30 Nisan 2011 Cumartesi

Güzeldi Be!

1-Ya ne günlerdi değil mi? Bak hiç unutmam kardeşimle beraber oturur izlerdik. İnanır 
mısın? Ne zevk verirdi değil mi?

Roboroach (Sağdaki Ruby, Soldaki Reg)
2-Sen şeyi hatırlar mısın? Roboroach’ı… İki kardeş hamamböceği vardı. Biri Regti Galiba. Diğeri neydi? Sen biliyor musun? Ya hatırlayamadım, sen izledin mi onu bu arada?

1-Yok ben onu hiç izlemedim. Bilmiyorum vallahi.

2-Dur dur gelecek aklıma…eeeeeee….ha! Buldum. Ruby ya, Ruby. Ne güzel çizgi filmdi o ya. İki hamam böceği vardı. Biri böyle iyiliksever bir şey, diğeri de, Reg olan böyle paragöz bir şeydi. Kardeşimle kurulurduk ekranın başına onu izlerdik. O zaman Fox Kids vardı da, işte oradan.

1-Ben de o kanalı kabloludan izlerdim. Sonra adı falan değişti onun, jetig mi öyle bir şey olmuştu.

2-Jetix; Sen nasıl bilmiyorsun abi, o zaman bunu, o neyse de bak izle bir, bayılacaksın. O zamanlar bizde bayılırdık, hala da seviyorum canım ama işte bilirsin usta, o yaşlarda her şey farklı geliyordu insana. Ne güzeldi, kurul ekranın başına…. Ya bende bugünlerde bir ince var, çok unutkanım. Reg’in bir repliği vardı. Vardı vardı da, neydi?  Neden Ben miydi? Evet, şöyleydi herhalde.”Neden ben, neden ben, neden her zaman ben!”.Bunu izle abi bir bak, bayılırsın.

1-Şeyde çok güzeldi, Afacan Lui

2-Mükemmeldi ya! Babasını hiç unutmam onun ben.

1-Sen babasının çocuk nasıl oluru anlattığı bölümü hatırlıyor musun? Normandiya benzetmesini, Hahay!

2.Babası askerdi onun değil mi? Abarttır abartır dururdu.”Biz Kore Savaşındayken, böyle çok zorluklar çektik.”diye başlardı lafa.

1-O gerçek bir Amerikalı komedyenin çocukluk anıları değil mi? Louis Anderson’ın

Afacan Lui 
2-Evet, evet, başarılı bir komedyen olacağı çocukluğunda belliymiş adamın, o da galiba bizim Beyaz gibi r’leri söyleyemiyordu. Zaten filmde hatırlarsın onu sen.

1-Evet, evet r’leri söyleyemiyordu. Ama güzeldi o özelliği, zaten oradan çekiyordu bizi, onu duygusal gösteriyordu. Bu arada sohbete daldık, derse var mı daha?

2-Var, var 15 dakkamız daha var. Rahat ol sen….sonra jetgiller vardı. Hani şu gökdelen aile.

1-Ya nasıl unuturum. Ama o şeylerden eski, afacandan falan. Bayağı hem de, annemler izlermiş onu, Taş devri ile aynı dönemde işte, bilirsin.

2.Tabi ya 70’lerde falan olması lazım onun. Ama o da çok güzeldi, bayılırdım ya. Hiç unutmam başlangıç jeneriğini babaları hepsini gidecekleri yere bırakırdı. Değil mi?

Jetgiller
1-Sonunda eşi, tüm parayı alırdı… İyi kalmış aklımızda bak. Veriliyor mu? Hala o.Gördün mü sen hiç kanallarda.

2-Valla görmedim ben, ama görsem izlerdim bir daha….gel şöyle geçelim kapıyı kapadık burada.…sana da günaydın….iyi çocuk bak bu adam, selamı sabahı biliyor.

1-Cemal mi? İyidir, iyidir. Şirinleri izler miydin sen bu arada?

2-Ya, tam damarıma bastın ya, bayılırdım ben ona.

1-Başlangıcındaki adamın sesini hatırlıyor musun? Çok başarılıydı o, eski TRT’cilerden o adam. Bak sana bir şey söyleyeyim mi? Türkiye seslendirme konusunda dünyada bir numara. İngilizce orijinalleri bile hiç uymuyor bizimkiler kadar. Ama bizimkiler cuk diye oturuyor.

2-Kesinlikle haklısın, yüzde yüz yani. O adamın sesini erkenden duymak için, başını kaçırmazdım. Nasıldı o bak, şöyleydi herhalde:”Uzun uzun yıllar önce ormanın derinliklerinde yaşayan küçük mavi yaratıklar vardı, onlar kendilerine şirinler derlerdi. Çok iyiydiler.”Bir şeyler, bir şeyler daha vardı ama hatırlamadım şimdi.

1-Karkamel’i hatırlıyor musun sen?

2-Gargamel değil miydi o ya?

1-Gargamel’i tabi, ne Karkamel’i… bak ben en çok onu severdim işte. Ulan insan kötü tarafı tutar mı? Ben bir kerede Gargamel kazansın görmedim. Hep beklerdim, bir şirini yesin diye. Yiyemedi adamcağız gitti ya bir türlü.


2-Bende en çok şakacıyı severdim. Ortamı velveleye verirdi ya, bayılırdım ona ya… bir de şeyi gözlüklüyü, gözlüklüyü, onu da çok severdim. Papağan gibi sesi vardı onun da
.
1-Bu çizgi film konusu bizi sardı vallahi. Ne çok varmış içimizde meğerse. Ama o tat bir daha bulunmaz, öyle çizgi filmlerde yok artık, hepsi bilgisayar oyunu gibi oldu çıktı. Vurdulu, kırdılı hepsi şimdi.

2-Haklısın, arada küçük kuzenim bize geliyor, hep böyle kim kimi kırdı, kim kimi öldürdü o. Ya, tamam bizim zamanımızda da vardı ama bir bilinç vermeye çalışırdı.

1-Ninja Kaplumbağalar mesela, değil mi? Onda vardı ama,

2-Mesela yani, ondada bir vurdu kırdı vardı ama bir kardeşlik, iyilik bilinci de vardı ama, şimdikiler Allah ne verdiyse, bam güm çat.

1-Abi işin sanatı öldü galiba da biraz sanki….bana öyle geliyor.Eskiden bu işi yapan iyi isimler vardı, hepsi birer sanatçıydı ve bir amaçları da vardı bu insanların.Şimdi nasıl peki , grafik bilen adamı koy işin başına yap de, ne beklersin bu adamdan sen.Tamam mükemmel görsellikte bazıları ama, üslup yok, bir tarz yok, bir şey yok.

2-Bak iyi dedin şimdi. Bir sürü nedeni vardır ya ama senin dediklerinde haklısın usta. Bilgisayarın etkileri işte.

1-Bilgisayar da tabi, ama öyle değil mi ya? Sence

2-Tabi tabi öyle. Galiba o eski zihniyet öldü gibi geliyor bana da, sanatçıların yerine toy grafikerler almaya başladı. Şu şirinleri çizen adamın adı neydi? Hani komünist propaganda yapıyor falan dedikleri…. neydi onun adı? Sen biliyor musun onu?

1-Hatırlayamadım ben de ama dur bir, telden internetten bakayım. Bir saniye….nerde bu telefon ya…. buldum, tamam Wiki’ye giriyorum.

2-Gir bak bir, hatırlamadım şimdi.

1-Ş-İ-R-İ-N-L-E-R yazdım. Bakıyorum. Burada da internet bir yavaş ki sorma.

2-Buldu mu?

1-Arıyor bakalım, hadi hayırlısı artık…. buldu. Şey.… Hı! Belçikalı çizer Pierre Culliford diyor.

2-Bakıyım bir…. oydu tabi ya. Sen şeye katılıyor musun? Şirinler komünizm propagandası yapıyor olayına.

1-O açıdan bakarsan muhtemel ama zaten bu adamda Komünist galiba.

2-Öyle olması lazım. Bence abi, yapmış olsa bile, bir önemi yok, ben o zamanlar hiç o açıdan bakmadan izledim.

1-Yapmışsa da yapmış. Çok başarılı bir çizgi filmdi. Ne olmuş yani, yaptıysa.

2-Kendi bileceği iş, hepsi yaptılar bunu, yapıyorlar da. OOO yani, boş ver dediğin gibi… ne yapalım?

1-Sende bozuk var mı? Şuradan bir yerden bir kahve alalım. Derse var zaten 10 dakka daha.

2-Var, var.… sende sigara var mı peki?

1-Sabah aldım var koca paket…. merdivenlere dikkat et, kayıyor biraz.







24 Nisan 2011 Pazar

Ah Propaganda, Ah Propaganda, Sen Neymişsin Sen

COD 2

Hayatımda en kötü alışkanlığım olarak nitelendirdiğim bu uğraş, aynı zamanda bana o kadar büyük bir haz meyvesi sunuyor ki. Ah! Ne oyunlardı, bana ne romantik bir zevk verirdi. Soğuk kış akşamlarında masanın üzerinde kahvem, Company Of Heroes’ta ülkeler fethetmek, Call Of Duty 2’de Stalingrad bölümünde vızıldayan mermiler arasında ve görsel sarhoşlukla turları sonlandırmak.(Bu bölümde hiç durmadan koşan binlerce insan, mermiler, uçaklar, tanklar, Stalingrad şehrinde Sovyet Bayrağını taşıyan bir adam ve arkasında yüzlerce asker, kan, sarhoşluk, zafer, mükemmel görsellik, Ayrıca hiç unutmam ben de bu bölümde bağırarak saldırmıştım binalara, ancak içerden uyarı gelince anladım, annem bana bir şey oldu sanmış kadıncağız.)

Evet, tamam itiraf ediyorum, ben bu alışkanlıktan bir türlü kurtulamadım. Oyunlardaki görseller, karakterlerle empati kurarak hikayeyi içselleştirmek ve başka bir yaşam formuna geçmek, ne yalan söyleyeyim bana müthiş bir haz veriyor. Ancak bir farkla artık daha dikkatliyim, bir süzgeç oluşturdum ve oyun içerisine bilerek serpiştirilmiş çakılları bu süzgeçten geçirerek haz almaya çalışıyorum. Bu benim yaşımdaki biri için normal tabi, ama ya daha süt dişleri dökülmemiş çocuklar için ne demeli. Oyunların çoğu +18 diyeceksiniz. Yapılan istatistiklere göre dünyada en çok oyun oynayan yaş grubu 10 ila 20 yaş arası kesim. Yasaklar engel değil, bildiğiniz üzere.

COD 4
Bir önceki paragrafın ortalarında açtığım süzgeç mevzundaki en iri çakıl taşları üzerinde “For Propaganda” yazanlar. Bu tür taşlar ayakkabıya kaçmakla kalmıyor, ayağı parçalıyor artık, özelliklede grafik teknolojisindeki bu aşırı atılımda.2000 yıllarından önce güçlü devletlerin elinde birkaç propaganda aracı vardı. Bunlar televizyon, gazete, broşürler, belki okuyan için kitaplar ve radyo... Bu dönemden sonra en etkili propaganda aracı doğmuş oldu: Bilgisayar Oyunları. Peki, bilgisayar oyunlarının propaganda yayımında Oskar almasını sağlayan nitelikleri neler.Başta ilgilenen yaş aralığı, tam istenen kesim, herhalde ABD’de de bizdeki “Ağaç yaşken eğilir” atasözüne benzer bir atasözü var olmuş olmalı ki, onlarda bu sözlerine kulak vererek işe koyulmuşlar.O yaş aralığındaki bireylerde pek bir siyasi izlenim oluşmaz, gücün nedenlerini sorgulamazlar, yaratılış gereği o dönemde güce verilen değer had safhadadır.Lafın gelişi, onlar için hep kazanan bir süper güç, gözlerinde farklı bir değer kazanır,anlam ifade eder.İkinci olarak bilgisayar oyunları diğer tüm araçlardan farklı olarak maksimum düzeyde empati odaklıdır, oynayanı, oyundaki yaşamın içine davet ederek, bazen nefretle, bazen vatansever duygularla, bazen de katıksız zafer duygusuyla sarmalar.Bu durumda oyunun içine itilmiş birey o ne kadar inkar etse de etkilenmiş olur.Örneklemleri uzun uzadıya vereceğim ama bir örnek bu noktaya çok güçlü bir destek sunuyor.2007 yılında piyasaya çıkmış olan Call Of Duty 4 Modern Warfare oyunundaki ufak bir sahne var ki, bilinçaltı etkilemesine basit ama çok iyi bir misal.Irak sokaklarında “teröristleri” takip ederken dar bir alanda ABD askerlerinin etrafı 5-6 tankla ve birkaç düzine adamla çevrilir.Siz oyun esnasında bu hengameden nasıl kurtulacağınızı sorgularken, ileride barikatların arkasında, yerde parıldayan yerden- havaya bir füze görürsünüz.Bu füzeyi alarak tüm tankları kilitleyerek yok edersiniz ve kurtulursunuz.İfadem gayet net oldu, ama benden bu konuda daha başarılı olanlar oyunun yapımcıları olsa gerek, demek istedikleri şu:”Etrafı son model “Rus” tanklarıyla çevrilmiş bir elin parmaklarını bile aşmayan güçlü ABD askeri, mükemmel teknolojisiyle, üstün bir güç gibi bir düşman bölüğünü yok edebilir.Forever USA” Kesinlikle ABD’ye kızmıyorum, oyunun yapımcılarını da ayrıca tebrik ederim. (Makyavelist bir anlayış çerçevesinde, buna göre bir "doğru" olduğunu belirtmekte de fayda var. "Erdem"in ne olarak tanımladığına bağlı olarak)Adamların hakkı, bir ülke şu dönemde "gerekli" olanı yapıyor, sen de "adam" ol da sen de yap.Mesela yapana kızmak olmamalı, mesele tahriklere kapılmamadan oynayabilmek olmalı, tabi ne kadar başarabilirseniz, o da size kalmış.Üçüncü olarak, PC Gamesler’in, geleceğin-geçmişin ve sanal hayatın günümüze yansımalarını teşkil etmesi ve oyunların çok amaçlı olarak kullanılabilme olanakları.Ben yıllardır diyorum, artık tarih ve dünya öğrenimi kitaplara sığdırılamaz.Mesela Kurtuluş Savaşımızı işleyen bir bilgisayar oyunu yapılsa ve okullarda yürürlüğe sunulsa, emin olun, hepsi su gibi içerler Sakarya’yı, Büyük Taarruzu. "Milli" tarih çapında örnekler değil sadece, Siyasi Tarih, Roma , Osmanlı vb.(Çocuklar Beden Eğitimi yerine Tarih derslerine girmek isteyecekler bir kere. insancıl ve şiddetten olabildiğince uzak olması koşuluyla, altta ifade ettiğim  örnek ile değil tabi.)Oyun şöyle başlasa mesela, İngiliz bayraklarını göndere çekmiş, İstanbul Boğazına doğru sislerin arasında ilerleyen gemiler, sisli bir İstanbul silueti ve Teoman’ın dediği gibi “ yorgun,üzgün ve yaşlanmış.” bir şehir. Karenin altında Türkçe 4 yıl önce yazısı, sonra ekran kararıyor ve arka planda müthiş epik ve aynı zamanda iç burkucu, içerisinde zafer ve ölüm ezgilerini barındıran, arada sırada M.Kemal Atatürk'ün seçilmekte zorlanılacak seslerini (Metin olarak bu esnada da ekrana yansılatılacak) içeren mükemmel bir müzik. Ardından ekrandaki karartı geçer mükemmel bir grafikle kendimizi basit bir er olarak II. İnönü Savaşında buluruz. Ani bir top atışının etkisiyle kulaklar sağır olmuş, hemen ilerimizdeki komutan taarruzu emrediyor. İnsanlar birbiri ardına karşıki mevziiye koşuyor. Havada “Allah Allah” nidaları, bizim yönettiğimiz er (Oyun bu arada FPS olacak.) sürüne sürüne siperin ucuna geliyor ve bir süre dövüşen insanların silah sesleri, vurulan bedenler ve toz dumanı izliyor. Tam o sırada Teğmen Cevat(Öyle biri yok tamamıyla uydurdum.)bu erin yanına geliyor ve eri ayağa kaldırmaya çalışıyor. O anda karşıki mevziden gelen bir mermi, teğmenin vurularak ağır çekimde yere düşmesine neden oluyor. Erin yüzüne kan sıçrıyor ve ellerine bakıyor. O anda bizim er öyle bir nefret ve intikam hırsıyla doluyor ki, kendini siperden dışarı atıyor ve kontrol size geçiyor. Hiçbir tarih kitabı tarihi olayları bu kadar "gerçekçi" ve içselleştirerek anlatamaz. Şimdi bu tarz oyunların "nefreti körükler" dediğinizi duyar gibiyim.(Üstü yaptığım anlatı da nefretin genç nesile "nasıl" empoze edilebileceğine güzel bir misal, tarafsız ve nefretten arındırılmış bir tarih anlayışının taraftarı olarak, yaptığım anlatının ABD'deki konsol-pc oyun yapım  sektörünün "bakış açısı"nı daha net tanımlamak için olduğunu da belirteyim. Yoksa "şiddet"e her nasıl olursa olsun, küçük yaştaki bireylerin maruz bırakılması doğru olmaz. ) O zaman ABD’nin şu 15 yıl içerisinde oyunlarında yaptıkları benim bu senaryomu tek hamlede nakavt edecektir.(Mesela 2.Dünya Savaşının her karesini oyunlarında anlattılar. Bu anlatımın "nefret" ve tabi ki "ötekileştirme" üzerinden kurgulandığını belirtmeme bir daha gerek yok.) Özellikle ABD’li oyun yapımcılarının oyunlarında o kadar çok nefret sahnesi ve bunun doğurduğu nefret enstrümanları var ki, hangi birini yazayım diye düşünüyorum şu an. Ama her ne olursa olsun olabildiğince şiddetten uzak (ki burada strateji oyunları ön plana çıkıyor, nitekim FPS formatı buna pek uygun değil.(bkz. Empire: Total War) ve objektif yapılabildiğinde gerçek anlamda tarih zırvası (okullarda "eğitim"i, "öğretim"i yapılan) kitapları çöpe atabiliriz. Bu açıdan mükemmel bir imkân teşkil ediyor.Bu noktaların tümüne dikkat çekmek için bazı oyunlar üzerinden örneklendireceğim. Haydi başlayalım.

Medal Of Honor Airborne: Tüm bölümlerde, neredeyse Almanlara küfür ediliyor. Hayır, sadece askerlere değil, Alman milletine. Bu nefret değil de nedir? Yine aynı oyunda, Fransa geçen bir sahnede bir Alman tankı arkadaşlarının gözleri önünde yere düşen ve kalkamayan masum bir Amerikan askerini ezer. Şunu belirmek gerekir ki; Almanlar Amerikalılara nazaran (İç savaş, atom bombası ve Vietnam'a dikkat çekmek isterim.) savaş hukukunu tarihte en iyi uygulayan milletlerden biridir. Hitler'in bile -yahudi faciasını bu bağlamda dışarıda bırakırsak- uluslararası kurallara saygılı olduğunu dile getirebiliriz.

Medal Of Honor 2010: ABD askerleri bu sefer El Kaideye karşı ve inanamayacaksınız ama  –inanılmaz bir şekilde- yeniyorlar. Haçlı seferleri mantığı üzerine gidildiği su götürmez bir gerçek, askerlerin giyim tarzları, sakalları ve tavırları bunu doğruluyor.(21.yy'da bu "bilinç"in sürüyor olması da farklı bir tartışma konusu.)Dikkatli oynayan ve biraz da duyarlı olan her birey bunu şıp diye anlar.

Bad Company 2:Bu sefer düşman Ruslar, ama Rus askerleri çok tipsiz, acımasız olarak çizilmiş.”1 Amerikan Dünyaya Bedeldir” mantığı burada da var.

Call Of Duty 4 Modern Warfare: Rakip bu sefer Araplar, oyunun başında herkes sokaklarda kurşuna diziliyor, Arapça konuşmalar, sokaklarda ürkek insanlar, hepsi ABD’yi istiyormuş gibi bir hal içinde. Her tarafta kaos, sokaklar savaş alanı, duvarlarda kırmızı harflerle -ne yazılmışsa artık- Arapça yazılmış bildiriler. Ha bir de, nasıl anlarsanız anlayın ama bir turda Kiliseyi vurma emri vardı(Hiç unutmam.) vurduğunuzda oyun bitiyordu. Fakat anı durum –ayrıcalık- etrafta tonla olan camiiler için mevzubahis değildi ne yazık ki. Bu nasıl bir paradokstur. 

Call Of Duty 6 Modern Warfare 2:Rakip Ruslar, katil, cani, terörist olan Ruslar. Oyunun ortalarında bir turda Moskova’da havalimanındaki katliam niye Rusya’da yapılıyor o da bir soru işareti. Yalnız yapımcılar “Ya biz kantarın topuzunu fazla kaçırdık” demiş olmalılar ki, bir hain Amerikan Komutanı ve bir grup Amerikan askerini de düşman olarak oyuna dahil etmişler. Uyanık köftehorlar sizi gidi. (Bu oyun Rusya’da yasaklandı.)

Call Of Duty 5 World At War: Sıra bu sefer Japonlarda. Savaştan anlamaz, savaş hukuku bilmez, katil ve işkenceci Japonları konu alıyor bu sefer arkadaşlar. Japonları bir temiz süzgeçten geçiriyorlar bu oyunda da. Oyunun başındaki işkenceci Japon subay her şeyi anlamanıza yeter de artar bile. Şunu belirtmek gerekir ki, Japonlar Amerikalılardan daha fazla savaş felsefesi içinde yoğrulmuş insanlar.(Japonya'da "savaşçı" sınıfın, tüm sınıflar arasında ilk sırayı alması, doğal olarak bunu doğurdu tabi.) Amerikalılar Vahşi Batıda birbirlerini para için boğazlarken, Kızılderililerin hakkından gelirken (ABD'nin bireysel silahlanma ve şiddette, günümüzde dahi parlak bir sicilinin olmadığı aşikar.) Japonlar Samuraylar gibi  savaş adamları yetiştirmiştir.(Bunun bir benzerini en azından ABD toplumunda göremeyiz.) Diyeceğim o ki, herkes haddini bilsin.(Makul akılda insanları da aynı kefeye koymak çok ayıp ve haksız olur. Clint Eastwood’un İwo Jima’dan Mektuplar filmini önermek isterim. Japon askerini bir de buradan izleyin. Tarafsız ve insancıl. Eastwood’a sonsuz saygılar.)

World İn Conflict
World İn Conflict: Ruslar ABD’yi işgal eder. Oyunun amacı 60 yıllık bir bilinçaltı korkusunu yeniden ortaya çıkarmak. Rus Ayısı, Amerikan Kartalına saldırıyor klasik olarak. Tabi sonunda ABD onları “defeder”  her zamanki gibi.”Bize bulaşmayın lan” sesleri oyunun içinden vıcık vıcık yükseliyor. Red Alert ’da bu noktada benzer bir örnek olarak verebiliriz pek tabi.

Homefront: Kuzey Kore ABD’yi işgal ediyor ve ABD halkı kendini korumak için adından da anlaşılabileceği gibi pek kahramanca evinin önüne kadar gelen Kuzey Koreli askerleri avlıyor. Her şey son derece net “Düşman=Kuzey Kore” denklemi siz sayın seyircilerin karşısına çıkıyor zaten.


Tabi,  bu hususta kutlanması gereken oyunlarda var. Company Of     Heroes’un ilk oyununda yer yer böyle unsurlar olmasına rağmen, 2. Oyununda (Opposing Fronts) savaşı Alman, İngiliz ve Amerikan boyutlarında gayet insani ve objektif sunmasına da alkışlamak istiyorum. Relic’in bu yaklaşımı takdir görmelidir. Ama kimse meselenin bu boyutunu irdelememesi de elem vericidir.


Peki, Biz Ne Yapmalıyız?

Etkilenme düzeyimizi minimum düzeye indirmeye çalışmaya gayret etmeliyiz. Her bireyin bilinçaltına o farkında olmasa da böyle izlenimler ve fikirler işleniyor. Bu işi yapanların, para onlarda, işi bilen insanlar onlarda ve en önemlisi güç onlarda olduğu sürece bu sanatı bu şekilde sürdüreceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın. Hayır, onları suçlamıyorum, bu işi hatalı taraflı veya çarpıtıcı da yapsalar, sadece onlar yapıyor. Biz de çerez gibi tüketiyoruz. Eğer beğenmiyorsan, kızıyorsan, çırpın sen de yap. İşte tüm mesele bu noktada düğümleniyor. Olay bu kadar basit.











                                                                                                                         

23 Nisan 2011 Cumartesi

Çöl Tilkisi Erwin Rommel


Yavru Tilki Doğuyor.


20.yy savaş stratejisinin ana kalemlerinden, özellikle de Tank savaşlarının yaratıcısı, geliştiricisi ve en iyi uygulayıcısıydı. Gerek Almanya’da gerekse tüm dünyada savaş hukukuna saygılı, mükemmel bir stratejist olarak tanındı. O sadece Hitler Almanya’sında ülkesine gönülden bağlı bir feld mareşaldi, hepsi o, siyasi ve idari yaklaşımları fazla umursamadan, Prusyalı bir şövalye edasıyla 2.Dünya Savaşı’nın tartışmasız en iyi komutanıydı Erwin Rommel.

Erwin 20.yy en bunalımlı döneminde Würtemberg’de doğdu. Çok iyi bir mühendis olabilirdi. Özellikle de havacılığa çok büyük bir ilgisi vardı. Arkadaşıyla onlu yaşlarının başlangıcında bir planör yapmayı başarabilecek kadar fiziğe ve matematiğe düşkündü. Fakat kader onu farklı bir yaşama doğru itti. Babasının isteğiyle 1910 yılında 124.Würrtemberg Piyade Alayına giridi.1912’de 2 yıl içerisinde teğmen olmuştu. Teğmen rütbesiyle Birinci Dünya Harbinde Argon Savaşına katıldı ve Fransa’da, Romanya’da ve İtalya’da hizmetler verdi. Çok önem arz eden ve Almanya için büyük bir gurur olan Demir Haç ve Pouf Merrite madalyalarını kazandı. Bu genç subay, birçok birlikte görev yaptı ve üstün başarısı sayesinde 2. Dünya Savaşı patlamadan Albay rütbesine kadar terfi ettirilmişti . Rommel ilk sınavlarını başarıyla atlatmış ve finaller için hazırdı artık.

2.Dünya savaşı öncesinde eğitmenlik yaptı uzunca bir süre. Savaş stratejisi üzerine kitaplar kaleme aldı. Piyade Hücumu adlı kitabı bir başvuru kitabı olarak değer gördü. Rommel teorik yaklaşımları mükemmel derecede iyi biliyordu. Bunu göstermesi içinse birkaç yıla ihtiyacı vardı.Bu kadar az bir süre kaldığından haberi var mıydı bilinmez.

Haziran 1940-Fransa İşgali Sırasında
Almanya Polonya’ya saldırmış ve birkaç gün içinde tüm Polon topraklarını işgal etmişti. Polonya’ya destek sözü veren İngiltere savaş ilan etti, ardından da Fransa onu takip etti.1940 yılında Rommel’e Fransa’daki 7.Panzer Tümeni komutanlığı verildi. Bu tümen “Hayalet Tümen” adını aldı.(İngilizler “Şeytan Tümen” derler.) Fransa’da o kadar hızlı ilerliyordu ki Meuse nehrini ilk geçen onlar oldu. Fransa’nın bahriye açısından son derece önemli limanını Cherbourg’u da ele geçirmesi Rommel’in teorik bilgisini mükemmel derece pratiğe aktarmasının işaretlerinden yalnızca biriydi. Evet, Rommel kendini ispatlamış. Eşi benzeri görülmemiş bir süratle Hitler’e Versay Sarayında yemek yeme zevkini tattırmıştı.

Rommel’den Çöl Tilkisine


Rommel’i Çöl Tilkisi yapan upuzun ve bakir Libya çölleriydi.1941 Martında Libya’ya adım attığında geleceğin ona neler getireceğinden zerre kadar haberi var mıydı acaba? Fakat Rommel bir şeyi çok iyi biliyordu. Düşünmenin gücünü. Ofisinde sabah saat 4-5’e kadar çalışır, tartışır ve ardından birkaç saatlik bir uykuyla Afrika Kolordusunu komuta ederdi.

1942-Kuzey Afrika
Libya geldiğinde İngilizlerin o dönemdeki komutanı General O’Connor iki ay süresince 20.000 kişilik ordusuyla 31.000 kişilik İtalyan ordusunu Libya’nın batısına kadar sürmüş. Rommel’in gelişinin haberini de sadece düşmana bir “moral” olacağı fikriyle gönlü rahat olarak almış ve fazlaca önemsememişti. Fakat Rommel ona kendini tanımakta hiç gecikmeyecekti. Gelişinden çok kısa bir süre sonra 31 Mart 1941’de(beklenen karşı ataktan 2 ay önce) saldırıya geçti.Şunu iyi bilmek gerekir ki, Rommel bir tilkideki kurnazlığa sahipti.Düşmanını gafil avlamayı çok iyi biliyor ve kandırmalar üzerinden harekatlarını idame ettiriyordu.Boks dili tabiriyle ”sağ gösterip sol” vuruyordu.Mart-Nisan aylarında çok kısa bir sürede Agadebya’dan Sollüm’e kadar ilerlemişti.(Neredeyse 2000 Km, bu da demek oluyor ki Türkiye’yi baştan sona kat etmek üzere.)İngiliz komutanlarından Neame raporunda:”Almanların cepheyi yardığını ve İngiliz zırhlı birliklerinin bu gediği tıkayamadığını” bildiriyordu.Tabi ki hiçbir ilerleme gibi bu da tam sürerli olmadı.Savaşlar med-ceziler gibidir ve Sollüm’de tıkanan Rommel bu sefer cezir safhasındaydı.Güçlü, ikmal kaynakları çok bol olan İngilizler için savaş daha kolaydı ve Rommel, kendi ikmal bölgesinden epey uzaklaşmıştı.Kaynaklar kıt ve askeri bakımından da düşmandan epey güçsüzdü.Çekilmeyi bilmekte savaş statejisinde çok önemli bir olgudur ve Rommel bunu çok iyi biliyordu.Bozguna uğramadan meydana gelen bu başarılı çekilme Ocak 1942’e Merselbrega’ya(Başlangıç noktasına çok yakın bir nokta) kadar devam etti.Bu cezir evresinde Rommel’in kaybettiği düşüncesine kapılanlar Rommel’in Ocak 1942’deki bu emrine vakıf olduklarında acaba ne hissettiler:

Afrika Panzer Grubu Komutanlığına(21 Ocak 1942)

Alman ve İtalyan askerleri,
Geride üstün düşmana karşı yapılmış bir savaş bırakmamıza rağmen moralimiz asla sarsılmamıştır. Bu anda karşımızdaki düşmandan üstünüz. Bunun içindir ki bugün düşmanı imha maksadıyla taarruza geçeceğiz. Bu kesin sonuçlu günde herkesin elindeki bütün imkanları kullanacağını biliyorum.
Yaşasın İtalya, Yaşasın Büyük Alman Reich’i, Yaşasın Führer
Bütün Tümenlere yayınlanmıştır.
                                                                                                                            Başkomutan Rommel
                                                                                                                      

Harekat Alanı-Rommel'in İlerleyişi
Savaş Rommel için tam manasıyla yeniden başlamıştı. Emrin verildiği gün Sireneyka üzerine yürünmüş.22-23 Ocak günlerinde Marau kapısı açılmıştı. Bu noktada Rommel’in genel savaş idamesinden bahsetmek gerekir. Genellikle yarma harekatı yapıyordu. Diyelim ki; Kuzey ve Güney bölgesi olan bir cepheden Kuzey’e saldıracakmış izlenimi vererek gizlice(genellikle geceleri) kuvvetlerini Kuzeyden Güney’e kaydırıyor. Zayıf kalan Güney Düşman Bölgesi düşüyor ve düşman birlikleri bu gediği kapatmak için kuvvetlerini Güney’e kaydırınca Kuzeyde kalan sayıca az ama seçkin Alman grupları(Marcks Grubu gibi)bu sefer düşmanın Kuzeyine saldırıyor, hattı yarıyor, arada kalan düşman birliklerinin etrafı sarılarak imha ediliyordu. İşte Ocak 1942 taarruzunda 1.İngiliz Zırhlı Tümeninin başına gelende buydu. Rommel’in birlikleri sayıca azdı, tankları yetersizdi ama Rommel’in bunu gizlemek için ataklarında yaptığı bir aldatmaca gerçekten dudak uçuklatacak cinstendi. Cephede bulabildiği tüm kamyonları topluyor, arkalarına uçak motoru taktırıyor ve çalıştırıyordu. Bunu gören İngilizler (Toniler: Almanların İngilizlere taktıkları lakap) “Aman Tanrım şu sese ve ortaya çıkan kum duvarına bak” diye bağırarak Rommel’in dev bir orduyla üzerlerine geldiğini sanıyordu. Yine bazen aynı amaçla tanklarının önüne çalı çırpı bağladığı da oluyordu. Fakat Rommel’in harekatlarında bundan daha önemli bir kozu vardı, daha doğrusu bir ayrıcalığı vardı. O da İngiliz Komutanları genellikle ordularını Kahire’nin rahat ve cepheden uzak, çiçekli bahçeler arasında yürütürken, Rommel’in tankının üstünde savaşa ilk elden katılıyor ve savaşıyor olmasıydı. Bunun üzerine bir hikaye anlatılır. Bilmem hangi harekatta bir er tankının üzerine çıkmış duran, etrafı gözetleyen bir askeri fark eder. Bu esnada savaş sürüyordur ve ortalık cehennem gibidir. Er bu adamı biraz sert bir dille uyarır, fakat bu adam ona cevap vermeden sadece tebessüm ederek tankın içine girer ve hattın dahilinde ilerlemeye devam eder. Sonraları Rommel kendini uyaran bu ere madalyayı kendi eliyle takar. O erin kendi hayatını hiçe sayarak Rommel’in rütbesini dahi seçemeden onu korumak için böyle davranması Rommel’i çok etkiler. O er nerden bilsin onun Feld Meraşel Rommel olduğunu.(İyi ki de anlamamış, madalya sahibi oldu.Ama Rommel olayı başka açıdan anlasaydı.Er ona “aptal” diye bağırdığında, ya kolundan tutup askeri mahkemeye sevk etseydi.O er şanslıydı.Çünkü karşısında Rommel gibi bir komutan vardı.)

Savaşa geri dönecek olursak taarruz aynı düzlemde Haziran 1942’e kadar tüm şiddetiyle sürdü. Rommel alınması çok güç Tobruk’u aldı ve yoluna devam etti.1 Temmuzda çok ama çok hızlı bir şekilde soluğu El Alemeyn’de almıştı. Hedef Nil’di ve Nil artık çok uzakta değildi, elini uzatsa yakalayacak gibiydi. Fakat artık sonun başlangıcıydı ve Montgomery üçüncü komutan değişikliğiyle Churchill’in son kozuydu. Çatışmalar ilerleme ve gerilemelerle 1943 yılının başına kadar devam etti. Bu süre zarfında düşmanın ikmal bolluğu, Hitler’in ve Mussolini’nin kağıt üstünde kalan destek ordu sözlerinin asılsızlığı eklenince elinde ikmalden ve destekten yoksun bir avuç tankla kalan Rommel’in bunlar karşısında yapabilecek hiçbir şeyi yoktu. Şubat 1943’te Tunus’a çıkartma yapan Eisenhower'ın birlikleri üzerine düzenlediği saldırılarda kayda değer başarılar elde etse de, bir yanda Montgomery bir yanda da Eissenhower’in acemi fakat sınırsızmış gibi görünen mühimmat desteğine sahip iki ordusu arasında kalan Rommel, 9 Mart 1943(Benim doğum günümde bir de) tarihinde bir daha geri dönmemek üzere Libya’yı terk etti. Libya üzerine olan bölümü kapatmadan önce bilgimin ana kaynağı olan Paul Carell’in Çöl Tilkisi Erwin Rommel adlı kitabından Rommel hakkında bir bölümü paylaşmak isterim.

Rommel adı, uçsuz bucaksız Kuzey Afrika çöllerinde İngilizler için bir “Heyula” ve bir “Umacı” haline gelmişti. Şimşek gibi taarruzları, en umulmadık yer ve zamanda tepelerinde bitişi ve yenilmezliği hakkındaki büyük şöhreti İngiliz Birlikleri arasında kötü bir moral çöküntüsü yaratıyordu.”Rommel geliyor” sözü bile düşman cephesinde tam manasıyla şok etkisi doğuruyor, birliklerin ve personelin birbirine girip karman çorman olması için yetiyor artıyordu bile. İşte bu nedenle İngiliz Baş Komutanı Auchinleck “ Rommel isminin kullanılmasını yasaklamış, Alman kelimesinin bile söylenmeyerek Mihver kuvvetleri denmesini” emretmişti.


Rommel ve İhanet Denklemi


Belli bir süre Rommel işsiz kaldı.1944 yılında D Günü için kurulan Ordu Grubu B’nin başına getirildi. Ona göre D günü ancak ve ancak iyi bir savunma savaşı aka bininde durdurabilirdi. İngiliz Hava Kuvvetleri çok üstündü ve korunaklı alanlarda küçük tank birliklerinin düşmanın içine saldırarak savaşması daha mantıklıydı, fakat çok bilmiş Hitler’in onun ve Gerd Von Runstedt’in Paris merkezli bir savunma ile hattı makas gibi kesmek fikrini de hiçe sayarak tankları “kabak” gibi ortada bırakması D Gününde Rommel’in tüm stratejisini istediği gibi kuramamasıyla sonuçlandı. Hitler’in Rommel’i hiçe sayması aslında kendi sonunda başlangıcıydı. Ortada kabak gibi kalan tanklar kitlelerce yok edilmiş ve Rommel’in haklılığı ortaya çıkmıştı.

19 Ekim 1944-Erwin Rommel'in Son Yolculuğu
Rommel ülkesine aşık bir komutandı. Hitlerin Yahudi Soykırımını desteklemediğini ve bu fikrin yanlış olduğu kanısındaki düşüncelerini karısından başka hiş kimseye açmaması da askeri itaatten başka bir şey değildi. Hitler’in 20 Haziran 1944’de Kurt İninde bombalama eyleminden sağ çıkması üzerine, suçlu arama paranoyası Rommel’e denk geldi. Bu arada Rommel’in bir uçak saldırısında yaralanması ve hastane de Hitler aleyhinde sözlerde bulunduğu ideası üzerine Hitler Rommel’in suçlu olduğuna kanaat getirdi ve ona iki mükemmel seçenek sundu: Ya sinayür alarak intihar et, ya da Halk Mahkemesi önünde yargılanarak “kurşuna dizil”.Bugün Rommel’in Hitler’e suikastta parmağı olup olmadığı bilinmiyor. Fakat kanım şu ki Hitler ile Rommel arasındaki bağlar Libya’nın sön döneminde Hitler’in verdiği yanlış, saçma sapan emirler yüzünden iyiden iyiye bozulmuştu. Rommel Almanya’ya aşıktı ve belki de onun Hitler tarafından katledildiği düşüncesine sahip olması muhtemel. Erwin boş yere harcanan canlara ve bedellere karşıydı. Karşılıksız bedel ödemek(halkı yok etmek, hırsla kör olmak) aptallık olur düşüncesiyle Hitler’in suikastında parmağı olduğu düşüncesindeyim. Özellikle D Gününden sonra Rommel’in kızgınlığını biraz empati kurmasını bilen herkes tahmin edebilir.

Rommel intihar etti ve gururunu çiğnettirmedi. Askeri bir törenle defnedildi.20 yy. Harp Tarihine “her” anlamda damgasını vuran Rommel, insanoğlunun ortaya çıkarttığı belki de en büyük savaş stratejsitidir. Bugün adına ait bir müze ve arkasında dostta da düşmanda da bıraktığı eşine az rastlanır sonsuz bir saygı vardır.










20 Nisan 2011 Çarşamba

Devrimin Eşiğinde, Kağıdın Tahtı İçin Mücadele

Kâğıdın bulunması ve geçen süre zarfında insan düşüncelerini aktarması için daha etkin bir yol, daha da doğrusu, daha portatif bir buluşun bu zamana kadar keşfedilmemesi çok ilginç bir durum. Bunun sebebini biraz düşündüğümüzde hemen anlayabiliriz. Kağıt; ucuz, hafif, kolay ulaşılır, optimal düzeyde kullanışlı, geliştirilebilir, geç yaşlanan, dayanaklı bir ürün. Şimdi eğer biz yüzyıllardır kullandığımız bu ürünü, daha etkiniyle değiştirmek istiyorsak, o buluşumuzun kâğıdın aşılması zor çitasını aşması gerekecek.

Aslında kâğıdın güçlü denebilecek bir alternatifi var, çok güçlü değil ama zaman içerisinde kâğıdı pança bincik edebilir. Ben buna “elektronik kâğıt” adını taktım. Kullandığımız e-kitaplar ya da tablet bilgisayarlar kısmen de olsa bu buluştan-mantık olarak- faydalanıyorlar ama tam olarak değil. Bahsettiğim saydam bir yüzey, cam gibi fakat üzerine yazı yazabiliyor ya da yükleyebiliyorsunuz. Bu noktada çalışmalar sürüyor. Biz gel gelelim bu fikrin günümüzdeki –ilkel- adımlarına ve yansımalarına.

İnternetten bilgi paylaşımı “Elektronik Kâğıdın” ilk adımıydı. Fakat ne yazık ki internet bilgisayar başında oturmayı şart koşuyordu, pahalıydı, yorucuydu, düzensiz ve kalitesiz bilgi alma olasılığı çok fazlaydı, okumanın kendine has zevkini bir türlü veremiyordu. Benden önce kimileri kâğıdın bu yöndeki artılarını gördü ve düşündü:”Acaba internet okumasını kâğıdın artılarıyla nasıl birleştirilebilirim?” Yanıtı e-Booklar ya da Tablet PC’lerdi. Hem internet dünyasının nimetlerinin zevkli okumalarını sunacaktı hem de kâğıdın kendine has “romantik” zevkini okuyucusuna verebilecekti.

Tabi, bu yeni buluşlar ve adımlar bu adımların ilki olan internetin üzerinde şekillendi. İnterneti daha kullanışlı sunma isteği, insanın yüzyıllardır oluşturduğu “kâğıt” kültürünü kaybetmeme isteğiyle bir noktada birleşti. Fakat gelin görün ki bunların toplum düzeyine inmesi zaman alacak doğal olarak. Bu iniş sürecinde kâğıdın egemenliğini yok etmenin, aslında anahtarı çok basit. Kâğıdın bu kadar tutulmasında belki de en etken neden kâğıdın çok ama çok ucuz olması. Tablet PC’ler ya da türevlerinin bu zor engeli aşmaları çok zor, fakat bir kez aldırarak(tabi uygun fiyata) uzun yıllar kullandırma mantığının üzerine gidilebilirler. Mesela 100 TL’ye bir tablet satılsa ve uzun yıllar kullanım kapasitesi sunabilse kâğıdı tahtından uzun vadede def edebilir. Muhtemelen Tablet PC ve türevlerinin bunun için şekil değiştirmesi gerekecek. Tablet bu noktada PC işlevini elinden bırakmak zorunda kalabilir. Eğer bu öngörüm gerçekleşirse meydan e-booklara da kalabilir. Fakat yine de yazımın başlarında bahsettiğim, “elektronik kâğıt” bu hususta en güçlü aday. Elektronik kâğıdın PC işlevine ya da belki de-isteğe göre- internete bile ihtiyacı olmayabilecek. Bu da onu fiyat-alım dengesinde güçlü bir aday yapmaya yetiyor da artıyor bile.
İnsanlar ne kadar karışık yapılardan hoşlandıklarını söyleseler de, her zaman zıttı olanlar kalıcı olmuştur. Kolay kullanım, ulaşılabilirlik ve alım standartları yüksek olan buluşlar tarihte diğerlerine nazaran insanın hayatında daha fazla yer etmişlerdir. Mesela ampul, mesela tükenmez kalem, mesela poşet, mesela kâğıt bunu doğrulayabilecek misaller.

Kâğıdın efendileri ya da üzerine en çok bir şeyler çiziktiren insanlar medyacılar. Bu değişimler gayet tabi ilk elden “kâğıdın efendilerini” ilgilendiriyor tabi. Ben bu değişimler konusunda hiçte tutucu bir tavır sergilemiyorum. Bir dergi-kolik olarak, her ay Natıonal Geographic’i ha tabletten okumuşum ha ilkel kâğıttan. Şunu da belirtmek isterim ki kâğıt halindeki düzgünlüğü ve düzenliyle tabi. İşte bu noktada da tutucuyum, o düzen hiçbir zaman kaybedilmemeli. Neyse, ben medyanın bu noktada tutucu olmaması gerektiği kanaatindeyim. Zaten onların da bu noktada ayak diretmesinin tek sebebi, satış ve bunun aka bininde gelir elde etme isteği. Çok iyi anlıyorum onları, işte bu durum benim de canımı sıkan nokta. Şöyle olabilir diyorum mesela: Dergi bayiine gittin, “Abi bana bir Natıonal versene” dedin, ardından tabletini –vb- cihazını uzattın, yüklettin ve paranı elektronik olarak ödedin. Bu pek olası değil ne yazık ki, dergi çıkar, emin olun ertesi gün(en iyi ihtimalle) internete korsanı düşer. Hiç bir güvenlik, koruma önlemi de fayda etmez. Ne insanlar tanıdım, adamlar her şeyin korsanını elde edebiliyor. Bu nedenle, bu ihtimal pek muhtemel değil. Fakat ne yapılabilir. İşte bunu pek bilemiyorum ne yazık ki. Bu soruya sadece ben değil, yılların emektarları da tam olarak bir cevap veremiyor. Geçen yaz Atlas dergisinde Nazlı Kurt ile konu bu noktadan açıldı. Onun verdiği cevap gerçekten yüreğimi acıttı. Dedi ki,”Bu tarz dergiciliğin sonu yakın” ardından hafif bir tebessümle bana dönerek, “Yeniler için iş çok daha zor, dergicilik bitiyor, baksana sen şu internete” Bunun bir çaresi bulunmalı. Sakın bana ücretsiz olsun demeyin, ben de size maaşları siz ödersiniz o zaman derim. Ne yazık ki babam fabrikatör Necmi Bey değil benim. Toplumun bir hakkı varsa, bu hizmete emek dökeninde bir hakkı var diyerekten bu fikrin kapılarını pek toplumcu arkadaşların suratına çarparım.

Medya’da hiç kimse yeniliklere soğuk bakmıyor, yalnızca korkuyor. Bu korkular dindirilemediği sürece medya ve organları –pek tabi özellikle yazılı basın- bu gelişime haklı olarak ayak direyecek. Özellikle genç Medyacıların düşünmeleri gerekli bu atılım ve değişim üzerinde. Nitekim gelecek mesleklerini yok edebilir. Dergiler kapanarak, bireysel ve genellikle eskisi gibi kaliteli olmayan bloglara yerlerini bırakabilir. Gazeteler sadece internet üzerinden yayın yapabilir Tabletler, e-Booklar ve Elektronik Kâğıtlar için. Bir devrimin eşiğindeyiz. Ya devrimin, çarlık ailesi gibi kurbanı olacağız, ya da Lenin gibi kazananı. Bu bizim elimizde.



Dergicilik üzerinden gitmemin en yalın sebebi, dergi medyacılarının ve okurlarının bu noktada haklı olarak en tutucu grup olmasıdır.

10 Nisan 2011 Pazar

Bir Kitap Lazım

Bir kitap lazım Tarih’e girizgâh için
Bir kitap lazım, biraz ısınmak için
Bir kitap lazım, perdeyi aralamak için
Bir kitap lazım, geriye dönüp bakmak için
Bir kitap lazım, hikâyeyi duymak için
Bir okur lazım, bu hikâyeyi anlamlandırmak için
İnsanın Hikâyesi lazım tüm bunlar için

Nefret etmişimdir, o ortaokuldaki Tarih zırvası kitaplardan. Madde madde, düzensiz, taraflı ve göze iğrenç görünen baskıları olan bu Tarih-karşıtı kitaplar, aslında tarih biliminin faili meçhul katilleridir.

Tarih, seven için vazgeçilmez romantik, sevmeyen içinse bir o kadar da ormantik bir dal. Türkiye nedense biraz fazlaca ormantik bakanlarla dolu ne yazık ki, bunun asıl sebebi az önce de değindiğim gibi ortaokul ve “lanet” lise tarih eğitimidir. Bizimkilerin görevi nefret ettirmek, öğretmek değil maalesef. Hatırlarsanız sorarlar okullarda:”Küçük Kaynarca ne zaman yapılmıştır?”Soruyu soranın bile niçin sorduğunu bilmediği soruya bizim genç nesil nasıl bir cevap versin yavrucak. Adolf Hitler’in(Hayır Nasyonal Sosyalist değilim, ama bu konuda kesinlikle haklı) Kavgam adlı ünlü eserinde de dile getirdiği gibi, tarih öğreniminin amacı tarih, vakit, saat öğretmek değil, sonuç ve kültür aşılamak olmalıdır. Küçük Kaynarca’nın tarihi yerine bunun sonuçlarının Rus ve Osmanlı toplumları üzerindeki etkileri ve bu etkilerin kültürel ve siyasi bazda sonuçları irdelenmelidir. Bu çok daha hayırlı olur onun salt miladi takviminin bilinmesinden.(Küçük Kaynarca bu arada 1774 olması lazım.)

Tarih bilimi, öyle bir bilim dalı ki, onu öğrenen için başka başka kapılar açıyor ve içeri buyur ediyor. Mesela Viyana Kuşatması’nı inceleyen biri bunun Avusturyalı bestekârlar üzerindeki etkisinin kapı anahtarını edinerek, Batı Klasik Müziği hakkında bilgi edinebilir. Mesela Ming hanedanlığı dönemini inceleyen, araştıran biri, pek tabi bu dönemde yapılan saraylardaki mimari anlayışları da bilgi belleğine nakşedebilir. Tarih çok geniş bir yelpazede bize insanın hikâyesini sunar.

Bu yazıyı kaleme almaktaki amacım bir tarih kitabını tanıtmaktı. Fakat biraz galeyana geldim ve konumdan saptım. Evet, Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz: İnsanın Hikâyesi tadından yenmez bir kitap. Hani yeni başlayanlar için diye bir bölüm vardır ya hobi kitaplarında, işte bu kitapta tam öyle bir eser. James C. Davis 478 sayfa da İnsanın tarihi yolculuğunu, mükemmel doyurucu bir şekilde 24 bölümde anlatmış. Taş Devrinden başlıyor ve günümüzde sonlandırıyor. Dili akıcı ve kolay anlaşılır.(Genelde pek rastlanmayan bir durum bu)Tarihi olayları ve olguları hiç sıkmadan, sanki sohbet ediyormuş gibi, ayrıntılara da tam tadında değinerek kaleme almış. Yazar olayların kuşbakışı görünüşlerini okuyucuya sunarak ilerisi için genel bir tasvir çizmeyi amaçlamış, bunu okuyucuya sunmayı da çok iyi bilmiş açıkçası.

Kitapta Türkler ve Osmanlı üzerine çok az değinilmiş ve geri plana itilmiş. Avrupa merkezli bir tarih anlayışıyla yazıldığı su götürmez bir gerçek. Bu yüzden bu açıdan bakarak okumakta da fayda var denebilir. Bu eksiğini ve biraz da nesnel yoksunluğunu göz ardı edip yine de bu konuda okunabilecek en güzel eser. Ne olursa olsun, kendi tarihi çerçevemizden dışarı çıkıp, genel bir tasvirle buluşmak çok büyük önem arz ediyor.(Ne yazık ki bizim tarih eğitimimiz bundan son derece uzak şu anda.)Dünyada sadece Osmanlı olmadı, sadece Türkler olmadı, tek medeniyet biz değiliz. Bu bilinçle ele alınması gereken bir eser olduğunu bir kez daha hatırlatayım.

10.000 yılcık İnsanlık Tarihini mükemmel organize ederek 24 bölümde anlatabilen James C. Davis’i naçizane kutlarım. Bu bölümlendirmeyi o kadar mükemmel yapmış ki, elbise tam üzerine oturmuş kitabın. Bölümlere gelince şöyle:

1-Yeryüzünü Dolduruyoruz.
2-Irmak Boylarında Toplanıyoruz.
3-Göçerler Yerleşiyor.
4-Eski Çağın İki Kenti Farklı Yollar İzliyor.
5-Çin’in Binlerce Yıllık Serüveni Başlıyor.
6-Kimileriz Cihana Hükmetmeye Girişiyor.
7-Tüm Dünyayı Saran İnançlar Edindik
8-Avrupa Büyük Rolüne Hazırlanıyor.
9-Birbirimizi Buluyoruz.
10-Eski Dünya Yeni Dünya’yı Ele Geçiyor.
11-Açlıktan, Savaştan ve Vebadan Kırılıyoruz.
12-Kim Olduğumuzu ve Nerede Yaşadığımızı Fark Ediyoruz.
13-Her Yerde Egemenlik Halkın
14-Daha Fazla Üretiyoruz ve Daha İyi Yaşıyoruz.
15-Zenginler Yoksulları Avuçlarının İçine Alıyor.
16-Çoğalıyoruz ve Dünya’yı Küçültüyoruz
17-Savaşı Bitirmek İçin Savaşıyoruz.
18-Mükemmel Toplum Düşü Karabasana Dönüşüyor.
19-Führer Üstün Bir Irk Yaratmaya Çalışıyor.
20-Daha Büyük, Daha Acımasız Bir Savaş Başlatıyoruz.
21-Asya’nın Devleri Yoksullarını Doyurmaya Çalışıyor.
22-Bazılarımız Zengin Oluyor.
23-Uçurumun Kıyısında Yürüyoruz.
24-İnanılmaz Şeyler Yapıyoruz.



İşte böyle bir bölümlemeyle kitap düzenlenmiş ve sunulmuş. James C. Davis’e gelince, Amerikalı ve 
Pennsylvania Üniversitesi’nde 1960-1994 yılları arasında ders vermiş. Modern Avrupa Tarihi ve özellikle de Venedik Tarihi üzerinde uzman. Tarihçiler için genellikle uzmanlık kitapları kaleme alan yazar, bu son kitabında “tarihi uzman olmayanlara kolay anlaşılır olarak aktarma deneyiminin somut ürünü” olarak tanımladığı felsefesiyle mükemmel bir eser sunmuş. Eline sağlık, darısı bizimkilerin başına
.
Çevirmen Barış Bıçakçıyı da mükemmel cümle kurumları ve çevirisi için kutlarım.

8 Nisan 2011 Cuma

Obama ile Son Akşam Yemeği



Ben ve Obama 
Arabanın içerisinde dört kişiydik. Ben, babam, Tamer dayım ve Barack Obama. Çeliktepe Sapphire binasının önünden bizi takip eden konvoyla beraber kız kardeşimin dershanesine doğru ilerliyorduk. Yağmur şiddetini artırmıştı ve hızımızı artırdık. Ece’yi dershanesinin önünden alarak, Kâğıthane istikametine doğru yolumuza devam ettik. Eve vardığımızda Tamer dayımların evine çıktık. Salonda mükellef bir sofra bizi bekliyordu. Ben ve Obama bir yandan lezzetli yemekleri yerken bir yandan da sohbet ediyorduk. Fakat Tamer dayım, televizyon karşısında koltuğa uzanmış, elinde bir tabak yemekle bizi hiç umursamadan, maç izliyor, bir yandan da yemeğini yemeye çalışıyordu. Yemek bitti, sohbetler, gülüşmeler, falan filan devam etti gitti o akşam. ”Önder abi kahvaltı hazır, kalk artık ya!”

Bu adam neyden bahsediyor diye düşünmeniz gayet doğal. Bu benim bu gece gördüğüm rüyanın, genişçe özeti. İşin tuhaf yanı ise, rüyayı görürken bunun bir rüya olduğunu anlamam ve kendi kendime(Ece’de yardımcı oldu tabi.) gülerek uyanmam. İşin psikolojik boyutunu bilemem ama son 2-3 ay içinde gördüğüm en aptalca rüyaydı bu.

Ben bu rüyanın oluşum sebebini, yani zihnimin ve bilinçaltımın bana geçen gece niçin böyle bir seçki sunduğunu anlamlandırmaya çalıştım ve şöyle bir sonuca ulaştım:

Madde 1:Dün gece geç bir saatte, Haber Türk’te Obama ile ilgili uzun bir haber silsilesi izledim. O kadar içselleştirerek izlemiş olmalıyım ki, Obama ile sıradan bir akşam yemeği yiyeyim rüyamda.

Madde:2 O gün sabahta uzun uzadıya bir hava durumu programı izledim. Bir de Discovery Channel’da İskoçya’da geçen bir belgesel, rüyamdaki yağmurun sebebi bu olsa gerek.

Madde 3:Dün ailemle birlikte güzel bir sofra hazırladık. Lezzet yağmurunda yıkandım. Gece zihnimde ve midemde kalan o leziz aşlar, rüyamdaki yemeğin ana sebebi olmuş olmalı.

Madde 4:Eceyi dershaneden genelde babam alır ve ben ona ara sırada olsa eşlik ederim. Rüyamda bu sefer sevgili Barack’çığımla aldık kız kardeşimi.

Madde 5:Tamer dayım yemeğini öyle TV karşısında izlemeye bayılır. Ben, onu genelde o pozisyonda sessiz sedasız çok izlemişimdir. Bu uzun süren bir izlemin sonucu olsa gerek. TV izlerken o kadar dikkatli oluyor ki, rüyamda dayımın, Obama’yı takmaması bu sebepten yürürlüğe konmuş olmalıdır.

Madde 6:Konvoyu açıklamam gerek yok sanırım. Her Amerikan filminde gördüğümüz mavi-kırmızı ışıklarla ve sirenlerle ilerleyen sıradan bir başkanlık konvoyu. Allah Allah be!

Bu tarz enteresan rüyaların müdavimi olan Hanife Yengeme(Obama’yı takmayan dayımın eşi) ithafen.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Osmanlı ve Protestan Desteği


Haçlı seferleri ve sonrası en belirgin olarak iç ve dış siyasette dini yaklaşımların en belirleyici olduğu 14.yy ile 17.yy arası dönem, özellikle Avrupa için çok sancılı geçmiştir. Bir yandakafir” olarak nitelendirilen Türkler diğer yanda ise gittikçe taraftar toplayarak güçlenen, Katoliklerce “sapkın” olarak adlandırılan, hor görülen, aşağılanan Protestan ya da diğer adıyla “Lüteriyenler”.

Bu sancılı dönem pek tabi, sadece Avrupa merkezinde kalmamıştır. Ünlü bir tarihçinin deyimiyle dünya tarihi üç büyük devlet görmüştür. Bunlar sırasıyla Roma, Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarıdır. Ele aldığımız dönemde ise, bu üç büyük güçten
  karşımıza Müslüman Osmanlı çıkar. İşin en can alıcı noktasıysa “altın çağını” yaşayan Osmanlı’nın fethetme ve sindirme arzusudur. Bunun sonucunda sıcak ya da soğuk çatışmalar kaçınılmaz olmuş, Osmanlı’nın Avrupa’daki bu bölünmeler üzerindeki harici etkisi yıpratıcı olmakla beraber, günümüz Avrupa’sının şekillenmesinde başrol oyuncularından biri olmasına sebebiyet vermiştir.

  Habsburglar Kutsal-Roma Germen imparatorluğunun yöneticisi olan baş hanedanlıktı. Tarihte başka hiçbir oluşuma benzemeyen 12.yy’daki II. Otto’dan Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu yok eden 20.yy Sen-Jermen anlaşmasına kadar Avrupa’nın her karış toprağında hatta Meksika’da bile söz sahibi olmuş çok güçlü bir aile topluluğuydu. Toprak ve güç kazanımını savaşlarla olduğu kadar evliliklerle de sürdüren (Hatta bir laf vardır.”Bella gerant alii, tu felix Austria nube:”Bırak savaşı başkaları yapsınlar, sen evlen ey mesut
 Avusturya) ve güç dengelerini iyi kurmasını bilen hanedanlığın en büyük rakibi ve ona ecel
 terleri döktürebilecek güçte diğer bir nadir güç odağı ise Doğulu ve Müslüman Osmanlı
 Hanedanlığıdır. Kısaca diyebiliriz ki, Hanedanlıkların(yani ailelerin) çatışması özellikle 200-
 250 yıllık bir dönemin çıkış noktası, belirleyicisi ve ana sebebi olmuştur.

16.yy’da Osmanlı ve Kutsal-Roma Germen çatışmalarına sahne olmuştur. İşte tam bu
dönemde günümüz Avrupa’sının şekillenmesinde rol oynayan olayların peyda olması bir
tesadüf değil, tarih akışının doğal bir yansımasıdır. Osmanlı Habsburgların doğudaki kalesi
olan Viyana’ya yaslanmış orta Avrupa için düşler kurarken, Avrupa Habsburglar arasında
paylaştırılıyordu. İspanya’da, Bohemya’da, Fransa’nın önemli bir kısmında, Belçika’da,
Hollanda’da hep kardeş yöneticiler ve devletler hüküm sürüyordu. Osmanlı tam da bu zaman
zarfında Mohaç gibi önemli bir savaşı alarak Ferdinand’ı zora düşürmüş, abisi V.Şarl’ı ise
tedirgin etmişti. Şunu belirtmek gerekir ki, bunu Avrupalı tarihçilerde kabul eder,
Osmanlı yeniçerileri çok iyi eğitimden geçmiş, iyi askerlerdi ve o dönemde Avrupa’da
emsali yoktu. Kanuni bu gücüne güvenerek Şarlken ve Ferdinand’ı savaşa
sürüklemek istedi, savaşlar meydana geldi, fakat Batının kalesi olan Viyana bir türlü
aşılamadı. Avrupa savunmada beklerken (Macaristan’ı ve Balkanları kaybetmiş olarak)
Kanuni’nin ilerlemeleri bir yerden sonra tıkandı kaldı.

İşte garip bir tesadüf müdür nedir bilinmez ama Martin Luther adında bir din adamı
Avrupa’nın göbeğinde tam da bu dönemde ortaya çıkar ve Katolik mezhebine karşı büyük bir
atılım başlatır. Ne oldu da, yüzlerce yıldır, ses seda yokken birden bire, tam da tarihin bu
bunalım döneminde ortaya çıktı bu zat.

Avrupa bugün bunu ne kadar görmezden gelmek istese de Protestanlığa tutucu gücünü veren,
deyim yerindeyse ona kök hediye eden Osmanlıdır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı büyük bir
tarihçi ve tarihe not düşmüş bir bilim adamı olarak Osmanlı Tarihi adlı eserinde görüşlerini
şöyle dile getiriyor:” Kanuni Sultan Süleyman, Ferdinand’ın arkasında destek olan Şarlken’in
harple hırpalayamayacağını anladığından onu kendi içinden vurmayı düşündü.” Ve ekliyor:
Lüter Mezhebi taraftarları kendilerine gösterilen şiddetten dolayı hariçten bir yardımcı
aramışlar ve o sırada Şarlklen’e karşı cephede yer alan Kanuni Sultan Süleyman’ı bularak
ondan yardım istemişlerdi.” (Uzunçarşılı, 1995, s.485)

Kanuni’nin Protestanlara destek verdiği su götürmez bir gerçek. Kanuni ile yazıştıklarını
biliyoruz. Ne yazık ki, bu belgelerden çok ama çok azı elimize ulaşmış durumda, Kanuni
Luther’e herhangi bir istek durumunda karadan ve denizden yardım ve eğer isterinse himaye
sözü verdiği bu gün bilinen bir olgu. İsmail Hakkı bu önemli yazışmalardan bir kaçına
ulaşmıştır. Uzunçarşılı, Muharrem adında bir ulakla Luther’e mesaj götüren birinden
bahseder. Yine aynı eserinde ulağın namesinin bir kısmına şu şekilde değinmiş.”…İslamla
itikat ve itimadımız olup siz dahi puta tapmayıp kiliselerden putları ve suret ve nakusları
reddedip hak Teala birdir ve Hazret-i İsa Aleyhisselama tanrılık isnad edip,…Papaya kılıç
çekip merhamet-i şahanemiz sizin tarafınıza Masruf olup kara ve deryadan her hal ile size
muavanet-i husrevanemiz zuhura gelmek… Ardından namenin ilerleyen kısımlarında maddi
yardım önerilerine geçiyor ve Protestanlara tam destek sözü veriyor.”…” ve aynı zamanda
ittifakla Papa bi-dinine asker çekmek ve cenk etmek murad ediniyorsanız ona göre itimad
olunur adamlarınızı yüce asitanemize gönderip mezbur kulumuz ile maan ahvalinizi
bildiresiniz.” (Uzunçarşılı, 1995, s.487) Çok açık ve net,Osmanlı Luther ve taraftarlarını çok
yakından izlemiş ve desteklemiş. Muharrem adındaki bu ajan gibi onlarcasının daha
olduğunu söyleyenler var. Kimilerinin öne sürdüğü gibi Luther bir Osmanlı ajanı değildi ama
yakın irtibatta olduğu da gayet aşikar.

Protestanlığın İslam ile yer yer örtüşmesi ve etkileşimler içermesi de akıllara yeni bir soru
getiriyor.”Luther İslam’dan mı etkilendi?” Bu mümkün olabilecek bir varsayım. Nitekim bazı
Luther yandaşlarının ve papalarının İstanbul’a gelip gittiklerini, İstanbul Partriği ve
Müslüman din adamlarıyla ilişki içine girdiklerini biliyoruz. Halil İnalcık bu konudaki
yaklaşımı ise gayet dikkat çekici. Osmanlı adlı eserinin Protestanlığa değindiği bölümündeki
ifadeleri ise şöyle:” Başka bir Protestan önderi Osmanlıyı Allah’ın lütfü sayacak kadar
ileri gitmekte idi. Başka biri Lutherciliği İslamiyet ile kıyaslamıştır. Lutherci Melanchton,
Padişah’ın bir tebaası olan İstanbul Patriği ile doğrudan doğruya temasta idi ve dini konularda
bir uzlaşma arıyordu…’(İnalcık, 1999, s.98) Bu uzlaşı durumunda İslam’ın ve Ortodoksluğun
Protestanlığı etkilediği söylenebilir.”İslam Protestanlığı doğurdu.” gibi net bir tanım
kullanamayız ama bir fikir ermiş olabileceğini de gönül rahatlığıyla dile getirebiliriz. Kanuni Luther’e
muhtemelen bir Kur’an-ı Kerim hediye etmiştir. İstanbul’a gelen yandaşlarının da gerekli
İslami yaklaşımları ele almaları ve çıkarımlarda bulundukları da pek tabi olağan.

Osmanlı Protestanlığın gelişmesine zemin hazırladı. Farklı güç dengeleri kurarak, gerek
ekonomi ile gerekse siyasi olarak Luteriyenleri destekledi.17.yy’a kadar kabaran bu
bölünmelerde, çatışmalar yaşandı, çok kanlar aktı. Osmanlı yeni doğan bir fidanın topraktan
sökülüp atılmasını engelleyerek, bugün Avrupa’da söz sahibi olan bir mezhebe gelişme fırsatı
sağladı. Her zaman destek vermedi ama gereken zamanlarda diplomasi ve çıkar ilişkileriyle
Kıta Avrupa’sında üçüncü bir mezhebe yaşam olanağını dolaylı ya da dolaysız olarak temin
etti. Zamanında özellikle Alman topraklarında lanetlenen, düşman olan Protestanlığın, bugün
Almanların milli mezhebi olmasının arka planında kulaklarımıza kadar gelen mehteran
ezgileri var.