Demokrasi bize eğreti geldi, Avrupa’nın her bölgesinde toplumlar hürriyetçilik için ayaklanırken Osmanlı’da tebaa sessizdi. Kimse sesini yükseltmedi, milliyetçi nitelikteki Yunan, Sırp ayaklanmalarını ve bağımsızlıklarını saymazsak Türk ya da Müslüman kitlelerden en azından meşruti bir yönetim için talep bile görülmedi. Osmanlı devleti Avrupa’nın Hıristiyan cemaati üzerindeki etkisini kırmak ya da oynadığı diplomasi oyunlarını bozmamak, kuvvetlendirmek için Tanzimat ve Islahat fermanlarını ilan etmesi haricinde –ki bu tepeden bir “lütuf” nazarıyla gerçekleşti- kişisel hak ve özgürlüklerin nispeten genişletilmesi dışında da bir şey yapılmadı. (İttihat ve Terakki baskısıyla ilan edilen I ve II. Meşrutiyetleri saymazsak.)
Türk toplumu hiçbir süreçte Batı’da eğitim almış elit zümresi dışında demokrasi talebinde bulunmadı. Çünkü yüzyıllardır zihniyetlere sinmiş “kulluk” kabulüne sahipti. Kulluk sana bakana ve senden güçlü olana yapılan hizmetler bütünüdür. Her şeyi “kulluk yapılan” ,”kulluk yapana” lütfeder. O da isterse yapar, istemezse yapmaz. İşte Osmanlı’da teokratik mutlakıyet bunu tebaasının genlerine öyle bir işledi ki, bugün bile bundan sıyrılamıyoruz.
Demokrasinin olmazsa olmazı olan özgür ve bağımsız medya bugün bile bunu açısını çekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tepeden devrim ile kurulmasının ertesinde güce tapınma medyamızda görülen en büyük kronik rahatsızlık. Medyanın güce değil, demokrasiye tapması beklenirken, Türkiye medyası kurulduğu günden bu yana güçlü olan erke taptı. 2000’li yıllara kadar bu odak askeriyeydi. Siyasi ve demokratik açıdan olgun bir pozisyona kavuşamayan Türkiye Cumhuriyeti için askeriye tek güçlü ve “hakiki” kurumdu. İstenirse cunta ile devrimler yapılabilir, istenirse Cumhurbaşkanları bile tehdit edilebilirdi. Güçlü olan askeriye olduğuna göre medya ona yarandı, yaltaklandı. Demokratik bilinci hiçbir zaman sindirememiş, Osmanlı’nın bıraktığı “kulluk” sendromununu üzerinden atamamış, Türkiye ya da Osmanlı’nın Anadolu’da kalmış tebaasının torunları alışık olduğu şeyi yaparak “lütuf” bekledi, demokrasiye darbeler meydana geldiğinde haklı görenler oldu, nitekim bunlar Türk Ordusunun görevi olarak görülmüştü ve onlar da lütfettiler. Ak Parti iktidarının askeriyeyi sindirerek “güçlü” bir iktidarı devreye sokmasından sonra bu sefer neo-kullar yeni güç odağına dönmeye başladılar.
Sivil iradenin kuvvetlenmesi çok önemlidir ve demokratik toplumlar Türkiye’deki gibi bir militarist zihniyette olmadıkları için muhalefet kanadı ile iktidar birlikte sivil iradeyi zinde tutarlar. Türkiye halen bu demokrasi dışı yapıyı savunan CHP ile sivil iktidarı vaat ederek tek başına güç oluşturan bir yapının ortasında kalmış durumda ve medya buna yani güç pusulasının gösterdiği yöne göre tavrını takınıyor. Muhalefetin bu tutumu ve iktidarın gerçek bir sivil muhalefet bulunmaması dolayısıyla gücü eline toplaması meydanın da gözünden kaçmıyor tabi. Özellikle bu sefer güçlenen sivil iradenin yasama ve yargı organlarına sızması medya pusulanın ibresinin yönünü kesinleştiriyor, medyacı kullar güce koşuyor.
Demokrasinin ancak sivil bir irade ve kulluk sendromundan sıyrılma ile gerçekleşebileceği çok net. Türk insanın bu bilinci hazmetmesi ise daha kaç yıl alır bilemiyorum. Medyanın bile bu tutumu henüz alamadığını, bir kesimin umutla askeriyeye sarılması, diğer geniş kesiminse terazide ağırlık kazanmış olan iktidara yaranmaya çalışması gayet güzel gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti bu kulluk “bilinçsizliğini” yok etmek için kendi içinde bir evrim geçirmezse de bir taraftan halk, diğer taraftan medya bunu sürdürecek ne yazık ki. Demokrasi bir lütuf değil, yaşamak gibi doğal bir haktır düsturuna vakıf olabilecek miyiz acaba?
Gelen yorum bile reklam nasıl bir dünya bu ya
YanıtlaSil