29 Ekim 2012 Pazartesi

Olamayan Demokrasi Bayramı


Cumhuriyeti ilanla iş bitseydi Türkiye çoktan demokrasiye kavuşurdu. Her cumhuriyet demokrasi olmadığı gibi her demokrasi de cumhuriyet değildir. Birinde kral vardır işin başında diğerinde ise seçilmişler. Cumhuriyet adını koymak iyi güzel hoşta, demokrasisiz bir cumhuriyet ne anlam ifade eder. Arada geçen 27 senede demokrasisiz bir cumhuriyet alkışlanmayı sırf adı için hak ettikten sonra.

Cumhuriyetten önce demokrasi bayramı kutlanmalı, arayıp bulabilmek mümkün müdür bu bayramı Türkiye’de. Belki Adnan Menderes’in seçildiği gün olur bu. Ama zor o da, olamaz. Çünkü kastedilen sadece seçmek ve seçilmek değil, demokrasi adına yaşayabilmektir nitekim.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Öteki


Toplumda her zaman bir öteki vardır. Bu sanırım kaçınılmaz bir olgu; nicelikte fazla olan taraf, kendi gibi olmayan, ona göre daha az sayıda birey barındıran grubu dışlama eylemi gösteriyor. Kimisi işi abartıp dışlamanın ya da günümüzün moda tabiriyle “ötekileştirme”nin ötesine geçerek azınlıkta kalan grubun mülkiyet hakkına hatta yaşam hakkına bile tecavüz edebilecek noktalara gelebiliyor. İşte toplumlar günümüzde bu hengâmenin ortasında, kendi varlıklarını sorgulamanın ve diğerini anlayabilmenin yetisini kazanmak için ufakta olsa bir hareketin içine girmiş durumdalar. Fakat bu hareket o kadar çelimsiz kalıyor ki 19. ve 20. Asırlarda büyük çapta şekillenen ulus-devletler artık kendi “Hayali Cemaatleri”nin temellerini aydınlatabilmenin, inşası uğruna harcadıklarının ve harcattıklarının bedelini sorgulamanın eşiğine henüz tüm bu nitelikli kıpırdanmalara rağmen gelebilmiş değiller. Kıpırdanmaların verdiği umutla; en azından günümüz Türkiye’sinde bunun peşinde koşan ve toplumu revizyonist bir bakış açısıyla öğretilen-belletilenlerin alanı dışında görebilmek için çaba harcayan insanlar var ve umarım bu münferit hareketler tüm toplumun hastalanan hücrelerine sirayet ederek, “yeni bir şeylerin” ortaya çıkmasına ön ayak olabilirler.

Şu anda içinde yaşadığımız ulus-devlet ise kendini inşa etme sürecinde öyle ya da böyle kendisi gibi olmayanı dışlama eğilimine kapıldı. Onun gibi olmayanı zaman zaman “düşman” ya da “hain” ilan ederek kapı dışarı etmenin veya “haddini bildirmenin” yollarını aradı. Bundan en çok etkilenenler ise tabi olarak Türkiye’deki gayrimüslimler oldu. Özellikle Ermeniler ve Rumlar yoğun ve kalabalık bir nüfusa sahip oldukları için bundan kıyasıya etkilendiler.

Hepimiz sosyal hayatın içinde varız. Yani bir ormanda yalnız başına yaşadığınızda kimliğinizin hiçbir önemi yoktur. Size toplumda bilinçli ya da çoğu zaman bilinçsiz olarak ne olduğunuza göre bir kimlik verilir. Sosyal hayatta gayrimüslim olmak ise işte tamda bu size verilen kimliğin başkaları tarafından yorumlanması sonucunda ortaya çıkar. Sözgelimi ahlaksız bir Ermeni, sırf Ermeni kimliği dolayısıyla böyledir gibi bir görüş o bahsi geçen Ermeni’nin kişisel özelliklerinden, yani “ben” in den bağımsız olarak şekillenir, biçimlendirilir.  Kişiyi birey olarak nitelendirmekten önce Ermeni olarak değerlendirmek ve ona göre bir tavır almak ise nitekim patolojiktir. “Ben hayatımda hiç Ermeni görmemiştim” diyerek bir Ermeni’ye yaklaşan bireyin zihnindeyse bu patolojik rahatsızlık iyice açığa çıkıp sözel olarak ifade bile bulabilir.(Ne bekliyor ki.) Ya da “sen Ermeni misin? gibi bir soruyla karşılaşan Türk’ün “estağfurullah “ cevabını vermesi de yine aynı hastalığın nüksetmesinden başkaca bir şey değildir. Sonuçta insana yaklaşımda kimi kesimlerin zihniyetlerinin tedavisi bu nedenle çok elzem görünüyor toplumun genel sağlığı için.

Toplumun kabullerine göre biçim alan ve devamlılığını onun üzerine kuran siyaset kurumu ise yeni bu zihniyet tedavisinin neticesine bağlı olarak yeni bir düzeye gelebilir. Demokrasiyi sadece kendi için istemeyen herkes için isteyen bireylerin meydana getirdiği bir toplumda azınlıklar ya da ötekileştirilenlerde seslerini duyurabilecek bir özgürlüğe kavuşabilirler. Siyasi partiler pragmatik bir yaklaşımla ilkesiz ve vurdumduymaz davranarak salt rey için bunu görmezden gelirler, kendi kadrolarını zaten oy gelmez mantığı çevresinde bu kesimlere kaparlarsa ortaya vahim sonuçlar çıkar. En azından demokratik ülkelerde temel değerlerden biri olması gereken çoğulculuk yerine çoğunlukçu bir zihniyet siyasete egemen olursa vaziyet o ülkedeki herkes için çok kötü olur. Bir ülkedeki demokrasinin durumunu ve kapsamanı ölçmenin en iyi yolu  bünyesinde barındırdığı nicelikte azınlıkta kalan kesimlerinin de kendilerini hiçbir engel ya da dışlama olmadan özgürce ifade edebilmeleri oranında ölçülür. Buradan aldıkları geçer not öyle ya da böyle ülkenin durumunu gözler önüne serer.



9 Ekim 2012 Salı

New York Fotoğrafları


Bu ilki ikincisi gelecek.

Kasetten

Belki merak eden olur, sabaha çıkacağımız kesin değil, hani en azından ardımızdan birkaç bilgi kırıntısı bırakalım. Bu sabah çocukken en sevdiğim dinlemekten keyif aldığım şarkıları hatırladım, sebebini bilmiyorum  vardır bir nedeni diyerek bir kaçını paylaşıyorum.





























Suriye Ne İfade Ediyor?


Suriye tezkeresinin kabul edildiği bu günlerde Türkiye Dış İşleri için çok çetin bir sınavın ikinci oturumuna geçilmiş oldu. Kimi kesim tezkerenin onayının bir hata olduğunu dile getirirken, diğer bir kesimse doğru bir tavır olduğunun altını çiziyor. Burada Türkiye’nin yapması gerekenler ve gerekmeyenler bazen birbirlerinin sınırını işgal ediyor ve neticede karşımıza çok bileşik bir tablo çıkıyor. Bu da projeksiyonları kurmayı hayli bir zorlaştırıyor.

Farz edelim ki Suriye ile savaşa başladı ve Türkiye Hükümeti Şam’ı da içine alacak büyük bir operasyona girişti.  Burada cevaplanması gereken soruların ve çözülmesi gereken sorunların listesi epeyce kalabalık. Türkiye yalnız kalır mı? Rusya’nın ve Çin’in tepkisi ne olur? ABD başkanlık şeçimlerinden önce elini taşın altına koymak ister mi? NATO ABD’nin desteğinden yoksun olarak savaşa destek verir mi?  İran nasıl bir yol izler? Savaş nasıl neticelenir ve Türkiye savaşı kazanır mı yoksa kaybeder mi ya da biraz bilmiş bir ifade ile kazanarak kaybeder mi?

İlk soruya verebilecek cevap aslında net; özellikle Avrupa’daki ekonomik krizin ardından zaten kendi içinde sorunlara batmış olan AB destek verse bile bu hava desteğinden öteye gitmez. Belki orada 19. asırdan beri söz sahibi olmuş Fransa ufak çaplıda olsa askeri bir yardımda bulunabilir. ABD’den yana şüpheliyim. Çünkü seçimlerden önce hiçbir başkan böyle bir riske girmek istemeyecektir. Seçimlerden sonra patlak veren bir savaşta ise kendi iç sorunlarıyla boğuşan bir ABD ile karşı karşıya kalacağız. Kimse özellikle bu yeni dönemde yeni bir Irak faciası yaşamak istemeyecektir, seçimi kazanan Cumhuriyetçiler olsa bile. Olası bir savaş vaziyetinde Rusya ilk etapta ses çıkartmayacaktır. Sadece Lavrov kanalı ile bir iki “savaşı desteklemiyoruz ve bir an önce Türkiye’nin sınırlarına çekilmesini istiyoruz” tadında açıklamalar gelecektir. Rusya görece iyi ilişkiler geliştirdiği Türkiye’yi bir çırpıda gözden çıkaramaz. Peki, sonra ne olur? BM’lere konuyu ilk taşıyanlardan biri olur ve savaşın seyrini izlemeye koyulur, ardından Türkiye eğer hızlı ve etkili olursa ateşkes çağrısını üstüne basa basa yeniler, en kötü ihtimalle batağa saplanan bir savaşta gizli yollardan Suriye’ye para ve silah yardımı şıkkını da seçebilir. Ama asla çatışmalara müdahil olmaz, olmak istemez. Çin ise Rusya’dan farklı bir yol izlemeyecektir. Ekonomik çıkarlarını korumaya çalışarak Rusya’ya göre geri planda kalacağından BM’de sesini yükseltmeyi deneyecektir. NATO savaşa ABD desteğinden yoksun olarak belki İngiltere kanalı ile destek verebilir. En azından politik açıdan da olsa İngiltere’nin bu konuda desteğini alacağından şüphem yok Türkiye’nin. Gelelim asıl mevzuya; Türkiye muhtemelen Esad’ı devirir ve Esad ailesi gizli yollarla ülkeyi terk eder, BAAS’ın sonu gelir. Fakat Türkiye bunu için çok ağır bedeller öder, şehit haberleri yapılmaz olur ve Türkiye’deki muhalefet iktidarı kıskaca alır. Taksim meydanı binlerce insanla dolar. Milliyetçi vurdumduymazlıktan sıyrılan basın savaşı kıyasıya eleştirir. Karşılıklı “vatan haini” iltifatları havada uçuşur. Peki, bundan sonra yani savaşın ertesinde ne olur? Türkiye Suriye’yi ilhak mı eder? BAAS devrildikten sonra eğer muhalif kesim tek yumruk olmayı becerebilirse Türkiye’nin geri dönmesi için baskılarda bulunacaktır, BM’den sanırım bahsetmeye gerek bile yok. Rusya ve Çin seçimi masaya sunacaktır, Suriye kendi kaderini tayin etmeli diyeceklerdir. Türkiye hükümeti ise  o topraklarda siyasi olarak yandaşı bir iktidarı görmek isteyecektir. Bahsetmeye gerek var mı bilmem ama bu iktidar ABD çıkarlarına da yakın duran bir grup ya da isim olacaktır.  Yalnız Türkiye’nin beklediğimiz kadar güçlü ve taktiksel anlamda bir savaş imza atamadığını ve İran’ın da işe müdahil olabileceği ihtimali de en az diğeri kadar gerçekçi kestirim. İran, Suriye rejimine desteğini her fırsatta dile getiriyor. Olası bir savaşta da destek verecektir. Fakat asla açıktan açığa bunu yapmayacaktır. Bugün  Esad’ın ordusunda İranlı askerlerinde olduğu artık bilinen bir gerçek. Türkiye böyle bir durumda belli bir alana kadar ilerleyip (stratejik noktaları alarak teyakkuz da bekleyerek) uluslar arası destek kapılarını bir bir çalacaktır. Bu arada Suriye’deki muhaliflerin kontrolünü sağlamaya çalışacak ve bir mutabakata varılmazsa savaş bir bataklığa dönüşecektir. Kürt ve diğer etnik grupların ya da mezhepsel ayrılıklar yaşayan Suriye’nin yeni bir büyük Lübnan olmaması içinse hiçbir neden yok.

Tezkerenin onayı yapılması gereken bir gözdağıydı. Suriye Türkiye ile bir çatışmaya asla ama asla istemeyecektir. Olası bir savaş küçük bir ihtimalde olsa en nihayetinde Suriye, Türkiye için ne ifade ediyor sorusunun cevabının verilmesi gerekir olası bir savaş kararından önce. Eğer ABD ve NATO güdümümde bir fedai olarak kullanılacaksa bu Türkiye’ye büyük zarar verecektir. Ekonomik atılımın öyle ya da böyle olduğu son yıllarda Suriye Türkiye için sonu galibiyet de olsa (ki günümüzde kazanan da ağır bedeller ödüyor) bir bataklıktan öte bir anlam ifade etmiyor özellikle nerden ne çıkacağı belli olmayan Ortadoğu coğrafyasında.



Uzun bir zaman sonra yeniden yazmaya başladım, özlemiş be.