27 Temmuz 2011 Çarşamba

Heinrich Böll

Heinrich’i yıllar önce çok küçükken okumuştum, kitabın elime nerden geçtiğini hatırlamıyorum ama içerisinde kısa hikâyeler olan toplama bir yayındı. Geçenlerde kitapçıda kitapların arasında kampanyaya girmiş olan romanlarını aldım. Kendime şaşıyorum, neden bu aydını göz ardı ettim diye, son birkaç haftadır onun kitaplarıyla yatıp kalkıyorum ve içten içe yeni bir cevheri yeniden, daha uyanık halde keşfetmenin hazzını yaşıyorum.

Aldıklarım arasında ilk okuduğum “İlk Yılların Ekmeği” adlı uzun öyküsü. Savaş sonrası Köln şehrinin yeni  yeni dirilen arka planında yoksul hayatlar ve adından da anlaşılacağı üzerine ilk yılların bulunması zor ekmeği. Hikâye bir tek günde geçiyor, bir pazartesi günü. Fakat yazar geçmişe geri dönüşler yaparak size başkahraman hakkında uzunca bir biyografi okutmuş gibi hissettiyor. Böll’deki çağrışım açılımlarına hayran kaldım. Sözgelimi ufak bir kol saatinden yola çıkarak, size karakterin gizli kalmış, kör duygularını özümsettiriyor, sinema dili tabiriyle yönetmen karakterleri iyi çalışmış dedirtiyor.

Bu hikâyedeki benzetmeleri ve kendine has tasvirleri hayranlık uyandırıcı Böll'ün. Mekânı ve karakterlerin hissiyatlarını birkaç “püf” kelimeyle mükemmel oturtuyor. Mesela şurayı bir dinleyin:”…Ama bir Pazar günü kapıyı birdenbire açan Fundahl’ın yüzünü görünce, bir daha ekmek alamayacağımızı hemen anladım. Büyük karanlık gözleri sert bakıyordu:”Yalnız karne karşılığında ekmek verebilirim, Pazar akşamları karnede geçmez.” Kapıyı çarparak yüzümüze kapattı. Bugün semtteki caz kulübünün konserler verdiği bir kahvehaneye açılan aynı kapıyı… Kan kırmızı plakayı görmüştüm: Dudaklarını trompetlerin altın ağızlıklarına bastırmış sırıtkan zenciler…

O dönem Almanya için çok zor, savaş sonrası dönem ve ülke yerle bir. Büyük bir inat ve şevkle başlayan Hitler hareketi ve onun doğurduğu savaşın yerle bir olmuş halk ve şehirler üzerindeki etkisi.Ama kesinlikle rant için duygu sömürüsü söz konusu değil bu uzun hikayesinde,Heinrich Böll asla kitabına acındırmıyor ya da sömürü yapmıyor.Sitem ediyor evet, arada bu yıkımın nedeni olan insan ya da insanlara kızgınlığı, eleştirisi var ama asla sizi yıpratmıyor. Eski bir anıdan bahsediyormuş gibi yazıyor, yaşlı bir adamın çocukluğunu ayrıntılarıyla ve alaycı, yorgun gözlerle anlatması gibi işliyor kalemi. Direk yıkımı, açlığı ve başıbozukluğu değil, yara almış ve bu yaraların kanını durdurmaya çalışan insanları, bu kanları emmek isteyenleri, karakterlerin ve onların kendi içlerindeki savaşlarını anlatıyor savaş sonrası Alman toplumcusu Böll. 

Ardından Trenin Tam Saatiydi adlı yapıtını okudum. Bir erin, tren yolculuğu, geçmiş tasavvurları, aşkları ve nihayetinde “yakındaki” ölümü. Üslubu çok güzel, düşünceleri, yani karakterlerinin düşünceleri arasında geçişler yapıyor, konuşmalara sebep olan ham düşünceleri zihinlerden geçerek öyle öz bir hissedişle anlatıyor ki çok şairane, mesela şurayı bir dinleyin:”Şimşek gibi bir hızla, uyanmış olduğu saniyenin binde biri içinde bu ‘yakında’nın kaybolup gideceğini ummuştu gece gibi, sonsuz bir gevezelik, sonsuz bir sigara içiminden sonra hayaleti andıran gece gibi… Ama o burada işte, amansızcasına…

Konusu hakkında kısa, ufakta olsa bir bilgi vermem de gerekir gibime geliyor. Yo! En iyisi birkaç kelime yazayım şuraya da zaten siz anlarsınız.Bu seçtiğim kelimeleri roman boyunca bir nöbetteymiş sayıklıyor baş kahraman Andreas. Tren, asker, soğuk, korku, sakalı uzamış er, tacize uğramış Sarı er, geçmiş, unutulmuş bir silah, içki, sucuklu, tereyağlı sandviç, astsubay, son durak, subay evi, son akşam yemeği, genelev, Schubert ve piyano, Polonyalı fahişe, bir gece, fahişe ve aşk, yitip giden son güneş, vakit, sabah ve bıçak gibi Stryi…

Şu fotoğrafı kimin çektiğini bilmiyorum ama mükemmel
Şimdi Âdemoğlu Neredeydin’i okuyorum. Bitmeden anlatmak olmaz, daha sonra onun üzerine ayrı bir yazı daha yazmak istiyorum. Her eseri okunmayı hak ediyor yazarın, daha yolun başında olmam mutluluk verici. Heinrich Böll’e gelince Köln şehrinde büyüyor ve kitapçılık eğitimi alıyor, çok geçmeden Alman ordusuna giriyor ve 1939’dan 1945’e kadar İngiliz ve Amerikan esiri olarak tutsak kalıyor. Serbest kalıyor 1947’de ilk kısa öyküsü Haberci ve Âdemoğlu Neredeydin’i kaleme alıyor. Üniversiteye devam ediyor ve bir yandan da abisinin marangozhanesinde çalışıyor. Eserlerinde savaş ve militarizmin karşısında yer alan bir tavır takınan Böll, insan hakları ve özgürlük konularında sesini yükseltmekten çekinmemiş bir aydın. Fakat ne yazık ki dünya 16 Temmuz 1985’te bu değerli kalemi kaybediyor. Unutmadan Böll 1972 Nobeli de alıyor ve uzun yıllar (Almanya ve Uluslararası) PEN’in başkanlığını da yürütüyor.

Kendi eliyle yazdığı kısa bir otobiyografisine linkten ulaşabilirsiniz.
Onun vizyonuyla şekilleniş derneğinin adresi de:
Bu arada D&R mağazalarında kitapları indirimde(Reklam yapmıyorum, yok öyle bir şey.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder