24 Ocak 2012 Salı

Leica M9-P

her fotoğraf sanatçısının ya da fotoğraf meraklısının fetişidir.  Benim içinde durum bundan pek farklı değil, özellikle Leica M9-P’nin Türkiye’de de satışa sunulduğu şu son 2-3 aydır. Klasik, alışıldık rangefinder çizgilerini sürdüren fakat bu sefer biraz daha minimal bir Leica ile karşı karşıyayız. 

Leica M9-P 
Evet, belki dijital pazara girmekte epey geciken Leica’nın artık geri kaldığını söylüyor olabilirsiniz. Leica M8 ile başlayan ve tüm dijital modellerle kullanıma sunulan CCD sensörlerin ise artık özellikle Nikon, Canon ve Sony (CMOS'a geçiş yapılalı 3 sene oluyor genel çapta.) gibi dev şirketlerin tercih etmediği bir tip olduğunu öne sürebilirsiniz. Ama her ne olursa olsun, “Leica Ruhu” nu inkâr edemezsiniz. Şu anda Leica dijital fotoğraf çağının getirdiği teknolojik parçaların üretiminde ve geliştirilmesinde geri kaldığı öne sürülebilir ve doğrudur da. (İflasın eşiğine geldiklerini okumuştum bir yerlerden, Panasonic ile güç birliği yaptılar.) Fakat ürettiği lenslerin benzerini  –ki buna Carl Zeiss da dâhildir-bulamayacağınızı da belirtmek isterim. Dünya üzerinde üretilmiş ve üretilmekte olan en mükemmel lensler Leica’nındır. Az önce değindiğim Leica Ruhu’nun oluşmasında makinenin gövde tipinin yanı sıra bu lens kalitesi de başat faktördür. İşin özü Leica sadece bir makine değil, bir bakış açısı ve yılların deneyimlerinin oluşturduğu bir ruhtur. Bu ruhun oluşmasında ise dünya fotoğraf sanatının en büyük isimlerinin eşsiz katkıları var ve "Leica Ruhu"  hala yaşıyor. (Henri Cartier, Robert Capa ve Ara Güler gibi duayen isimler)

Leica M9-P
Leica M9-P’ye dönecek olursak 18 megapiksel, CCD sensöre sahip full frame (36.24 mm) ve 600 gram ağırlığında. LCD kalitesinin 230.000 pikselle epey kalitesiz olmasını ve 2,5 inç boyutuyla günümüz kullanım tercihine göre küçük kaldığını da belirtmekte fayda var.  Fiyatı Amazon sitesinde 8,000 dolar ve tabi ki bunun da sadece gövde fiyatı olduğunu akıldan çıkarmamak lazım .Ayrıca en ucuz Leica lensini de 6.000 TL’den bu fiyatın üzerine  eklersek ortaya çıkan meblağ ile bir araba alınabilir. Bu kadar eder mi etmez mi tartışmasını yapmanın bir faydası yok. Kimileri için bu makineyi almanın “büyük enayilik” olacağı  ortada. Fakat ben bu büyük enayiliği seve seve yaparım.


http://www.dpreview.com/products/leica/slrs/leica_m9p

22 Ocak 2012 Pazar

Rick Stein ile Akdeniz Tatları (Geçte Olsa Bir Zappingleme Hikayesi)

Rick Stein
Discovery’nin her türlü mamulünü izlerim ama her nedense BBCHD’yi pek izlemem. (Büyük bir hatadan yeni döndüm.) Dün akşamüzeri gibi Rick Stein ile Akdeniz Tatları adlı seyahat-kültür-yemek programına denk geldim. Kimdi bu Rick Stein, bilmiyordum. İnternetten bireysel sitesini ve sözlükleri şöyle bir gezindim. Antony Bourdain’in No Reservation adlı serisini Travel&Living’de yıllardır izliyordum. (Ne yazık ki bu kanal yayın hayatına son verdi. Bu ocak ayının başında.) Ama bu adamı nasıl duymadım şaşıyorum. Antony gibi bu adamda iyi ve tanınmış bir şef, özellikle deniz mahsullerinde uzman. Vakti zamanında İngiltere’de Tony Blair ve Fransa’da yüksek mevkideki isimler için şef olarak hizmet vermiş. Rick Stein’s Seafood başta olmak 11 tane yemek kitabı da var. Sizin anlayacağınız öyle es geçilebilecek bir şef-gurme (Word bu gurme sözcüğünün Türkçesi olarak “tatbilir” sözcüğünü işaret ediyor. Tam olarak karşılar mı bilemiyorum.) değil.


Belgesel çok iyi kurgulanmış. Birkaç bölüm halinde Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere giderek, geleneksel lezzetleri hem buluyor, hem de tariflerini alarak İngiltere’deki evinin mutfağında yapıyor. Ben 2 bölümünü izledim henüz. İlk izlediğim bölüm Yunanistan Korfu odaklıydı. Korfu’nun geleneksel mutfağını “keşfettiği” 70 dakikalık bir program. Hem bölgedeki restoranları ziyaret ederek lezzetleri deneyimliyor, hem de bölge insanının evine konuk olarak, ev-işi yemekleri tadıyor ve yorumluyor.  İşinde uzman bir şef ve aynı zamanda gurme olduğu yaptığı yorumların niteliğinden belli. Yemekleri birbiriyle mukayese ediyor, yapılış biçimlerini, tatlarını, kullanılan malzemeleri birbir açıklıyor. Fakat asla kırıcı omuyor bunu yaparken, yaptığı değerlendirmelerle bölge insanın günlük hayatına ve günlük hayatında yediği yemeklere değer vermesi, zaman ayırması gerçek “lezzet”in peşinde olduğunun önemli bir göstergesi. Ayrıca Profesyonel-elit mekânlardan uzak durması da gözümden kaçmadı. Bu noktada Bourdain’den farklı bir yol seçtiği açık. Bourdain de sokakta satılan, ayaküstü ve salaş lezzetleri tadardı Rick gibi ama Antony diğer mekânlara yani lüks-elit restoranlara da uğrardı. Rick Stein ise belgeselinin temasına aykırı olan bu tip mekânlardan özellikle uzak durmakta haklı tabi.


Çekimleri mükemmel. Özenli ve üslup sahibi, BBC’nin işini bilen yönetmen ve kameramanlarla çalıştığını ve yaptığı birbirinden harika belgesellerini düşünürsek buna şaşırmayız.  Antony Bourdain ile bir karşılaştırma yapacak olursak , No Reservation nasıl anlatır, daha doğaçlama. BBC’nin işini şansa bırakmayacağını ve pek tabi Anglo-Sakson yaklaşımını da eklediğimizde nedeni de ortada bu iki önemli farkın.

Diğer izlediğim bölüm ise İspanya, Fas ve son olarak Türkiye odaklıydı. Ne kadar birbirine benziyor şu Akdeniz ülkeleri. T uzlu bir iç deniz sayesinde meydana gelen  “Akdenizlilik” özellikle yemekler konusunda çok bariz. Kullanılan baharatlar (özellikle kimyon ve acı biber), pişirme teknikleri, -doğal olarak- kullanılan sebzeler, meyveler ve etler hepsi birbiriyle o kadar büyük bir benzeşim içinde ki, asıl şaşırtıcı olan ise kullanılan malzemelerde büyük farklılıklar olmamasına rağmen, ortaya yüzlerce farklı lezzetin çıkabilmiş olması. Dünya’da Akdeniz kadar geniş başka bir “yemek coğrafyası” yoktur sanırım. Mısır’dan İspanya’ya, Türkiye’den Fas’a, gerçekten inanılmaz. Zaten bu “inanılmaz”lık karşısında Rick Stein'in de dili tutuluyor bu nedenle Antony’de gördüğümüz o uzun süreli, samimi diyalogları (aşçılarla, sokak satıcılarıyla vb.)  Stein’de göremiyoruz. Karakter farklılığı tabi. Herkes Antony Bourdain gibi geveze olmak zorunda değil. Türkiye’de ise Mersin’e geldi ilk olarak. Ardından da “yemeğin başkenti” olan Gaziantep’e uğradı. Özellikle mekân olarak İmam Çağdaş’a seçmiş olması, önceden iyi bir araştırma yaptığının göstergesi. Çünkü Gaziantep’te kebap ve baklavada bir numaradır burası. İngiltere’de evinde, aldığı tarifle lahmacun yapması ise görülmeye değerdi. Yaptığı lahmacunu tadarken, 20 yaşında olsaydı tüm dünyada bunun şubelerini açabileceğini söylemesi enteresan ve akla yakın bir girişim önerisiydi ama ne yazık ki beni aşan bir iş olur bu.

Fas’ta İspanya’da tattığı lezzetlerin adlarını not almadığım için kendimi kötü hissediyorum. Neyse amacım programı tanıtmak, Rick Stein izlemek varken benim bahsetmem (ki ne gerek var, belgeseli izleyin ) zaten ayıp olurdu.

Belgesel yanılmıyorsam bir sene önce çekilmiş ve epeydir yayınlanıyormuş. Geç bir tanıtım yazısı oldu bu ama en azından duymamış olanlara geçte olsa anlatmış oldum. No Reservation’dan (ki bu serinin biteli yıllar oldu) sonra yüzümü gülümseten yeni bir belgesel serisi bulmuş olmanın kıvancı içindeyim. Geri kalan bölümleri de kaçırmazsam izleyeceğim. Bu kadar övgüden sonra doğal olarak tavsiye olunur.




19 Ocak 2012 Perşembe

Maktul, Katil ve Berber Cevdet

Kedi uzaktan kuşları arsızca gözetliyor, gözleri öldürme isteğinin şevkiyle kaynıyordu. Sabah yağmur yağdığı için kaldırım kenarında biriken suya değmemeye özen göstererek ilerledi. Su üzerinde şekil alan zahiri yansımalara bir an gözü takıldı. Dağılan dikkatini topladı ve ilerdeki güvercin kümesine doğru ilerlemeye başladı. Adım atışları sessiz ve yumuşaktı, hafifçe ıslanan tüyleriyle sürünür bir vaziyet aldı. Daha karanlık gece lambalarının aydınlatamadığı kuytu bir noktaya kadar adımlarını yavaşlatarak bu vaziyette devam etti. Loş ortamda büyüyen göz bebeklerine vuran akisler daha da belirginleşti, okşayıcı rüzgâr uzun, dikik kulaklarını yalayarak tüyleri arasından sürünüp geçti. Bir an durdu, aniden gelen sesle irkildi, sesin geldiği tarafa doğru kulaklarından biri hemen yön değiştirdi. Dükkânı kapatan esnafın çıkardığı paslanmış kepenklerin gıcırtı sesiydi bu. Dikkati dağılmıştı yine, kuşlarla arasındaki mesafe hala uzaktı, koşamazdı. Biraz önceki ürkek, yalvarır gözleri yeniden katilleşti. Vaziyetini düzene soktu. Kalbi kulaklarında atıyor gibiydi. Kuşların onu fark etmemiş olmasına şükretti. Meydandaki sebilin kenarında dolanıyorlardı kurbanlar. Süründü, süründü. Artık zamanı gelmişti, kaslarındaki adrenalin arsızca vücudunun her bölgesini dolanıyordu. Kafasını kaldırdı ve gözüne ona en yakın olan kümenin biraz dışında yemlenen erkek kuş takıldı. Bir an durdu, vücudunu ve arka ayaklarını yay gibi gererek kuşa doğru koşmaya başladı. Son birkaç metre kalmıştı,  kuşların bir kısmı onu fark etmiş ve havalanmıştı. Önce bu kanat sesleri onu ürküttü, fakat ardından tahrik de etti. Hedefi olan kuş havalanmamıştı henüz, çok yaklaşmışken fark eden erkek kuş geç kalınmış çaresizlikle havalandı ve son direnciyle o da pençeleriyle hamle yaparak sıçradı. Ön ayakları kanatları hissetti, imkân bulunca da uzun sivri dişlerini kuşun derisine geçirdi. Yere doğru onunla birlikte indi. Yükselmek isteyen kuş kanat çırpınışlarıyla karşı koymaya çalışıyordu. O daha da çırpındıkça kuşun derisinden boşalan kanın ağzındaki sıcak tadını hissedebiliyordu şimdi. Ön ayaklarını kanatlarına bastırdı ve dişlerini azap içinde kıvranan güvercinin boynuna geçirdi. Dişleri arasında can çekişen kuşu boğdukça boğdu, öldüğüne emin olunca da başını hafifçe eğerek cansız bedeni sakince önüne bıraktı. Ağzında biriken kanlı tüyleri tükürdü ve bir süre tükenen kuşa baktı, kanayan boynuna, gri tüylerinden akan tezat kırmızıyı süzdü çizgileşen gözbebekleriyle. Eserini inceledi. Öldürmüştü nihayet, etrafına muzaffer bir edayla çalım attı, ardından her adımıyla  kuşun cılız ve kanlı bedeninden sarkarak istemsizce sallanan acınası boynuyla, gururlu ve yorgun gözden kayboldu.


Sahibi bilinmiyor.
Cevdet bu manzarayı en başından beri izliyordu dükkânın içinden. Paydos saati gelmiş yan dükkânlar bir bir kepenklerini indirirken, onun gözü bu kediye takılmış ve berber sandalyelerinden cama en yakınına oturarak tüm bu süreci izlemişti. Kediyi durdurmayı düşünmemişti. Fakat kuşu yakaladığın da kalbi cız etmişti. Neden diyordu şimdi, neden ben durdurmadım onu. Zihni cevap aramaya koyuldu… Kim bilir belki emeğine saygı duymuştu, rızkına mani olmak istemezdi. Yok, hayır bu olamazdı, zaten yan dükkân bu kediyi düzenli olarak beslerdi. O kadar güzel beslerdi ki, kedi şişmanlamıştı. Bir süre daha düşündü, evet kuşu yakalayacağını ummamıştı, bu olmalıydı açıklaması. Bu tombullukla zordu o kuşu yakalaması, birazdan kuşlar onu fark edecek ve bu macerada burada bitecek diye düşünmüş olmalıydı. Zihni dağıldı, çocukluğundan beri kuşlara, bilhassa güvercinlere olan bir düşkünlüğü aklına geldi. Babasının Urfa’da çatı katında kuş beslediğini anımsadı. Onları avuçlarıyla beslerdi. Kahverengi güvercini özellikle hiç unutamıyordu, bir sabah ölü bulmuşlardı onu. Tekrar aklına az önceki manzara geldi. Hayır, kendini kandırıyordu, bu haylaz kedi tecrübeli bir kuş avcısıydı, yapacağını yapardı. Kilolu olması engel değildi bunun için. Neden izlemişti de bu arsız kediyi kovmamıştı o zaman. Cevabı hissediyordu, şimdi daha billurdu, sadece kendine itiraf edemiyordu, cesareti kuvvet bulamıyor  “yok canımlar” gerçeği gölgelemeyi sürdürüyordu. Zihni cevabı ona çoktandır alttan alta fısıldıyordu aslında. Evet, o da en başından farkındaydı gerçek cevabın. Nihayet itiraf edebildi hakikati kendine. Zihnini bu konudan uzaklaştırmak faydasızdı, ne kadar kaçarsa kaçsın gelip oturuyordu başköşeye. Kaçmak kuyuyu aydınlatıyordu. Zihninin hissettirdiği cevabı nihayet su yüzüne çıkarabildi. İtiraf etmeliydi; Bu avdan katıksız bir keyif almıştı. Kuşun öldüğüne üzülmüş müydü, o da hayır. Öldüğüne üzülmesi gerektiği için üzülmüş gibi hissetmişti. Durdurmamıştı, seyirci kalmış ve bu cinayetten içgüdüsel bir keyif almıştı. Nitekim doğru cevap da “bu” idi.



18 Ocak 2012 Çarşamba

3 Dakikalık Avrupa Tarihi


Kısa bir video hazırladım, Avrupa Tarihini (200-2000 arası 1800 yıllık uzun bir dönem için 80 harita mevcut) haritalar vasıtasıyla izlemek istiyorsanız torrent linki: http://torrentz.eu/8fbfc23b0f0862d45d55de932f6c5900db260e1b

12 Ocak 2012 Perşembe

Militarist Modernleşme (Almanya, Japonya ve Türkiye)


Murat Belge’nin geçen ay İletişim yayınlarından çıkan Militarist Modernleşme’si geçen senenin siyaset-tarih raflarında boy gösteren eserler arasında alınabilecek en dolu ve nitelikli kitap. Uzun bir araştırmanın ve analiz sürecinin Belge’nin geçmiş birikimleriyle harmanlaması neticesinde ortaya çıkan her anlamda nitelikli bir eser Militarist Modernleşme.

Kitabın adından da anlaşılacağı üzre Militarist olarak modernleşme yolunu seçen 3 toplumun ekseninde bu toplumların “neden ve nasıl” militarizmin uygulayıcısı olabildiklerini, tabi ki tarihsel- sosyolojik arka planlarıyla ele alıyor. Olmayanlara da değiniyor, ilk ulus-devletler bölümünde inşa edilen (sırasıyla) Britanya, ABD ve Fransa’yı ise diğer militarist ulus-devletlerin daha iyi anlaşılabilmesi için “neden olmadılar” yaklaşımıyla gözler önüne seriyor. Militarizmin üç büyük uygulayıcısının yanı sıra İtalya, Hindistan ve Yunanistan’daki toplumsal ve siyasi kurumları da yine bu ayıklayıcı yaklaşımıyla kitabına eklemekten üşenmiyor Belge.

Kitap bu sebeple kısa değil, gayet uzun. Niteliği de yüksek olduğu için, okurken notlar almak, arada bir tarih kitaplarını da arşınlamak lazım. Belge ele aldığı toplumların tarihi süreçlerinden bahsediyor, fakat yazarın verdiği bilgiler kendisinin ortaya koyduğu analizleri anlamak için yeterli değil. Belge’nin sunduğu önermeleri daha da iyi anlamak ve “hayrete düşmek için” kitabı okumadan önce siyasi tarih kitapları el altında bulundurmakta fayda var, zemin kazanmak için bu çok elzem.

Muhtevasına geri dönersek üstte de değindiğim gibi ilk ulus-devletlerden başlıyor. Britanya’nın neden militarist olmadığını ve dünyanın en eski ve en köklü demokrasisinin, burjuvazi-aristokrasi-krallık üçlemesinin arasında “inşa” edilen ilişkiler ve kurumlar vasıtasıyla nasıl meydana gedildiğini ortaya koyuyor. Britanya üzerine sunduğu analizler çok ilgi çekici. Burjuvazinin gelişimini, aristokrasinin zamanla oluşan bu kendine has Britanya kentlisiyle olan yakınlaşmasının akabininde sınıflararası ilişkilerin yeniden şekillenen yapısıyla güçlenen ve güçsüzleşen kesimler arasında ortaya çıkan “ortada buluşma” ile gelişen demokratik kurumların militarist yapıya nasıl sübap olduğunu alıntılarla ve göndermelerle yazıya aktarıyor Belge. Epey notum var  bölümden, hepsinden bahsetmek isterim fakat korkarım ki bu durumda inceleme yazısı bile uzunca bir kitap halini alabilir.

Ardından ABD’deki kurumları ve oluşum süreçlerini sonra aynı analiz süreciyle Fransa devrimi çevresinde sınıfsal ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde ordunun rolünü ele alıyor. Bir sonraki bölümde ulus-devletlerle birlikte doğan ve militarizmin de biricik "yuva" ideolojisi olan milliyetçiliğe değiniyor. Milliyetçiliğin Fransız devrimi sonrası nasıl ortaya çıktığını, sanayileşmenin bunu nasıl körüklediğine kısaca anlattıktan sonra Batı Dünyasında Askerliğin Tarihine Kısa Bir Bakış adlı bölümde, ilk düzenli ve gelişmiş ordulara sahip Roma’dan, Ortaçağ şövalyeliğine, bir sonraki aşama olan ücretli askerler dönemine, Napoleon ile birlikte gittikçe kurumsallaşan “herkese askerlik” süreci tabanında şekillenen kurmaylık ve subay eğitimi gibi 19. Asrın askeri yapılarına, bu kurumların ilk büyük sınavı olan birinci dünya savaşına ve son olarak günümüz askeri kurumlarına geliyor yazar. Bu bölüm kısa fakat özetleyici niteliğiyle gelecek bölümlere geçiş için temel oluşturuyor. Militarizme kapı aralayan askeri kurumlardaki gelişim bu nedenle çok önemli.

Sıra bir sonraki bölümde Almanya’ya geliyor. Kitabın ağır topu Türkiye ile birlikte bu toplum. Çünkü Prusya ile başlayıp gelişen militarizmin Alman İmparatorluğu ile nasıl tavan yaptığını ve Almanya’nın militarizmin neden en etkin ve “başarılı” uygulayıcısı olduğunu anlamak için başlı başına bir kitap sayılabilecek mükemmel bir bölüm halinde işlenilmiş Almanya. Almanya’da askerliğe olan “hayran” bakış açısı ve onu üst noktalara taşıyan toplum-yönetici ilişkilerinin ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal-tarihi kurumlara göz gezdiriliyor. Ulus-devletin ilk örneklerinin başarılı modernize gelişimlerinin taklidi olan ve Almanya’da inşa edilen ulus-devlette milliyetçilik endeksli militarist modernleşmenin oluşumu çok dikkat çekici.  Aristokrasinin subay kadrolarının Junker’ler gibi tek sahibi olması, burjuvazinin cılızlığı ve apolitikliği ile gelişim olanağı bulan ve demokratik fikirleri disiplin ve itaat düsturuyla boğan Alman militarizminin toplumu ve zihniyetleri nasıl ele geçirdiği o kadar akıcı ve iyi bölümlendirilmiş bir halde ortaya konulmuş ki içindekiler bölümüne şöyle bir göz gezdirdiğinizde sadece başlıkların bile size çok şey anlattığına şahit olacaksınız. Almanya’daki ideolojilerin ve toplumun nasıl militarize edildiğini anlatmak benim haddime değil, Murat Belge zaten bu işi çok etkin ve yerinde analizleriyle yapmış… (İlker Başbuğ'un tutuklanması dönemine rastladığı dolayısıyla hala çok sıcak bu kitap.)

devam edecek...