28 Mart 2013 Perşembe

Cem Toker ile Liberal Demokrasi ve Türkiye


Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker ile söyleşinin ilk bölümü Türkiye’de liberalizm algısını ve liberal demokrasiyi, ikinci bölümü Toker’in günlük siyaset üzerine fikirlerini, son bölümü ise bir liberal olarak Toker’in medya ve insan haklarına bakışını irdeyelecek. Cem Toker’e nezaketi ve sabrı için sonsuz teşekkürler.

Türkiye’de Liberal Demokrasi ve Liberalizm

1-Türkiye gibi devlet geleneğinin ve militarist devlet yapısının baskın olduğu ülkelerde, liberalizm sadece "serbest piyasa ekonomisi" olarak algılanıyor ve bu nedenle devlet, toplum ve sosyal adalet üzerine sadece bir şey söylediği düşünülüyor.(Ortalama seçmen için). Siz bu noktayı nasıl irdelersiniz? Liberalizm gibi temelleri aydınlamaya kadar uzanan bir "ideoloji"nin Türkiye özelinde algılanması hakkında neler söylemek istersiniz?

1-İlk olarak padişahlık geleneği, dolayısıyla yaparsa padişah yapar, verirse devlet verir. Bu Türkiye’deki siyasi geleneğin bir yansımasıdır. Öte yandan coğrafi konumumuz, Rusya için son derece önemliyiz biliyorsun ve öte yandan Rusya’ya son derece yakınız. Bu nedenle Türkiye’de komünizmin etkisinde kalmış nesiller oldu. Bunların bir kısmı Rusya’ya gitti. Ondan sonra gelen nesilse Avrupa’da demokratik sol ve sosyal demokrasisinin çok ötesinde sosyalistti ve üstelik bunların devrimci bir misyonu vardı. Üçüncü bir unsursa yakın tarihten Özal’ın yaptığı reformların bir kısmının liberalizmle alakası olmamasına rağmen, küçük bir kısmının ancak liberalizmle bağdaştırılabilmesi dolayısıyla, iyisi kötüsü her şeyin” liberal” çatısı altına alınması oldu. Evet, özelleştirme tabi ki, her liberal demokratın savunduğu bir olgu ama devlet tekelini özel sektör tekeline devredip, halkı özel sektöre soydurmak veya kimi kurum ve kuruluşları ihalesiz peşkeş çekmek, ucuza satmak, hele de bunu eşi dostu kayırarak yapmanın kesinlikle liberalizmle bağdaşır yanı yoktur. Liberalizm her şeyden önce bir hukuk zemini ister. Hukukun olmadığı yerde kapitalizm vahşi kapitalizme dönüşür. Az önce de belirttiğim gibi liberalizmin taşıyıcı kolonu hukuktur. Fakat gel gör ki, “liberal Özal”, anayasayı bir iki delmekle bir şey olmaz diyor. Hani bir laf vardır. Farenin geçtiğinden korkmam, yol olmasından korkarım diye. Tüm bu etkenleri bir araya koyduğumuz zaman, yağlama ekonomisi, devlete aşırı sırt dayama psikolojisi, üstüne üstlük bir de hukuksuzluğu bir araya getirdiğimizde karşımıza Türkiye’de liberalizmin nasıl algılandığı, algılatıldığı çıkmış olur.

Bir de izin verirseniz Türkiye’de bu eksende vergi bilincini de değinmek isterim. Vatandaş devlete vergisini veriyor ama devletin onun dolaysız  vergileriyle işlediğinin ayrıdında değil. Bu sebeple verdiği vergiyi takip edemiyor. Bizim bir düşüncemiz var vergi tahsili konusunda. Özel ya da kamu kuruluşlarında çalışan herkesin maaşlarını brüt olarak vereceksin. Maaşını alan kişi brüt maaşını iki hafta cüzdanında taşısın ve götürsün daireye vergisini kendi elleriyle yatırsın. Bu paranın kendi cebinden reel olarak çıktığını hissetsin, canı yansın. Bakın görün o zaman bu insan vergisine sahip çıkıyor mu? Çıkmıyor mu? ABD’de vergi kesintisi var bizdeki gibi. Fakat devlet bir yere yol yaparken tabelada şöyle yazıyor: “Vergileriniz burada harcanıyor.” Bununla da kalmaz altına ne kadarı harcandığı ve ihale ile ilgili bilginin nerede alınabileceği  da eklenir yazılı olarak. Gördüğünüz gibi her şey şeffaf. Bu manada hesap verilebilirlik liberalizmde çok ama çok önemli bir olgudur. Türkiye’ye dönüp baktığımızda devlet dairelerinin internet sitelerinde kurumun vizyonuna, misyonuna, yöneticisinin geçmişine birçok şeye ulaşırsınız ama bunların bütçelerine ulaşamazsınız. İşte şimdi burada şeffaflık nerede diye durup sormamız gerekir.

Aynı zamanda ABD’de verginin nereye harcandığını takip eden yüzlerce STK var. Bilgi edinme ve hesap verilebilirlik çok önemli orada. Fakat bizde vergi elinden çıktıktan sonrasıyla pek ilgilenmezsin. Herkesin ağzından da üstelik “devlet baba yapsın” ı duyarsın. Ancak sen birey olarak vergide konumunu ve haklarını bilmezsin. Bu durum bize Türkiye’de aşılması gereken ve liberalizm algısı konusunda  birçok ipucu verecektir.

-Peki, burada bir güvensizlik söz konusu değil mi? Hem devlete “baba” diye hitap edip onu göklere çıkarıyoruz. Hem de yine devlete karşı büyük bir güvensizlik duyuyoruz. Bu nasıl bir ikilem?

Duymamız çok doğal, mutlaka duyacağız. Devlet gerekli bir olgu. Fakat gücü, erki ele geçirenin bu gücü senin aleyhine kullanması büyük bir olasılık. Güç sahibi olan insan, kendini düşünür, yakınını düşünür. Onun için liberal demokratlar der ki, devlet gerekli bir olgudur ve bu sebeple kesinlikle denetlenmesi gerekir. Bunu nasıl yapabiliriz? Bunu bizim birey olarak yapmamız mümkün değil. Gelişmiş demokrasilerde bu amaçla kurulan bir yasama var. Yasamanın görev sadece kanun yapmak değildir. Senin paranı nereye harcadığının hesabını sormaktır, bu nazarla bütçeyi yapmaktır. İnsanlar bu güvensizliği bundan dolayı duyuyor. Ben ne yapabilirim peki bunun için. Belediye meclislerine gidebilirim. Benim gündelik hayatımı en çok etkileyen kurum belediyeler. Evimin önündeki kaldırımdan, çöpe kadar. Fakat yerel yönetime bakış nedeniyle bu bilinci Türkiye’de ne yazık ki görememekteyiz. Bunu sorgulasak zaten, liberal demokrasi gelişecek.

2-Sizin malumunuz olduğu üzere Türkiye anti-amerikan tavrın rağbet gördüğü bir ülke, liberal dendiğinde  "Amerikancı" geliyor birçok kanadın aklına. Liberal demokrat olmak "Amerikancı" mı olmaktır size göre?

Kesinlikle alakası yok. Fakat liberal demokrasinin en başarılı uygulandığı yerdir ABD. Ancak herkes Amerika’yı bildiği için liberalizmi ABD ile bağdaştırıyorlar. Siz de bu ilkeleri Türkiye bazında savunduğunuz vakit Amerikancı yaftası yiyebiliyorsunuz. Ama mesela benim için Kanada  Amerikadan daha liberal bir ülke. İngiltere, Avustralya da liberal ülkeler mesela. Alanlara göre değişebiliyor liberal politikalar adını andığımız bu ülkelerde. Yine de serbest piyasa ekonomisinin en başarılı uygulandığı ülke Amerika. Ben bir liberal olarak serbest piyasa ekonomisini savunuyorum. Buraya Mcdonald’s açarsa açsın, uygun fiyata uygun hizmeti veriyorsa önü açık olsun. Mesela bu Kahve Dünyası bir başarı hikâyesi Starbucks’ı birçok yerde ezdi geçti. Kaliteyi tutturduğunda sen de başarı elde edebiliyorsun. Bu takdir edersiniz ki Amerikancı olmak asla değil, serbest piyasacı olmak kesinlikle Amerikancı olmak anlamına gelmez. Bir liberal Amerikancı politikalar izler önyargısını kabul etmiyorum. Bir liberal demokrat serbest piyasayı izler sadece.

3-Sosyal liberal Green'in şu sözünün altını çizmek isterim. Diyor ki "Eğer bir kişinin yapmak istediği şeyi yapmasına imkân verecek araçları yoksa onun o şeyi yapmakta özgür olduğunu söylemenin bir anlamı da yoktur.” Fırsat eşitliği diyoruz, her bireyin girişimciliğini savunuyoruz ama eğer bir kişinin fırsat eşitliği çerçevesinde ona ulaşacak araçları, maddi birikimi yoksa liberalizm burada sosyalleşebilir mi? Bir liberal demokrat olarak bireycilik ile toplumculuğun kısmen de olsa kesiştiği bu alan hakkında neler söylemek istersiniz?

Önce şundan bahsetmek isterim. Eşitlik liberal bir kavram değil. Tanrı bile insanları eşit yaratmamış. Onu biz eşitleyeceğiz diye yola çıkmak yaratıcıya kafa tutmaktır. Güzel kadın, çirkin kadın, zeki insan, aptal insan var vs. Ama ben iki eşitliğe inanırım. Biri fırsat eşitliği, bu ideale yaklaşabilir. İkincisi kanun önünde eşitlik.  Bu da ideale yaklaşabilir. Ama eşitlik, maddi bağlamda eşitlik benim gözümde liberal bir ilke değildir. Ona erişmeye çalışmak adaletsizliğin ortaya çıkmasına gebe olabilir. Geçenlerde İstanbul Üniversitesi’nde de buna benzer bir soru geldi. O da bizi sosyal liberalizmin de yaklaşmış olduğu sosyal adalete getirdi. Ben de onları bir düşünürden alıntı yaparak yanıtlamaya çalıştım. Şöyle ki, sen sınıfta gece gündüz ders çalışarak en başarılı notu alıyorsun. Yanındaki hiç çalışmıyor ve sıfır çekerek sınıfta kalıyor. Şimdi ben o öğrenci çakmasın diye aldığı yüz notunun ellisini kalan elemana da veriyorum ki o da geçebilsin. İkiniz de geçin diye yapıyorum bunu. Ama bunun sana bir haksızlık olacağı ortada. Üstelik ona da haksızlık. Zaman içinde ne oluyor. Sen daha az çalışmaya başlıyorsun. Çalışmayan öğrenci zaten notun yarısı benim diye, tembellik etmeye devam ediyor. Burada karşımıza ne çıkıyor, nitelikte kayıp. Devlete endekslendiğinde zamanla gelişkin bir ülkenin dişlilerinde aşınma yaratır. Bir ülke için bunun sonucunu kestirmek kolay olsa gerek.

-Peki, gelişim düzeyi ve evrimi Avrupa gibi olmayan toplumlarda, toplumu ortaya çıkmış olan vahşi kapitalistlerden ve oligartlardan korumak ve sömürülmesini önlemek için sosyal  politikalar düşünülebilir mi liberal demokraside?

Bu sorunuza özelleştirme açısından bir örnek vererek yaklaşalım. Ben burada liberal demokrat bu durumda ne yapar onu anlatmaya çalışacağım. Bir kamu kurumu özelleştirildiği zaman onunla ilgi en büyük haber ne kadara satıldığıdır. Değil mi? Toplum hazineye para girdi diye bakabilir olaya. Mesela İDO’yu alan adam hayır derneği değil. Harcadığı parayı birinden çıkaracak. Bilin bakalım kimden çıkaracak? Halktan tabi, yani senden benden çıkaracak o parayı. Bizim yıllardır vurgulamaya çalıştığımız şey İDO’nun eli tane gemisi varsa ve tüm hat dahilinde feribotların hepsi onunsa bu büyük bir soygundur. Tekel en büyük soygundur, tekelleşmeye göz yummaksa en büyük yolsuzluktur. Burada ne yapılmalıydı? İDO’nun 50 gemisi varsa, rekabet ortamında bu gemileri onar olmak üzere beş filoya ayırılmalı ve her filo bir şirkete verilerek tekel ortamına mahal verilmemeliydi. Bursa Belediye’si hatırlayacaksınız, İDO’ya rakip çıktı ve bir anda fiyatlarda düşüş yaşandı. Sihirli kelime düzgün, etkin ekonomide ve toplumda tekelleşme karşıtı rekabettir. Bir önemli noktayı daha vurgulamalıyım. Devletin rekabeti getirmesi de aslında bir haksız rekabettir. Sosyal açıdan da önemlidir bu. Geçenlerde Hollanda’da Avrupalı liberalle bir toplantıdaydım. Dendi ki, özelleştirme sokaktaki insanın cebine yansıyorsa iyidir. Sokaktaki insanı sömüren biçimi ve amacı bozuk bir özelleştirmeyi bir liberal demokrat olarak asla kabul edemem.

-Peki ya, sosyal hizmetler nasıl olacak? Hiç olamayacak mı sizin politikalarınıza göre?

Sosyal hizmetleri sıfıra indirgeyelim demiyoruz. Biliyorsunuz Belediye’nin İSMEK gibi kursları var ve bunlar ücretsiz. Bu nedenle 650 bin kişi bunları tercih ediyor. Peki, bu kursları ücretli veren ve bunla yaşamını idame ettirenler ne yapsın. Kepenklerini kapatsınlar demek kolay. Öte yandan tabi ki, fakir insanlara el uzatmak lazım. Bunu reddetmiyoruz kesinlikle. Nitekim Liberal Demokrat Parti olarak bu gibi hizmetler için kupon projemiz var. Belediyeler vesaire, özel kuruluşlarla anlaşacak. Biz diyecekler size şu kadar para vereceğiz ve belediyemizden kupon alan kişiler sizin hizmetlerinizden faydalanabilecek. Yani, kamyonlarla makarna dağıtmaktan ve özel sektörü zora sokmaktan kurtaracak çok daha insani, kaliteli ve verimli bir yol bu.  ABD’de gıda yardımları böyle yapılıyor mesela. Her tarafı mutlu etmesi muhtemel gayet insani bir yol olarak görünüyor değil mi? Devleti direkt bu işlere sokmuyorsun ama devletin sosyal görevlerini bu şekilde yerine getiriyorsun.

-Cem bey, ya devlet kendine yakın hissettiği kurslarla, kuruluşlarla anlaşma yolunu seçer de, yine toplumda mağduriyet yaratıp, yandaşını kuvvetlendirirse ne yapacağız?

Hukuk. Hukuk olmadan hiçbir şey olmaz, olamaz. Liberalizmin taşıyıcı kolonu hukuktur o olmadan zaten bir şeyler beklemek anlamsızlaşır. Ortaya vahşi kapitalizm çıkmış olur. Bu verdiğin örnek soygun düzenidir. Şeffaflık ve tarafsız bir ihale süreci ile bu sağlanmazsa bu işin yürüyebilmesi imkânsızdır.

-O zaman yetkin denetleme yapılmalı değil mi?

Ben devletin denetleyebileceğini de inanmıyorum. Mesela batan bankalar hazinece denetleniyordu. Devlet denetledi ve hepsi bir gecede battı. Devlete emanet edilmiş tarihi eserler müzelerden çalındı ve bunlar yurtdışına çıkarıldı. Büyük depremde yıkılan her binayı devlet denetliyordu. Devletin imar müdürlükleri yapıyordu bunu. Ama bir tane sorumlu ortaya çıkarılmadı, bu konuşulmadı bile. Devlet denetleyemez. Mesela tersane ölümlerini konuşalım. Solcuları çok ilgilendiriyor bu. Bu işçiler patır patır ölüyor ama Çalışma Bakanlığı oraları hep denetliyor. Çalışma Bakanlığı denetlediği için bir adam gidiyor oraya şantiye şefiyle oturuyor, bir kahve içiyor, ona olan borçlarını ödüyorlar nakit olarak. Ondan sonra şöyle bir göstermelik dolaşıyor, gerekli belgelere bakıyor. İmzalıyor, damgalıyor falan. Sonra, hayırlı işler. İşte emeğin sömürülmesi, emekçinin hayatının değeri yok. Bu durum solcuları çıldırtıyor. Ne yapmalı o zaman? Benim yapacağım tek bir yasa vardır. Her iş yeri çalışanlarını iş kazalarına karşı sigortalayacaktır mecburen. Tersane sahibi gidecek özel sigorta şirketlerine gidecek. Sigorta şirketi aptal değil tabi. Orada ki riskli bir işte çalışan yüz tane işçiyi sigortalamayı göze alacak. Eğer yeterli iş tedbirleri alınmamışsa sigortalamayacak. Bunu yapsa dahi primler, ödemeler çok yüksek olacak. O zaman astarı yüzünden pahalı olacağından iş yeri sahibi gerekli önlemleri alacak. O zaman otomatik bir denetleme ortaya çıkacak. Oraya devlet gitse bile sadece sigorta poliçelerine bakması yeterli olacak. Bu misali birçok alan içinde genişletebilirsiniz. Liberalizm asla gaddar ve bireyi yüzüstü bırakan bir şey değildir. Yalnızca koruma mekanizmaları ve denetleme farklıdır. Solcuların liberalizme bencillik ve aç gözlülüktür demeleri gerçeği yansıtmıyor.

4-Bizde iktidar olmak sıklıkla konuşulmasına rağmen, muhalif olmak pek konuşulmaz.Türkiye'de sosyal demokratlar ya da diğer devrim karşıtı sol akımlara da bünyenizde yer vermeyi düşünüyor musunuz? Türkiye için aydınların partisi olabilir mi LDP?

Benim asla kimin hoşuna giderim gibi bir düşüncem hiç olmadı. Ama sosyal medyada bu görüşlerimi paylaştıktan sonra geri dönüşlerin en çoğunu sol görüşlü gençlerden aldım. Abi, biz liberalizmi böyle bilmiyorduk. Sen anlattığın zaman daha sıcak bakıyoruz. Biz onu sömürü, vicdansızlık, başıbozukluk olarak görüyordük. Liberalizm “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” demektir ama “bırakınız geçirsinler” demek değildir. Partiye ayda 30 kişi kaydoluyorsa bunun 25 tanesi CHP’den geliyor. CHP’nin solu arayış içinde. Sağda adres çok var. Milliyetimi yoksa dinimi öne aldığına göre seçimi yapabilirsin orada. Fakat bu partiler ekonomide bir şey söylemezler. Ak Parti kesinlikle liberal değildir, ben bunu akşama kadar yerinde argümanlarla tartışabilirim. Muhafazakârlık ile liberalizm aynı şey değildir. Devleti küçültmeyen, oportünist ve vergilendirmeyi buna göre yapmayan bir parti nasıl liberal olabilir, sorarım size. Kâğıtlarını iyi oynayan, belediyecilikte iyi, dört ayak üzerine düşmüş, Türkiye’de ve dünyadaki siyasi durumun var ettiği bir partidir AKP.
(-) bunla başlayan sorular doğaçlamadır


25 Mart 2013 Pazartesi

Huzur İçinde Yat Oblomov, Rahata Kavuştun


Oblomov, Rus Edebiyatı’nda  geç okuduğum için kendime kızdığım bir roman. Geç olmasındansa  kıvançlıyım aslında. Çünkü yıllar önce okuduklarıma şimdi dönüp baktığımda nice şeyin gözümden kaçmış olduğunu görüyorum ve bu haseple Oblomov’u ‘zihnimden geldiğince’ dikkatle okumaya çalıştım.

Gonçarov, eserinde değişen ve yok olmaya yüz tutmuş Rus aristokrasisini eleştirmiş ya da Ştolts ve İlya İlyiç üzerinden Batı ile 1850’ler Rusya’sını karşılaştırmaya  tabi tutmuş olabilir. Her ne olursa olsun, birçok romana, piyese, hikâyeye toplumcu bir gözle bakmayı genellikle yeğlemiş olsam da, Oblomov’u bu gözlükle okumadım, daha doğrusu okuyamadım. Bu nedenle hepimizin içerisinde zaman zaman meydana çıkan “Oblomovluk”u anlamaya çalıştım. Mesela Zahar’ı (Oblomov’un uşağı) toplumcu bir noktadan, dağın zirvesinde değil, Zahar karakterinin ruhunu anlamak için hemen yanı başından izlemeyi denedim.

Oblomov, yaşamı bir yük olarak gören tüm kabuğuna sinmiş insanların bir bireyde vücut bulmuş hali, onların divasıdır. Yaşamı nehir değil, göl gibi gören, görmek isteyen insanın mükemmel bir tasviri; güçsüz, hayaller içinde boğulan ve ataletin kolları arasında mışıl mışıl, karlı geceler- gündüzler boyunca uyuyan beşerin biricik kahramanı; insanlığın var olduğu günden bu yana içinde yanmakta olduğu, hayatı anlamdan ve değişimden men eden dimağın putlaşmış halidir İlya İlyiç Oblomov.

Fakat bu hal hiçbirimize, yaşayan hiç kimseye asla yabancı değildir. Oblomov, hepimizin zaman zaman, yer yer içine düştüğü inziva arzusunun sürekli hali ve timsalidir. Herkes biraz Oblomovdur aslında, hepimizin kanında vardır Oblomovluk.  Gonçarov kanımıza, zihnimize sızan bu teessüsleri bundan bir buçuk asır önce fevkalade tasvir etmeyi başarıyor. İvan Aleksandroviç Gonçarov bunu anlatmakta o kadar usta ki, sizin kelimelere dökemediğiniz Oblomov hislerini bir çırpıda yakalıyor ve birkaç damla gözyaşını peşi sıra döküveriyor kalbinizden.

Romanı okurken,  içine düşmüş olduğumuz bunalımları, hisleri, feyezanları, rol yapmadan kuru gürültü yapmadan yakalıyor Gonçarov. Suni değil kesinlikle, Goethe’nin insan insanı en iyi kendinde tanır düsturuyla önce kendini arşınlamış yazarımız. Kendini tanımayan insan kimi tanır ki zaten. Kim bilir ne uykusuz geceler, ne umutlar, ne yaşanmışlıklar, ne fikirler, ne hisler. Oblomov’u yüzlerce sayfa boyunca anlatmak ne zor olmuş olsa gerek.  Birkaç sayfa yazı yazdığında kendini şanslı sayan benim gibiler için, Oblomov’u yüzlerce sayfada asla tekrara düşmeden, her paragrafta yeni ruhi keşifler yapabilerek anlatmak ne büyük bir çabaya, emeğe mal olmuş olmalı. Evet, birçok yazar yüzlerce sayfa karakterlerini anlatabiliyor ama Oblomov onlar gibi değil. Neden mi? Gününü karanlık, tozlu odasında uyuyarak ya da hayaller, gerçekleşmeyecek planlar kurarak, hülyalar içinde geçiren kahramanımız asla diğerlerine benziyor çünkü. Anlaşılması çok zor ve kendini gizleyen bir karakter Oblomov.

Ancak yazarımız, Oblomov’u okuyucuya tüm bunlara rağmen sevdirmeyi başarıyor. Ona karşı bir yakınlık kuruyoruz daha ilk bölümden,  bazen kızıyor, bu kadarı olmaz diyoruz ama onu Andrey gibi bir türlü terk edemiyoruz. Çünkü Oblomov, Ştolts’un tabiriyle her şeye rağmen, ruhunun güzelliklerini muhafaza edebilen nadir insanlardan biri. Sanırım çabuk kırılan narin “şeftali tenli” Oblomov’un  hayattan el çekmesinin nedenlerinde biri de bu.

Gonçarov, Oblomov’un Rüyası’nda kahramanımızın neden böyle olduğunu geçmişiyle ve Oblomovka’daki yaşam tarzı ile anlatmaya çalışır.  Yazar bunu bir öğle sonrası rüyası ile daha da romantikleştirir. Toprak sahibi, soylu bir ailenin çocuğudur İlya.  O, her şeyin yüzyıllardır hiç değişmediği, dün ve yarının hep aynı olduğu, değişimin kötülük ve uğursuzluk olarak algılandığı, bu nedenle nefretle korkulduğu, dışarıya kapalı, yeninin değil eskinin makbul olduğu, her şeyin dinginlik ve tekdüzelik içinde yaşanıp bittiği Oblomovka’da büyümüştür. İlya, doğduğu andan itibaren emrinde hizmetçilerin olduğu, ayakkabısını bile bir başkasının giydirdiği, çalışmasına ve düşünmesine gerek kalmadığı bir ortamda geçirmiştir çocukluluğunu.  Yazar eski Rus soylusunu burada didaktik bir bilmişlikle asla eleştirmez, fakat bunun sonucunu yani Oblomov’u sunar bizlere. Ayrıca Rusya’daki eski düzenin bilincini gözler önüne sermeyi başarır bu anlatıyla birlikte. Ardından Oblomov’un Petersburg’a gelişini, değişime ayak uyduramamasını ve yine bu sebeple içine yavaş yavaş kapanışını okuyucusuna, yerinde Gonçarov “humor” u ile verir. Cümlelerine bazen gülersiniz ama çok kısa bir an, hemen ardından Gonçarov sizi yine alır yerinize hemen oturtur. Bu ağlasam mı, gülsem mi çekişmesi tüm roman boyunca karşımıza zaman zaman çıkıp sizi keskin duygu geçişlerine sürükler.

Diğer önemli karakter Ştolts ise Oblomov’un tam bir anti-tezidir. Babası Alman, annesi ise soylu bir Rus’tur. Yazar bu karakterle hem Oblomov’un karşısına bir karakter oturtur, hem de kafasındaki yeni “Rus” somutlaştırır. Düşe kalka büyüyen, erken yaşta işe koşulan, dinamik ve canlı, çalışmanın gücüne inanan biridir Andrey Ştolts. Oblomov ile tamamıyla zıt bir ortamda büyür. Babası tam bir Almandır ve bu nedenle çalışkan, fakat duygusuz Batı’yı simgeler. Gonçarov, Ştots’un onun bazı soylu ve ince huyları annesinden aldığını belirtikten sonra, Ştolts karakterini tam bir batılı olmaktan kurtarır ve karşımıza İvan Aleksandroviç’in  “Yeni Rus”u çıkmış olur.

Birçok yazar burada bu iki karakteri kıran kırana çarpıştırmayı seçerdi. Bu lezzetli çatışma ile roman genişler, sonunda Ştolts kazanır, Oblomov yok olur giderdi. Lakin yazarımız çok kıvrak bir buluşla bu iki karakteri iki yakın dost kılar. Bu dostluk o kadar kuvvetlidir ki, Ştolts Oblomov’u tüm Oblomovluklarına rağmen kardeşi gibi sevmektedir. Onun için çaba harcar, didinir, onu bu bataktan çıkarmak için farkında olmadan yeni bir aşka sürekler. Onu “ya şimdi ya da hiçbir zaman” diyerek uyanmaya çağırır. İşlerine koşar, yıllardır gitmediği çiftliğine el atar, onu dolandırıcıların elinden kurtarır. Nitekim Ştolts kardeşi için ölmeye hazırdır. Oblomovsa onu velinimeti, kendisini anlayan ve ona yardım edebilecek tek insan olarak görür.

Romanın ana kadın kahramanı Olga başkahramanımızın aşkıdır. Oblomov ‘u yeniden diriltmeyi kendine vazife sayan, onu uyanık tutmak için sürekli aşkı ile dürten genç kadındır Olga. O da onun için çırpınır, gözyaşı döker. Onu uyandırmayı kısmen de olsa başarır. Aşkıyla kendini İlya’nın “hayattaki amacı” kılar. Fakat Oblomov’un uykusu o kadar derindir ki o da başaramaz Ştolts da. Yazar burada Olga’yı, aşkı, kadınlığı, kadınsılığı kıyasıya inceler. Olga’nın gizli tahassüslerine, fikirlerinin dibine, en karanlık noktalarına inmeye çalışır. Diyebiliriz ki Olga aslında bu denklemde hayatı ya da en doğru tabirle yaşama enerjisini sembolize eder. Nitekim Olga sadece bu değildir ancak Ştolts ve İlya seçimiyle bu konumunu daha pekiştirmiş olur. Olga Ştolts ile evlenir. Tüm bu süreçte (Olga’dan ayrılması ila Ştolts ile Olga’nın evliliği) İlya İlyiç elindeki en değerli hazineyi de kaçırarak eski yaşamına dönmüş ve Viborg’taki (Güney Petersburg’da tenha bir mahalle ve burası Oblomov’un hayalindeki Oblomovka’nın küçük bir kopyasına dönüşür.) bir pansiyonda Agafya, Zahar ve Anisya ile yaşamaya başlamıştır.

Kazanan Oblomovluk olacağı romanın dördüncü bölümünde iyiden iyiye kendini belli eder. Ştolts son bir deneme için Viborg’a gider, dostunun kapısını çalar. Öğrenir ki; Oblomov 5 yıldır hiçbir şey “olmadan” yaşamıştır, en ufak bir kıpırdanma bile olmamıştır hayatında. Evin sahibesi mütevazı, özveri timsali Agafya Metveyevna ile evlenmiş, çocuğuna Ştolts’un ilk adını koymuştur. Burada önemli bir nokta Oblomov’un oğlunu Andrey’e emanet bırakmasıdır. (Oblomov’un şu sözü evin duvarlarında yankılanır: Andrey, Andreyimi unutma.)Bu sayede yazar, karakterimizin yakında vefat edeceğini işaret etmesinin yanı sıra, bir şeyi daha bizlere anlatmış olur. Oblomov kendinin pek ala bilincindedir ve Oblomovluğun sonu için Ştolts kurtarıcıdır. (Tüm Rusya’ya bir sesleniş) Bu söz aynı zamanda artık eski Rusya’nın, belki de “Doğulu Rusya’nın” sonunun da habercisidir. Nitekim İlya’nın oğlu, Andrey Ştolts gibi büyümelidir.

Tüm çabalarına rağmen Ştolts anlar ki Oblomov’un son sözü “hiçbir zaman” olmuştur. Evden çıktığında şöyle bağırır Andrey: “Elveda eski Oblomovka, senin devrin geçti artık.” Beraber geldikleri ve arabada onu bekleyen Olga’nın neden bu kadar erken döndüğünün sebebini sorması üzerine tüm roman boyunca kişisel ve toplumsal nazarda irdelenen şeyi son bir kez daha yeniler sinirle Olga’ya. “Oblomovluk”

Bu ziyaretten birkaç bölüm önce yazar İlya’nın kalp krizi geçirdiğini anlatır. Bu dönüm noktası ziyaretinden sonraki bölümde İlya İlyiç Oblomov yaşamını yitirmiştir. Agafya her hafta mezarı başında ağlamaktadır. Oblomov’u her şeyiyle kabul eden ve ona deli gibi aşık bu dul kadın bir iki satırla geçiştirilemeyecek kadar fevkalade önemli. Okurken üzerinde özellikle durmanızı öneririm.

 Son bölümde karşımıza  Ştolts ile  yazar arkadaşı çıkar. Yazar dilenciler üzerine bir şeyler karalayacaktır ve bir dilencinin yaşam öyküsünü merek ederek, Andrey Ştolts ile birlikte yaşlı birini para vermek için yanına çağırır. Çağırdığı kişi ihtiyar uşak Zahardır. Dilencilik yapmaktadır.  Andrey onu görünce şaşırır ve yanına almayı teklif eder. Fakat ihtiyar bunu şu sözlerle reddeder:
-İşitiyorum, Andrey İvanoviç, sevgili efendim, fakat… Ah… Onu mezarında bırakıp gitmek istemiyorum. Sevgili efendim İlya İlyiç’i… Bugün yine onun için dua ettim. Tanrı gani gani rahmet eylesin. Böyle bir insanı nasıl Tanrı başımızdan eksik etti! Bizim mutluluğumuz ona bağlıydı. Yüz yıl yaşayacak adamdı… Ah! Ah! Bugün onun mezarına gittim, bu taraflara her geldikçe giderim, oturur ağlarım… Bazen orada kendimi unutur kalırım, buralarda ses seda olmaz; birden sesini duyar gibi olurum: Zahar, Zahar! Bir ürperme alır beni. Böyle bir efendi bir daha bulunmaz. Ah, sizi ne kadar severdi…Tanrı rahmet etsin, cennetinden ayırmasın.

Burada toplumsal, sınıfsal bir okuma yapmak pek ala mümkündür. Fakat ben okurken sadece insani boyutunu duyumsadım. Ardından yazarın merakı üzerine Andrey, yazar dostuna “bu okuduğunuz hikayeyi” anlatmaya koyulur. Burada Gonçarov eseriyle kendini bir noktada kesiştirir. Biz düşünürüz ki, o yazar Gonçarov’un ta kendisidir.

Oblomov’a tüm kalbimle üzüldüm. Duygulandım. Bu karakterde Ştolts’un ve Olga’nın da söylediği gibi bir büyü var. Ona kızsanız da seviyorsunuz. Sanırım ben de herkes gibi onun naif ve temiz kalbini, ruhunu sevdim. Şimdi kim çıkıp onun bir kurgu kahraman olduğunu söyleyebilir. O hepimizinden daha gerçek olarak, Petersburg’ta ve her yerde dünya var oldukça “yatıyor” olacak.

Huzur içinde yat Oblomov, rahata kavuştun!


 Alıntı Türkiye İş Bankası, Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden yapılmıştır. Harika bir çeviri olduğunu söylemeliyim. 


21 Mart 2013 Perşembe

İlaç Firmaları ve Kar Kapanında Antibiyotik Bilmecesi

Uluslararası ilaç firmaları Antibiyotik Ar-Ge’sine yeterince yatırım yapmamakla suçlanıyor. İlacı bir tüketim maddesi olarak algıladığı ve bu nedenle kar sağlayacak daha lifestyle üretim peşinde olduğu idea edilen firmalar Avrupa Birliği’nin yeni projesi Sorumluluk Sahibi Araştırmalar ve Buluşlar’a (Responsible Researh and Innovation) kulak vermeye çağırılıyor.

AB’nin sağlık bakanlarının son dönemde dikkat çektiği üzere antibiyotik araştırma ve geliştirilmelerine 1980’den bu yana daha az kaynak ayrıldığı ifade ediliyor. Bezmialem Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Gülaçtı Topçu da aynı fikirde.  Gülaçtı, Geliştirilen antibiyotiklerin, kendini gün be gün yenilen mikroplara karşı etki süresi en fazla 4-5 yıl kadar. Bu süreçten sonra artık sizin ürettiğiniz ve milyonlarca dolar harcadığınız ilaç çöpe gidebiliyor. İlaç firmalarıysa ticari olarak böyle bir risk altına girmekte her zaman istekli olamıyorlar.  Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Mikrobiyolog Prof. Dr. Tanju Özçelikay da Topçuyu, Antibiyotik geliştirmesine kaynak ayırmak büyük risk bir ilaç firması için. Tamamıyla ayırmadıklarına söylemekse çok yanlış ve hatalı bir yorum olur. Ayrılıyor, fakat bu aynı zamanda sektörel bir rekabet meselesidir, diyerek onaylıyor.

Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi, aynı zamanda Pzifer İlaç’ın İktisat Danışmanı Prof. Dr. Ahmet Süerdem uluslararası ilaç firmalarının ilacı bir tüketim maddesi gibi gördüğünü dile getirdikten sonra konuşmasına şöyle devam ediyor. Şimdi genelde ilaç firmaları şunun için eleştiriyorlar. İlacı bir tüketim maddesi olarak görüyorlar. Dolasıyla alan memnun, satan memnun olduktan sonra,  insanlık için önemli olan antibiyotik gibi alanlar o kadar rağbet görmüyor. Tabi, şu demek değil, laboratuvarlarda test ediyorlar, deneyleri ve gerekli olan araştırmaları yapıyorlar zaman zaman. Fakat bunun uzun vadede ne olacağına karışmıyorlar. Devletin yasal düzenlemelerine riayet ediyorlar. Bundan sonra alan ile satan arasında bir tüketim ilişkisine dönüşüyor durum.

Ayrıca firmaların antibiyotik Ar-Ge’sine para yatırmak yerine kendi ürünlerinin muadillerini piyasadan silmek için çabaladıklarını ve tekelcilik yaratmak istendiğini de sözlerine ekleyen Süerdem, Aynı ilaçların cılız firmalar tarafından üretilmiş muadilleri var. Bunlar büyük firmaların ürettiklerine göre on misli daha ucuz. Fakat büyük ilaç firmaları bir taktiğe başvuruyorlar. Yıpratma. Muadil ilaçların yan etkileri olduğuna dikkat çekiyorlar. Mesela rakip firmanın ilacının karaciğerde toksin yaratığını idea ediyor. Ondan sonra da bunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Şimdi bir ifadeye göre büyük firmalar bunlar için bilim adamlarına ve üniversitelere maddi fonlar sağlıyor. Bu arada antibiyotik gibi alanlara harcanacak fonlar sektörel rekabet uğruna göz ardı edilebiliyor,  diyor.

 İlaçların “lifestyle” ürünler olarak pazarlanmasının da risklerine dikkat çeken akademisyen sözlerini, Antibiyotiğe yatırım yapmadıkları söyleniyor, çünkü bunu üretirlerse para kazanamayacaklar. Onlar da kar getirebilecek Viagra gibi ürünlere yöneliyor. Onlar da bunun içinde antibiyotik araştırma geliştirmesine para harcamak yerine, reklama, tanıtım ofislerine kaynak ayırıyor. Belki de başka şeylere. O zamanda ne oluyor, bu gibi önemli ilaç araştırmaları geri planda kalabiliyor, diyerek sürdürüyor.

Avrupa Birliği bu haksız rekabeti önlemek ve daha duyarlı Ar-Ge çalışmaları için Sorumluluk Sahibi Araştırmalar ve Buluşlar (Responsible Research and Innovation )projesini gündeme getirdi. Avrupa Birliği üye ülkelerini taban alan bu proje büyük ilaç firmalarının büyük çoğunluğunun Avrupa’da olduğu düşünüldüğünde çok büyük önem arz ediyor. Ahmet Süerdem projenin yapılma amacın şu şekilde izah ediyor.  Bu projeye göre yeni geliştirilen bir ilaç olduğunda firmanın herkesin sözünü ve önerilerini dinlemesi gerekiyor. İşte bunu yaparken sadece pazar araştırması yapıp ortalama insanın ihtiyacını ya da tam tersi alım gücü yüksek kesimin taleplerini temel almak yerine, yüzde beşlik aykırı bir ses olsa dahi onların da taleplerini dinlemesi gerekiyor.

Projenin firmaları risk yönetimini temel alan rekabetçi tavır yerine daha ileriye odaklı, insancıl araştırmalara teşvik ettiğine değinen Süerdem, Bu proje bu nedenle ilaç firmalarını daha sorumluluk sahibi olamaya çağırıyor. Ayrıca proje firmaları sadece risk bazlı düşünmek yerine, ilerde oluşabilecek ve insanlık için tehlike oluşturabilecek alanlara da el atmaya ve stratejilerini bu minvalde değerlendirmeye çağırıyor. İlaç sanayi ve diğer Ar-Ge’ler için müzakereci ve daha insancıl bir araştırma ve geliştirme yöntemi projesi, diyerek projenin ana motivasyonunu açıklıyor.

Nitekim Avrupa Birliği sadece “manevi” teşvik ile kalmayacak. Bu proje kapmasında milyonlarca Euro fon söz konusu.  Durumu  sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesine benzeten Süerdem konuşmasını, Avrupa’nın birçok kitle hastalığından başı yandığı için, mesela kuş gribi gibi, böyle bir adım atmış olmalılar, sözleriyle noktalıyor.

5 Mart 2013 Salı

Антон Павлович Чехов


Anton Çehov’un hikâyeciliğini izah etmek benim gibi bir yeni yetme için oldukça zor. Hikâyelerinin okunmasının kolay olduğuna, kısa cümlelerle ve çok uzun sayılmayacak diyaloglardan mürekkep olmasına asla aldanmayın. Çünkü o Çarlık Rusya’sı edebiyatının en derin yazarlarından biri, kanaatimce en derini ve sanılanın aksine anlaşılması en zor olanı.

Çehov’un hikâyeleri Rusya’nın her kesiminin az ya da çok her sınıfı konu edinmiştir. Nitekim bunu dönemim moda anlayışı  didaktik bir tutumla yapmaz. Evet, sınıfları anlatır ama bu çatışmayı ana minval olarak belirlemez. İnsanı anlatmayı yeğler o. Karakterleri, tipleri kendi iç mücadeleleriyle, çatışmalarıyla, aşklarıyla ve her şeyleriyle yansıtır. Vladamir Nobokov bunu kendine has şahane üslubuyla şöyle dile getiriyor.

Başka değişle Çehov, karakteri bir ders aracı yapıp, Gorki’ye ya da her hangi bir Sovyet yazarına sosyalistçe bir gerçek gibi görünecek şekilde, onu başka bakımlardan çok iyi göstermektense (sıradan burjuvazi hikâyelerinde, annesi ya da köpeğini seven adamın kötü biri olamaması gibi), siyasi mesajları veya edebi gelenekleri umursamaksızın, “yaşayan” insanı sunar bize.

Işıklar hikâyesini anımsayalım mesela. Rusya kırsalında demiryolu döşeyen bir mühendis ve yardımcısına bir gece konuk olan kentlinin (kim olduğunu anlayamadığımız, hikâyeyi bize eski bir hatırasını anlatırmış gibi anlatan birinci şahıs) birlikte geçirdikleri bir gün konu edilir. O dönemin “moda”sının aksine Çehov toplum siyasine açıktan açığa el uzatmaz. Von Ştenberg ve Mühendis arasındaki felsefi  tartışma üzerine konu gelişir, yayılır ve serpilir. Mühendis, yardımcısının nihilist görüşünü eleştiriye tutar ve kendi hayatından verdiği  gençliğindeki aşk macerası örneğiyle karşısındakini iknaya çalışır. Arka planda 1890’ların sanayisinde gelişen ve bu sebeple sosyal hareketliliğin hiçbir dönemde görülmediği kadar yoğun Rusya’sı, ön planda Von Ştenberg’in hayatın temeli ve yaşamın anlamı, varlık üzerine iç mücadeleleri. Fakat tastamam Anton’un tüm entelektüel karakterlerinde görüldüğü gibi bu hikâyede de mühendis ve yardımcısı  özel hayatlarında birçok alanda yetersiz, bunalımlı ve bu yüzden de oldukça insan karakterlerdir. Nobokov bu yetersizliğe şöyle değiniyor.

Çehov’un entelektüelinde, insanın muktedir olduğu en derin edeple, ideallerini ve ilkelerini eyleme geçirme hususundaki neredeyse komik bir tür yetersizlik bir aradaydı; bir adam ki manevi güzelliğe, halkının refahına, evrenin refahına kendini vakfetmiş, fakat özel hayatında bir şey yapmaktan aciz; taşradaki hayatını bir ütopik hayaller sisi içinde ziyan ediyor; neyin iyi, yaşamaya değer olduğunu biliyor. Fakat aynı zamanda tekdüze bir hayat içinde çamura battıkça batıyor, aşkta mutsuz, her konuda umutsuzca yetersiz, bir türlü muvaffak olamayan iyi bir adan yani . Çehov’un tüm hikayelerinde –doktor, öğrenci, köy öğretmeni ve birçok profesyonel insanın kılığında yer alan karakterdir bu.
Çehov Ailesi

Bunun için Çehov’un Taşralı adlı hikâyesindeki ana karakter zengin mimarın oğlu boyacı genç misal olarak verilebilir. Sisteme boyun eğmeyen, şehrinden ve onun değerlerinden nefret eden bu adam, özel hayatında son derece başarısızdır. Karısından sadece 6 ay sonra ayrılır, tarımı beceremez, köylülerle ve yanında çalıştırdığı kimselerle kavgalıdır. Fakat Çehov bu karakterleri bilerek seçer, niyeti taşıyamamağı yüklerin altında ezilen bu insanları her ne olursa olsun iyi niyette olmalarıdır ve Çehov bunu yeni Rusya için bir şans olarak telakki eder. Bunların yaptıkları şimdi olamasa bile gelecekte Rusya’yı ileriye taşıyacaktır.

1893’te kaleme aldığı Kara Keşiş’teki ana karakter Kovrin’i anımsayalım. Kovrin kendisini yüce bir amaçla yaratıldığına inanır ve bu nedenle daha önce nereden duyduğunu bilmediği gezgin, hayalet bir keşişle eski çiftçi ahbabının evinin bahçesinde karşılaşır. Keşiş bir bilgedir ve Kovrin ile onun düşünceleri üzerine zihin açıcı tartışmalara girer. Bu bir zaaftır aslında. Nitekim Kovrin bunun bilincindedir. Deliriyordur. Bu hiç sağlıklı değildir oysa ki ama Kovrin bunu hiç umursamaz. Yaşlı keşişle bahçede geçen şu konuşması aslında öyküyü şekillendiren temel fikirlerden birini vermekle birlikte, Çehov’un entelektüellere olan doymak bilmez gözlem iştahını gösterir bizlere.

Kovrin başlar konuşmaya,

“Ancak buradan ayrılıp gittiğinde, ‘Gerçekten’ öyle biri var mıydı diye sorarak tedirgin olacağım. Sen benim zihnimin yarattığı hayalsin, sanrısın. Bu durumda hasta ruhlu bir adamım ben normal sayılmam.”

“Öyle olsa ne çıkar? Bunda şaşılacak bir şey yok. Sen hastasın düş gücünün üstünde çalışıyorsun, iyice yorgun düştün. Demek oluyor ki, sağlığını yüce düşünceye kurban etti, yakın bir gelecekte yaşamını da o uğurda harcayacaksın. Bunda bir kötülük var mı? Yetenekli, soylu kişilerin asıl amaçladıkları bu değil midir?

“Ruhça hasta olduğumu bildiğim halde kendime nasıl inanırım.”
“Peki, insanların peşinden koştukları dâhilerin hayal görmediklerini mi sanıyorsun? Bilim adamları, dâhilik ve delilik arasında kıl payı fark olduğunu söylerler. Aziz dostum yalnızca sıradan insanlar ile sürü halinde yaşayanlar sağlıklı ve normaldir. Sinir çağı, aşırı yorgunluk, bozulup dağılma gibi deyimler sizler için kullanılmamalı; yaşamın amacını topluca bulunmakta görenler korksunlar böyle sözlerden”

“Ama eski Romalılar sağlam kafa sağlam bedende bulunur derlerdi”
“Eski Romalılar ve Yunanlıların söylediklerinin hepsini doğru mu sanıyorsun.Ruhsal yücelik, coşku, vecit gibi deyimler peygamberleri, ozanları, ülküleri uğruna acı çekenleri  ilgilendirir, bunların insanın hayvansal yönüyle, başka bir değişle bedensel sağlığıyla ilgisi yoktur. Yineliyorum. Eğer doğal, sağlıklı biri olmak istiyorsan doğruca sürüye katıl.

Eşi Olga Knipper ile
Ardından Kovrin’in “hasta” olduğu anlaşılır. Hastalık döneminde eşi Tanya ve babası ile mutlu olan Kovrin tedavi sürecinde  iyileştikçe eski Kovrin değildir artık. Çekilmez, ketum biri olup çıkmıştır. Bu normalleşme süreci Kovrin’i insani ilişkileri bağlamında  çatışmaya sürükleyecek, Kovrin eşinden ayrılacak ve eşinin babasının ölümüne neden olacaktır. Kovrin’in iyileştikten sonra Tanya’ya şu serzenişte bulunduğunu görürüz.

“Buda, Muhammet ve Shakespeare ne talihli kişilermiş ki, sevgili yakınlarıyla hekimler onları coşkuya kapılıyor, esinlenip vecde geliyorlar diye tedavi etmeye kalkışmamışlar” dedi.” Muhammet sinirlerini yatıştırmak için potasyum klorür alsa, günde iki saat çalışsa, süt içse bu olağanüstü insandan günümüze kala kala azıcık bir şey kalırdı. Hekimlerle iyi yürekli yakınlarımız bize öyle şeyler yapacaklar ki, sonunda insanlar salaklaşacak, sıradanlık deha sayılmaya başlanacak, ortada uygarlık diye bir şey kalmayacak. Sevgili yakınlarım size ne kadar minnettarım bilemezsiniz.”

Çehov karakterleri asla mükemmel değildir, standarte edilmez, örnek gösterilmez, ‘bakın bu olun denmez’. Aynı zamanda Çehov kahramanlarını yer yer fikir ve davranışlarıyla çarpıştırırken taraf tutmaz. İki düşünceye de eşit fırsat verir. Yazarken düşünmesinden kaynaklı olabileceğini düşündüğüm bu Çehovyen unsur hikâyelere bambaşka bir hava katar. Siz  hikâyesini okurken, yazarın bir tarafı yeğlediğini ve o karakteri şahlandırdığını asla görmezsiniz. İyi ya da kötü, alçak ile üstün vb. ayrımlarını yoğun hissetmesiniz. Çehov bu oluşturduğu gri alanıyla Rus Edebiyatı’nda fark yaratmıştır. Vladimir Nabokov bu griliği şöyle tasvir ediyor Çehovyen dili de es geçmeden.

Kelimelerin aynı loş ışığın altında, tastamam aynı gri tonda tutarak yapar bunu. Eski bir bahçe çitinin rengiyle, alçak bir bulutun rengi arasındadır grinin bu tonu. Çehov’un ruh halleri zenginliği, etkileyici zeka titreşimleri, karakter çizimlerindeki iktisatlılık, canlı ayrıntılar ve insan yaşamının solgunlaştırılması –Çehov’a özgü tüm vasıflar- hafiften yanardöner, puslu bir sözellikle sarmanalıp kuşatılarak güçlendirilmiştir.

Çehov’un hikayelerinin sonları, son cümleleri aslında bir son değildir. Hep bir üç nokta vardır buralarda. Sanki sesi gittikçe kısılarak kulakların duymaz hale geldiği bir piyano konçertosu ya da çölde yürüyen bir bedevinin zamanla gözden yok olması gibi hissettirir insana Çehov’un kendine has sonları. (Lise durum öyküsü demelerinin nedenlerinden biridir bu Çehov öykücülüğü için ancak bu uygunsuz bir ayrımdır.) Zaman içinde öykü soluklaşır, bulanıklaşır ve yok olur. Hayatlar onun hikayelerinde başlayıp bitmez asla, periyodlar uzun değildir. Bunun yanı sıra Çehov yarattığı karakterlerinin hayattaki kırılma noktalarına dokunur. Küçük Köpekli Kadın böyledir mesela. Gurov ve Anna’nın aşkları ikisinin de ruhlarında öyle bir kıvılcım yaratır ki, bu iki insan artık önceki yaşamlarına farklı, hafif bir tebessümle bakarlar. Bir Cinayet Öyküsü dindar bir ailenin cinayetle değişen hayatlarına gönderme yaparak nihayetlenir. Altıncı Koğuş’un doktorunun kendini keşfi ve ölümüyle biten yaşamı biraz daha keskin bir örnektir. Keza buradaki kırılma noktası daha göze batar ve okuyucuya alışılageldik sonlardan farklı bir son sunar. İoniç öyküsü kırılma noktaları arasında en öne çıkanıdır. Öykünün üçüncü bölümünün sonu ile dürdün başı arasında romantik Doktor İoniç’in birkaç sene içindeki bedensel ve düşünsel değişimini Çehov sadece bir paragrafta veriverir.

Dört yıl böyle geçip gitti. Kentte Startsev (İoniç)pek çok hastaya bakıyordu. Her sabah Diyalij hastanesindeki görevini çabucak bitiriyor, sonra kentteki hastalarının evlerine giderek gece geç vakitte dönüyordu. Çift atlı arabasını satmış, üç atın çektiği, çıngıraklı şık bir troyka almıştı. Bu arada şişmanladığını, yağ bağladığını, nefes darlığı çektiği için yaya yürümeyi tümüyle bıraktığını belirtelim.
Vladimir Nabokov

Çehov’un üslubu son derece sade ve kolay anlaşırdır. Ağdalı, lapa gibi cümlelere asla rastlamazsınız. Kısa cümleler ile ifade eder kendini. Üzerine ciltlerce roman yazılabilecek düşünceleri ve karakterleri, son derece tasarruflu olarak bir iki cümleyle anlattığı olur. Birisinin bir kelimeyi yanlış söylemesi, adamın dimdik yürüyüşü ya da o karakteri ele verecek bir işaret, mimik ya da nesne terci edilir karakterlerini analiz ederken.  Bu nedenle ayrıntılar çok dikkat çekicidir tasvirlerinde. Adriadna’daki şu betimlemeye dikkatinizi çekmek istiyorum.

Onunla ilk konuşup tanıştığımızda Adriadna adı beni çok şaşırttı. Bu güzel ad ona öylesine yakışıyordu ki. Zayıf, incecik, sülün boylu, esmer tenli bir kız düşünün. Yüz çizgileri de ölçülü ve son derece soylu.

Sayfalar dolusu doğa tasvirleri yabancıdır Çehov’a. Hikâyelere naz yapmadan tabiri caizse bodoslama girer. Bektaşiüzümü hikâyesinin hemen başında kısa ama çok kısa bir doğa tasviri sonrası nasıl karakterlerle tanıştırıldığımıza bir bakalım.

Sabahın erken saatlerinde başlamak üzere gökyüzünü yağmur bulutları örtmüştü. Havanın kapalı olduğu, tarlaların üzerinde bulutların asılı durduğu, her an yağmur beklediğiniz zamanlarda olduğu gibi durgunluğun ve serinliği yanı sıra bir sıkıntı da hissediliyordu. Baytar İvan İvaniç ile lise öğretmeni Burkin yorulmuşlardı, önlerindeki ova bitmezmiş gibi uzanıp gidiyordu.

Moskova’ya okumaya giden genç kızın eve dönüş hikayesi Baba Yurdunda’daki şu tasvirin canlılığını da eklemek isterim Çehov’un tasvir sanatını örneklemek için.

Önümüzde Donetsk demiryolu uzayıp gidiyor. Bozkırda güneşin yamacında cayır cayır yanan bir istasyondasınız. Çevrede ne gölgelik bir yer vardır ne de Tanrı’nın tek kulu. Bütün keyfiniz kaçar, çünkü tren sizi burada bırakıp gitmiştir, gürültüsü uzaklardan işitilirken yavaş yavaş tümüyle duyulmaz olur…
İstasyonun arkası ıpıssızdır, sizi karşılamaya gelenden başka araba görülmez ortada.  Yaylı arabanıza biner (tren yolculuğundan sonra ne hoş bir şey!) Bozkır yollarına vurursunuz kendinizi. Önününüzde Moskova yakınlarına rastlamayacağınız, tekdüzeliğiyle büyüleyici, sanki sonsuzluğa doğru uzanan görüntüler açılır birbiri ardından. Dört bir yanınızda bozkır, yalnız bozkır vardır… Uzaklarda bir yel değirmeni, küçük bir höyük, bir de taşkömürü taşıyan kağnı görürsünüz, hepsi o kadar… Kuşlar tek başlarına uçar gökyüzünde, ovanın üzerinden alçaktan süzülürken ölçülü kanat vuruşları uykunuzu getirir.

 O bize ipuçlarını verir, gerisini bize bırakır, karakteri diğer insanlardan ayıran bir-iki görsel özelliği, keskin bir nişan ile on ikiden vurmayı başarır. Bunun içinde kendine has bir dile sahiptir Çehov. Tolstoy’un yakın bir dostudur aynı zamanda Kırım yıllarından. Tolstoy sevgili dostunun edebiyatı hakkında bir yazarı en iyi bir başkası anlar düsturuyla şunları söylemiştir bir edebiyat dergisi için.
Tolstoy'un Çiftliğinde

“Bir sanatçı olarak Çehov, kendine özgü bir ekoldü. O, hayatın sanatçısıydı. Eserlerinin bir üstünlüğü de, Rus olsun olmasın herkesin onları anlayabilmesi ve anlatılanlarla kendini özdeşleştirebilmesiydi. Bu en önemli şeydir. Çehov, mesajlarına bakmaksızın yalnızca kendi gözlemlediği şeyler üzerine yazdı, ne gördüyse ve nasıl gördüyse onu anlattı. İçtendi, bu ise büyük bir erdemdir. İçtenliği sayesinde yeni yazma biçimleri; kanımca tüm edebiyat dünyası bakımından tamamen yeni biçimler yarattı. Dili kullanışı alışılmışın dışındaydı. Onu ilk okuduğumda dilinin bana garip ve beceriksiz geldiğini anımsıyorum. Ama ona alıştıkça hayran kaldım ve hiç alçakgönüllülüğe kaçmadan diyebilirim ki, teknik söz konusu olduğu sürece o benden çok daha üstündür. O tektir... O, eserlerini tüm yüreğimizle defalarca okuyabileceğimiz nadir yazarlardan biridir. Bunu ben kendi deneyimimden biliyorum.’’

Nabokov’un Çehov’un üslubu hakkında söyledikleriyse Tolstoy’u tamamlayıcı niteliktedir.

“Rus eleştirmenleri Çehov’un üslubunun kelime seçiminin vesaire, söz gelimi Gogol’ü, Flaubert’i ya da Henry James’i meşgul eden sanatsal kaygıların hiçbirini açığa vurmadığını belirtiler. Lügati fakirdir, söz bileşenleri alelade sayılır- gümüş tepside sunulan cafcaflı paragraflar, lezzetli fiiller, turfanda sıfatlar, nane likörü gibi lakaplar yabancıdır ona. Gogol gibi bir söz mucidi değildir Çehov; günlük giysileri içinde gider partilere. Böylece Çehov, bir yazarın söz tekniğinde bir fevkalade bir canlılık bulunmadan veya cümleleri bükmeye fevkalade önem vermeden de mükemmel bir sanatçı olabileceğinin iyi bir örneğini teşkil eder.”

Yakın arkadaşı Maksim Gorki ile
Çehov’un öyle dikkat çekici ve aforizma olarak adlandırılabilecek cümleleri vardır ki, bazen elinizdeki kitabı bir kenara bırakarak, o cümle üzerine düşünürken bulursunuz kendinizi. Çok iyi bir avcıdır bu manada Anton; lügati fakir olarak görülebilir ama düşüncelerini ifade edişi biçimi için bunu söylemek imkânsızdır. İlk dönem hikâyelerinin (1880-1885 arası) bir kısmı hariç neredeyse tümünde derin, yaratıcı, kendine has bu fikir ağları öykünün her sayfasına dolanır. Bu da öyküyü dinçleştirir, bunu arayan okuyucuyu, düşünsel yaratıcılığıyla bu ağa hapseder ve öyküsünü yumuşak bir ses tonuyla, eski bir anıdan bahsediyormuş gibi anlatmaya koyulur.( Bu aforizmaları derleyerek bir sonraki devam yazıma ekleyeceğim.)

Çehov’un duygusal zekâsının had safhada olduğu belirtmeye gerek yok sanırım. Müthiş bir gözlemciydi ve bu ona eşi bulunmaz bir yaratıcılık katıyordu. (Arkadaşlarının anılarında anlatılır tüm bunlar) Her şeyden öykü kotarabilecek bir dehadan söz ediyoruz. Bir gün evine gelen bir misafirinin nasıl bu kadar yaratıcı olabildiğini sorması üzerine, masada duran cam kül tablasına gösteren Çehov, istersen yarın bundan bir hikâye çıkabilir demiş ve hemen o anda yarattığı hikâyesinin ana hatlarını arkadaşına anlatmaya başlamıştı.

...

Kaynaklar
Vladimir Nabokov,  Rus Edebiyatı Dersleri, İletişim Yayınları
http://www.britannica.com/EBchecked/topic/108392/Anton-Chekhov/1297/Literary-maturity
Anton Çehov Bütün Öyküleri 6. 7. ve 8. Kitaplar (Everest Yayınları) Mehmet Özgül Çevirileri