kabul ettirmeye çalışır. Bunun için para harcar, insanlara, çocuklara şekerler alır(Film çektirir).Böyle üzeri boyalı, çok güzel görünen şekerler, hepsi bir sanat eseridir bunların. Tadına doyum olmaz.

30 Kasım 2010 Salı

Laf Arasında Birkaç Hayyam Rübaisi(Ölüm yıl dönümüne az bir zaman kala)

Her gün yeni bir gün doğarken,                        
Bir gün de eksilir ömründen;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.

Var mı dünyada günah işlemeyen söyle;
Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle;
Bana kötü deyip kötülük edeceksen
Yüce Tanrı ne farkın kalır benden söyle.

Mal düşkünleri rahat yüzü görmezler,
Bin bir derde düşüp, canlarından bezerler,
Öyleyken ne tuhaftır, yine de övünür.
Onlar gibi olmayana adam demezler.

Dünya üç beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme eşek eşeği beğenir:
Hayır  var sana kötü demelerinde.

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalarda biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitti mi oyun sandıktayız hepimiz.

Varlığın sırları saklı senden, benden;
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin ne ben.
Bizimki perde arkasında dedi-kodu:
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın ne ben.

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz.
İki başımız var, bir tek bedenimiz
Ne kadar dönersem çevrende:
Er geç baş başa verecek değimliyiz.

Ne bilginler geldi, neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuyakaldılar. 

Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldim başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş hiçbir şey bildiğim yok.

Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenlerde hep senin gibiydiler.

Dün özledim de seni coştum birden bire;
Çıktım Senin yerin dedikleri göklere
Bir ses yükseldi ta yukarda, yıldızlardan;
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende!

28 Kasım 2010 Pazar

Yaşlı, Siyahi Kral

Bu aktör hakkında yazı yazmaktan bile zevk almak, işte bu mükemmel bir şey. Oyunculukta gösterişsiz oynamak ya da nasıl derler, oynamadan oynamak, ona özgü bir şey olsa gerek. Tebessümü, gülüşü, arada bir kalınlaşan ve yer yer incelen ses tonu, uzun siyah parmakları bana tarif et deseler, böyle tarif ederdim üstadı.

Bahsettiğim kişiyi tanımış olmalısınız.(Eh, tanıyın bir zahmet sol köşede "kabak" gibi fotoğrafı var.) Morgan Freeman, Hollywood gibi kimilerinin tek düzeleştiği bir platformda kendisi olmayı bildi. Onun oyunculuğu sadece ben de mi bilinmez, kişide bir sükûnet ve rahatlama hissi uyandırır.Dingin ve genel anlamda içine kapanık rolleri kabul etmesinde de bu bilinç olmalı herhalde.Bu tarz roller için biçilmiş kaftandır Morgan Freeman.Mayfa filmleri için Robert De Niro neyse, Freeman da bu rollerin De Nirosudur.Mesela Driving Miss Daisy filminde Hoke adlı zenci taksi şoförünü, ondan daha iyi kimse oynayamazdı bu anlamda.Ben o rolde De Niro'yu düşünemiyorum.Onu da oynardı ama Morgan'ın yanında "o bile" sönük kalırdı. Laf arasında ben bir oyuncunun sinemadaki konumunu anlamak için onun oynadığı rolleri başka birinin de onun kadar iyi oynayıp oynamayacağına bakarım. Morgan’ın yaptığı hiçbir rol başka biriyle asla doldurulamaz, bu Robert De Niro bile olsa.



The Shawshank Redemption,Driving Miss Daisy
Seven
Morgan Freeman şöhrete yaşlı 
denebilecek bir yaşta kavuştu. İlk sanat yaşamı başlangıcı 60’lı yılların başlarına rastlamasına rağmen tanınması ve kabul edilen bir aktör olması 80’li yılların sonlarını buldu. 89’da Driving Miss Daisy’le yaptığı yükselişi 92’de bence çekilmiş en iyi western filmi Unforgiven izler ki, bu filmde canlandırdığı zenci kovboy karakteri bile bu çıkışı yapmasında yeterli olurdu. Daha sonra öyle bir film ki, benim repliklerini ezberlediğim, IMDB’de ve bazı sinema eleştirmenlerince en iyi film olarak kabul edilen The Shawshank Redemption’daki zenci mahkûm Red rolü ona ün kapısının altın anahtarını hediye etti. Kim unutabilir ağacın altında Andy’nin bıraktığı kutuyu açarken ki ürkek ve o tatmin edici rolünü, kim unutabilir, Andy’nin kaçtığı gece arka plandaki dışarıdan gelen, tedirgin ses tonunu ve hücresinde kan ter içerisinde  bekleyişini. Tek kelimeyle Red olan bir oyuncuydu o.Rolle bütünleşmek bir olmak işte bu dedirtmek, Freeman bunu bu filmde son haddinde yaptı. Bu yükselişe bir kat daha kremşanti döken Seven filmine değinmeden geçemeyeceğim. Buradaki Dedektif William Somerset rolü Red karakterinden hiçbir iz taşımıyordu. Başlı başına çok özgündü. Dedektif rolünü oyunculuğun ince köprüsünde tam dengede durarak mükemmel oynadı. Amistad’ta diğer bir mükemmel aktör Antony Hopkins ile çok iyi bir iş daha çıkardı. Sonra onun için sular biraz duruldu. Fakat orta seviye filmlerde oyunculuğuyla ön plana çıkarmayı bildi. Belki bunu kendini ispat etmek için de yapmış olabilir.’İyi bir film değildi ama Morgan yine harikaydı.’dedirtmek için oynamış olabilir bu filmlerde. Seneler sonra 2000’li yılların ortalarında öyle iyi iki-üç filmi var ki gerek konusuyla gerek yönetmeniyle çok iyi yapımlar. Bunlardan ilki Million Dolary Baby. Hayata küsmüş, eski şampiyon, zenci boksör Eddie rolünü Oscar’la taçlandırarak harika canlandırdı. Bu filmi ardından Danny The Dog’daki kör zenci piyanist rolü takip eder. Mükemmel sözcüğünü kullanmaktan bıktım, başka bir sözcük lazım bu rol başarısı için, ha! Buldum, şahane. Affınıza sığınarak bir film daha eklemek istiyorum. Bunu eklemezsem üstada saygısızlık olur. 10 Items or Less filmindeki zenci aktör rolü. Bu film fazla beğenilmedi çok bilen eleştirmenlerce ama bana çok şey anlattı. Film Morgan’ı anlatıyordu aslında. Bu otobiyografik gerçeği belki ben de kurgulamış olabilirim ama öyleydi.10 Parça ya da Daha az bana iletişim üzerine çok şey öğretti. Sonra üşünmezsem üzerine bir yazı karalayabilirim. Son yapımlarından The Bucket List, The Dark Knight, Maiden Heist filmleride zenci, yaşlı sinema kralının tacına takılan yeni zümrütlerdi.


Million Dolary Baby
Hobi olarak pilotluk yapan Freeman, ırkçılığa ve ötekileştirmeye karşıdır. Martin Luther King’in sıkı bir savunucusu olmasının yanı sıra, savaş karşıtı ve hümanisttir. Gönül ister ki bir gün otobiyografisini kaleme alsın.

Morgan Freeman bugün 73 yaşında,2008’de geçirdiği trafik kazası ardından sinemaya dört elle sarılmaya devam ediyor. Ümit ediyorum ve iyi filmlerini sabırsızlıkla, sağlıklar dileyerek bekliyorum.

                                            Red'in Tahliye Sahnesi




                                                            











26 Kasım 2010 Cuma

Güçlüysen sen haklısın, gerisi sadece teferruattır.

Tek taraflı yığınak yapmak, tek taraflı aşağılamak, çıkarlar için yapılanları kovuşturmak ya da görmezden gelmek, başkalarının üzerine yığmak, işlenen suçları büyüterek kendi suçlarını unutturmak tarih, özellikle 20.yy tarihi bunlardan ibaret.


 Bugün açıklama yapan Duma, Katin Katliamını Stalin ve Sovyet gizli servisinin yaptığını resmen kabul etti.1941-2010 aradan geçen onca yılda suç Nazilerin sırtına yıkılmıştı. Nasılsa 20 bin kişi daha pek fark etmezdi. Polonya’da astıklarına, kestiklerine 20 bin polon eklense ne olurdu. Fakat tarih öyle bir yargıç ki elinde sonunda gerçeği insanlık tarihine sunuyor.


Nazilerin soykırımı hep dillerde, ne zaman 2.Dünya savaşıyla ilgili bir belgesel izlesem, hep gözüme sokulur. Ama kimse o dönemde veya daha da öncelerde Sovyetlerin ya da ABD’nin yaptığı katliamları dile getirmez. Çünkü güçlü olanlar kuralları koyarlar. Sovyet Rusya yıkıldı, onun kuralları süpürgeyle kapı dışarı edildi. Çıkan pisliğin içindekiler yeni yeni ayıklanıp ortaya çıkıyor. Yarın bugün ABD güçten düştüğünde veya sona erdiğinde onun pislik artıkları da açığa çıkacak. Kızlıderililere yaptıkları, Irak’ta yaptıkları, Japonya’ya attıkları atom bombasının hesabı elbet sorulacak. Fakat ne yazık ki bunun sıkıntısını işi birinci elden yapanlar değil, onların meyvelerini yiyen nesilleri çekecek. Türkiye Cumhuriyeti güçlendiğinde kimse bize sözde Ermeni Soykırımını bir daha hatırlatmayacak, çünkü korkacak, Fransa’nın yaptığı gibi bizde her şeyi lehimize kullanacağız. Yapmadığımız soykırımı, yapmış olsaymışız o bile hiçbir şey fark etmeyecek. Güçlü olanlar kuralları koyar çünkü.


Soykırım ya da her ne kırımsa bir gücü ezmek için harika bir bahanedir. Hitler soykırıma başvurmayıp, sadece Alman ırkı üstünlüğünü ve bu inancını soykırımsız bir savaşla savunsaydı, bugün inanı bana 21.yy Almanyası ona tapıyordu. Hitler satrançta bir taşı yanlış oynadı, gücünü ispat etmeden erken hamle yaptı. Eğer savaşı kazanıp, Yahudileri harcasaydı. Kim şimdi güçlü bir Hitler Avrupa’ sına bunun hesabını sorabilirdi. İsrail kurulamazdı, binlerce insan belki de Arap-İsrail savaşlarında can vermezdi. Yanlış anlamayın Hitler’i asla savunmuyorum. Benim bahsettiğim şeytan değil, şeytana pabucunu ters giydirenler, şeytandan da daha şeytanca düşünebilenler.

Yani,güçlüysen sen haklısın, gerisi sadece teferruattır.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Yoksul, sefil geçmişi arkasında, önden yüzüne vuran sıcak ışığa karşı gülümser, elinde bastonuyla




Genelde zıttı olmaz.Sanatçı içinden çıktığı koşullardan etkilenir.Gorki gibi yoksulluktan gelmiş ve ezilmişse ağlatmasını bilir,çok az gülümsetir.Çünkü o ,öyle büyümüştür.Kafasındaki tuval öyle çizilmiştir.Ondan farklı düşünemez.Bir de bu tür ezilmişlik ve yoksulluk çarkından savrularak gelen,yapması beklenenin aksine(ağlatmak),güldürmesini, hatta kahkahalar attırmasını bilenlerde vardır.Lakin bunlar bir elin parmaklarını da geçmez




Charlie’de böyledir. Londra’nın fakir varoşlarında, sinir hastası bir annenin refakatinde, kardeşi Sdneyle yaşam mücadelesi verir. Annesi geçirdiği bulanımdan dolayı çok geçmez deyim yerindeyse tımarhane kapatılır. Tek çare metresiyle birlikte yaşayan babasının yanına gitmektir. Fakat bu da uzun sürmez. Babası henüz 37 yaşındayken alkolizmden hayatını kaybeder. Küçük yaştaki Charlie ve Sdney annelerinin de acı kaybının ardından Workhouse adında, o dönemin kötü ün yapmış bakımevine gönderilirler. Zordur bu dönemler Charlie için, gerçekten çok zor.

Charlie Chaplin sinemanın güldüren yüzüdür, böyle bilinir. Ama biraz derine inildiğinde onun gözlerindeki buğuyu hissetmek mümkündür. İnsanda farklı duygular uyandırır, onun bakışları. Sanki hep unutulan, gömülen şeylerin ardından gülümser. Köpeğini kaybetmiş bir çocuğun, babası tarafından güldürülmesi gibi gülümser. The Kid filminde de fakir semtlerde elinde yoldan bulduğu bebekle sokak sokak dolaşırken, aslında bir dram izletir seyirciye, ağlatmayan güldüren bir dram.The Kid’teki o küçük sevimli sarışın çocuk,Charlie’nin çocukluğudur aslında,Filmde biri yetişkin, diğeri  küçük iki Charlie farklı bir sunumla yine Chaplin tarafından izletilir bizlere.

Charlie geçmişinden beslenir herkes gibi. Yoksul, sefil geçmişi arkasında, önden yüzüne vuran sıcak ışığa karşı gülümser, elinde bastonuyla.

City Lights’da aşık olduğu kör kız için çabalar didinir. Fakirlikle, yoksulluğu fakir edebiyatı yapmadan inceler. Masum insanları fazlaca yüceltmez, zenginleri fazlaca aşağılamaz. Modern Times’da da sistem eleştirisi yapar. Dişlilerin çarkları arasında otomatikleşmiş insanları sunar bizlere. Uyanık Amerikalılar fark eder ve onu komünist olmakla suçlar. Ülkelerine almazlar. Hayır,  o ne bir komünist, ne kapitalist, ne de başka bir şeydir. Sinema aşığı, güzel sonların adamı, yoksulluğu acındırmadan anlatan, saf ve o bir kadarda karmaşık Chaplin’dir sadece.

Charlie sözünü sakınmaz. Laf sokacaksa, bunu bile güldürerek yapar. The Great Dictateur filminde Hitler’ i elinde balondan yapılmış dünyayla, tatlı tatlı hayaller kurarak, dans ederken tasvir eder. Hitlerle dalga geçmeden dalga geçer. Filmlerinin yönetmeni de odur, senaristi de oyuncusu da. Tüm filmleri her şeyiyle ona aittir. Filmleri için çok çabalar, metrelerce film harcar. Sonunda olana kadar çeker. Denenmemiş teknikleri dener. Bunu ne ödül için, ne şan için, ne de başka bir çıkar için yapar. Chaplin’in tek çıkarı kendini anlatmaktır.

İnsanlar gülerken zihin kapıları biraz daha aralanır ve fikirler içeri daha da rahat girer. Charlie bunu keşfedeli yüz yıl oldu. Başarısının ince sırrı da burada. Onun filmlerinde senaryo gayet anlaşılır ve basittir ilk etapta. Fakat onun denizi sadece yüzeyden ibaret değildir. Derinlerine nefesinizi tutarak inmeniz gerekir. Charlie Chaplin gibi bir değer gerekli saygıyı her zaman, her yerde görecek. Renkli filmler çekildi, o unutulmadı. Üç boyutlu filmler çekilecek yine de unutulmayacak. Onun üslubunu, duruşunu yerli yerinde ayakta duran heykelini kimse kaldırmayacak. O bunları bilerek mi öldü bilemiyorum ama şu anda onun ölümünden  30 yıl sonra bile Türkiye’de sinema üzerine pekte bilgisi olmayan biri bile onun adından gülümseyerek  söz ediyorsa, ne mutlu ona,ne mutlu bana.



14 Ekim 2010 Perşembe

Durmak Yok,Efsaneye Devam

                                                     
Efsane Avcıları belgesel dizisini bilmeyenler olabilir. Discovery Channel’de yayınlanan,  Adam Savage ve Jamie Hyneman tarafından hazırlanan program eski yeni tüm mitleri topluyor, toplamakla kalmıyor, teste tabi tutuyor. Her bölümde farklı efsanelerin ilgi çekici noktalarını ekrana taşıyorlar. Çok başarılı bir program ve reytinglerde genelde birinci olmaları işlerini iyi yaptıklarının en açık kanıtı. Bu başarının sırrı işini iyi bilen Adam ve Jamie’nin bilgi ve becerilerinde saklı. Adam,  Star Wars gibi filmlerde, özel efekt uzmanı olarak görev almış, Jamie ise dünya çapında küçük robot yapımıyla ün salmış bir zeka. Başarılarındaki diğer sırsa çok iyi birer dost olmaları. Adam Jamie’ye "Dare Jamie"diye hitap eder. Birbirlerinin her türlü eşek şakalarına ve takılmalarına katlanırlar. Bu iki insanın ortak paylaşımları ve birbirlerine verdikleri değer bu programın iyi mayalanmış hamurlarından biri olmasaydı, program bu kadar uzun süre yayın hayatına devam edemezdi. Bunun en açık ispatı Efsane Avcılarının başarısından sonra Discovery’de yayınlanan diğer bu tür belgesel serilerinin pek de tutmamış olması, birçoğu yayından ya kalktı, ya da ara verdi. Mythbusters gibi bir rakibin bileğini bükmek hiçte kolay bir iş değil.
Programın mantığı şöyle, bir mit bulunur, birkaç farklı şekilde test edilir ve bir araya gelinerek mitin mümkün mü, onaylanmış mı, yoksa avlanmış mı, olduğu konusunda mutabakata varılır. Bir kaç miti ve ulaşılan sonuçları belirtmek istiyorum:

Silahla ateş edildiğinde bir adamın geriye doğru fırlayarak yere düşmesi miti: Avlandı(yani mümkün değil)

Sırtınızda bir kayık ile suyun dibinde yürüme miti: Avlandı(Karayip korsanlarında vardı bu sahne)

Bir arabanın yakıt deposuna ateş ederek havaya uçurma miti: Avlandı

Yakıtı sızan bir arabanın uzaklaşırken yere akan benzinin tutuşturarak, hareket halindeki arabayı havaya uçurması miti: Avlandı

Bir tabur askerin aynı anda, bir köprünün üzerinden geçerken, köprüyü yıkması miti: Mümkün

Havaya atılan paranın vurularak, ortasında delik açma miti: Onaylandı(Paranın madenine göre değişiyor)

İskambil kâğıdıyla adam öldürme miti: Avlandı

İçi helyum dolu olan bir futbol topunun daha uzağa gitmesi miti: Avlandı

Adam atan mancınık miti: Avlandı

Bir kontrplakla çatıdan aşağı süzülerek yere sakince inme miti: Avlandı

Uygun ses frekansıyla bardak çatlatma miti: Onaylandı

Göğüslerinde silikon olan bir bayanın, yüksek irtifada silikon göğüsleri patlar miti: Avlandı

Alnına belirli aralıklarla sürekli su damlatılan biri için bu bir işkence midir miti: Onaylandı

Alcatraz’dan kaçılabilir mi miti: Mümkün(Bunu gerçekten buz gibi suda denediler.)

Arabaya bırakılan bir adet çakmak yangın çıkartır miti: Avlandı(Daha sonra birçok çakmakla ve özel bir ısıtıcıyla denediler, o zaman oldu tabi. Araba cayır cayır yandı.)

Dişinizdeki dolgunun bir radyonun frekansını alması miti: Avlandı

Buzdan yapılmış bir mermiyle birine öldürme miti: Avlandı

Biri oku başka bir okla vurarak boylu boyunca ikiye ayırma miti: Avlandı

Bir arabanın yakıt deposuna şeker boşaltırsanız patlar miti: Avlandı

Bir asansör aşağıya doğru düşerken, tam yere çarpma anında zıplarsanız hayatta kalırsınız miti: Avlandı

Bitkilerle konuşmak onların daha çabuk büyümesine yardımcı olur miti: Mümkün(Evet, bende çok şaşırmıştım.)

Votka ayak kokusuna iyi gelir miti: Onaylandı

Ve daha yüzlerce mit Efsane Avcılarında…



12 Ekim 2010 Salı

Ego'ya Selamlar

                                                              
İnsanlar birbirlerini eleştirmekte özgür, fikrini bir şey üzerinde belirtmekte özgür.Tabi ki bunlar doğal hakkımız fakat asıl alıcı noktaysa  eleştirmek için eleştirmek.


Olumlu eleştiri olur mu? Zaten eleştiri sözcüğü kelime manası olarak hem olumlu hem de olumsuz manasını bünyesinde barındırıyor. Ama ne yazık ki, Türkiye’de aydın geçinen, kendini entelektüel kimliğiyle topluma ispatlamış bazı insanlar bile bunu anlamaktan aciz. Onları anlıyorum, bir şeyi beğenirse  ya da onaylarsa onayladığı şeyin tarafına geçmiş olur ki, bu da onun durumu,duruşunu zedeler.Bir şeyi beğenir ama arkadaş(yandaş,iş veren,artık neyse) topluluğu onun beğendiği şeyi beğenmezse,aman Allah rezil olur,yıpranır.


Eleştirme üzerine hayatımda okuduğum, izlediğim sanat eserlerinin bazılarında dahi bulamadığım nüansı Ratatouille animasyon filminde Anton Ego’nun eleştiri yazısında buldum. Aynen şöyleydi:

 Bir eleştirmenin işi birçok açıdan kolaydır. Çok az şeyi riske eder ve kendimizi kararımız için çabalayan ve didinen insanlar daha yüksek bir noktada görürüz. Yazması ve okunması kolay olumsuz eleştirilere besleniriz. Ancak yüzleşmemiz gereken acı bir gerçek var. Genel tabloya baktığımız zaman kötü bir yemek bile onun öyle olduğunu belirten yazımızdan çok daha anlamlıdır. Ancak bazen bir eleştirmen risk alır ve yeni olanı keşfedip savunur. Dünya yeni yeteneklere ve yaratımlara hoşgörüsüzdür.


Güzel söylemiş değil mi?

9 Ekim 2010 Cumartesi

Üstat Reza Deghati

                                                        
Onun fotoğrafları bu dünyaya ait değil, çektiği portreler sanki bu dünyadan çok uzaklarda çekilmiş gibi… Reza benim için dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri. Fotoğraflarındaki duruluk,sessizlik,insanın insana anlatımı harikulade.Onun fotoğrafları sessizliğin içindeki sesi size duyurur.Duygular öyle bir geçer ki size,artık o bir Reza fotoğrafı değil,sizin gözünüz,sizin gördüğünüzdür.


Asıl mesleği Mimarlık olan Reza’nın, fotoğraf sanatına aşık olmasının sebebi aslında mesleğinde yatar. Mimarlık mesleğini fazla yapmamış olmasına rağmen, görsel zekasını, duygularını ve hislerini fotoğraf sanatı için kullanmış. Bunda da iyi etmiş açıkçası.

Fotojournalist olarak yıllarca Natıonal Geographic için çalışan Reza, bu sayede dünyanın dört bir yanını gezmiş, binlerce, on binlerce insan manzarasını bize sunmuş bir sanatkar olmasının yanı sıra, UNİCEF gibi yardım kuruluşları için çalışmış, fotoğrafın ne demek olduğu bilinmeyen yerlerde, fotoğraf kursları açmış bir gönüllü de aynı zamanda. Zaten duyarsız olan bir yüreğin,bu fotoğrafları çekmesi mümkün olamazdı.
Bir fotoğraf sanatçısı anlatılarak tam olarak tarif edilemez. Fotoğraflarını, işlerini görmek gerekir. Alt kısımda vermiş olduğum linklerden bir üstadı ziyaret edip, selamlayabilirsiniz.

7 Ekim 2010 Perşembe

Wag The Dog

                                                                                                       
"Köpek niçin kuyruğunu sallar. Çünkü köpek,kuyruğundan daha akıllıdır. Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı, kuyruk ,köpeği sallardı."Filmin daha başında geçen bu sözler aslında tüm  filmi özetleyecek nitelikte.Galiba bu yüzdendir,film  Amerika  Birleşik Devletlerinde fazla beğenilmedi.Savaş Tanrısı filminde de olduğu gibi ne zaman Amerikalı büyüklere tabiri caizse laf sokulsa ,film ne kadar iyi olursa olsun hak ettiği yeri bir türlü bulamıyor.

Filmin konusu  hafif  Bill  Clinton'ın maceralarını anımsatsa da,filmde sözü  edilen başkan bu işin üzerini örtmekte bir hayli başarılı.Film  kısaca Beyaz Saray'a gelen ponpon  kızlara tacizde bulunan Amerikan başkanının bir şekilde bu işten yakasını sıyırma çabaları üzerine kurulmuş.İşin kötü yanı da Amerika'daki seçimlere az bir zamanın kalması.Bu sıyrılma  işini   Conrad  Brean(Robert De Niro) adında bir gazeteci üstleniyor.

 “Medyanın gücü adına !” diye haykırmaya yol açacak cinsten bir film. Conrad’ın ilk işi  Hollywood'un ünlü yapımcısı Stanley Motss’un (Dustin Hoffman) kapısını çalmak.Stanley’i ikna etmek o kadar da kolay değil.Fakat Conrad, onu  vaatleriyle(ün,şan.şöhret) ikna etmeyi(kandırmayı) başarıyor.Ne mi yapıyorlar?Sanal savaş daha doğrusu uydurma bir savaş desem.Öncelikle savaş yapılacak bir devlet  bulunuyor.Neresi mi?Arnavutluk.Neden mi?Bunun sebebini  Filmdeki  Conrad ile Beyaz Saray Basın ilişkileri sorumlusu Winifred Ames(Anne Heche)arasında geçen konuşmalar çok güzel açıklıyor:

Winifred şaşkın bir şekilde: Arnavutluk mu? Diye sorar havalimanında bir yandan koşar adımlarla yürürken.
Conrad: Evet.
W:Neden?
C:Neden Olmasın? Ve ekler: Onlarla ilgili ne biliyorsun?
W:Hiçbirşey.
C:Güzel işte, sinsi olabilirler, soğuk olabilirler…
W.Evet ama bize ne kötülük yaptılar.
Conrad: Ne iyilikleri oldu ki? Der ve işin detayına geçerler.

Ardından Arnavutluğa sudan  sebepten hayali bir savaş açılır.Sahte çekimler yapılır,savaş fotoğrafları yayımlanır.Amaç,Amerikan kamuoyunu iki hafta boyunca savaşla uyutup,başkanın  skandalının ortaya çıkmamasını sağlayarak,seçimleri kazanmak ve film  bu çaba üzerine kurulup ilerler.Şimdi düşünüyorum da,filmin şöyle harika bir senaryosu  yok fakat Barry Levinson Amerikan siyaseti ve medya ilişkileri üzerine  gayet güzel, iğneleyici bir iş çıkarmış ortaya.Oyunculuklar hakkında konuşmama gerek var mı,bilemiyorum ama Robert De Niro  “ya bu adam her rolü beceriyor” dedirtiyor yine.Conrad  karakterinin umursamaz ama bir o kadar da ne yaptığını bilen,yer yer tatlı dille,yer yer ciddi,zaman zaman  bıyık altı  tehdit edici karakteristik  unsurlarını harika bir şekilde yansıtmış perdeye.Stanley karakterin de ise Dustin Hoffman,hayatta paraya doğmuş,bunun yanı sıra halka kendini tanıtmak,ispatlamak isteyen takıntılı film yapımcısı rölünü tam  tadında gerçekleştiriyor.Ne diyeyim daha,alın izleyin derim . İyi Seyirler.