28 Mayıs 2011 Cumartesi

Bir Piçin Yakalanmasının Gönül Rahatlığıyla

Lafı hiç dolndırmayacağım, bir "piç"in yakalanmasının gönül rahatlığıyla bunları yazıyorum.Fakat şunun da bilincindeyim bu ele geçirme operasyonu, istekli değil. Amaç sadece duygusal. Sırbistanı'ın AB yolunda müzakereler için ilk adımı diyebiliriz bu çirkef danışıklı dövüş için.

Richard Gere'in Av Partisi filmini izlemenizi hararetle tavsiye ederim.Her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyan, bu kült film, olayların iç yüzünü, aslında yeri bilinen ve bir türlü bulunamayan Sırp katillerin bulunmasının an meselesi olduğunu, ancak birtakım siyasi oyunların içerisinde eriyip gittiğini, gittirildiğini  ortaya koyuyor.

Usame Bin Ladin'in bir insanlık suçlusu olduğunu bas bas bağıran ABD'nin, 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesiyle'  bu katliamın faillerini neden bulamıyor acaba.(Cevap, tırnak işaretine alınmış "felsefi" anlayışta.) 12.000 masum insanın çatılardan sniperlar ile vurulduğu, bombalandığı bu feci, ancak bir piçin yapabileceği bu katliamın, Usame'nın yaptıklarından kat be kat üstün olduğu aşikarken "niçin" sorusunu bu demokrasi ve insan hakları düşkünü ülkenin kafasına çakarım.Sonra çıkıpta caka satmasınlar orada burada!


23 Mayıs 2011 Pazartesi

Bir Seyyahla Başka Kentler, Başka Denizler

Arada bir elini sakalına götürerek sıvazlıyordu. Gözlerini benden kaçırarak hatırlayamadığı bir mekânı ya da orada geçirdiği bir olayı anımsamaya çalışıyor, isteğine ulaştığında ise yüzüne hafif bir tebessüm yayılarak, mevzuyu bu yöne doğru çekiyordu. Hollandayı anlatmaya başladı. Onu tanımayan için onu dinlemek zordur. Konudan konuya atlar ve bir nokta üzerinde odaklandığında uzunca o noktadan pek de ayrılmadan yer yer tekrara düşerek, tatlı tatlı anlatır. Siz onun konu geçişlerini bilerek yaptığını Hollanda üzerine kafanızda çizdiği genel izlenimin farkına varınca anlarsınız. Bir bakmışsınız Hollanda kafanızdaki tuval üzerinde şekillenmeye başlamış, ana hatlarıyla bir yapboz belirgin olarak ortaya çıkmış. Hollanda konusunda ressamlar üzerinde bilhassa ayrı bir özen göstererek duruyordu. Özellikle Rembrandt’ın şu ünlü Ölü’yü Uyandıran İsa resmindeki kendine has izlenimlerinden kendinden geçerek, kısık kısık gülerek, bazen de parmaklarını havada birleştirerek bir noktaya fokus yapmak istiyormuşçasına size doğru yönlendirerek aktarıyordu. Fakat bunları anlatırken hiçbir elitist tavır takınmadan sanki çok basit bir mevzudan bahsediyormuş gibiydi. Ciddileştiği noktalarda zaman zaman tavana doğru bakıyor, daha da dik durmaya çalışılarak gözlerini sizin üzerinizde gezdiriyordu.

Murat Belge bu son seyahat kitabında bana işte böyle anlar yaşattı. Onu karşıma aldım ve kulak verdim. Odamda oturmuş, loş ışık altında gece geç saatlerde sessizce onu dinledim. O anlattı ve ben onun sözünü hiç kesmedim.

Seyahat kitaplarına meraklı biriyim ve bir seyyah olmak küçüklükten beri hayalimdir. Bu konuda birçok kitap okudum son yıllarda, özelikle üzülerek belirtilmek isterim ki son dönem bu konuda yazılmış kitapların çoğu, niteliksiz, “duygusuz”, seyahatin o kendine has tutku kokan çeşnisini vermekten çok uzak. Seyahat sadece yemek içmek, gezip görmek değildir. Seyahat bir yaşam çıkarımı felsefesidir. Bu süreçte edinilen izlenimlerin yorumlanması sanatıdır. Bunlardan yoksun bu tarz niteliksiz “tatil” kitapları çöpten başka bir şey de ifade etmiyor ne yazık ki.

Başka Kentler, Başka Denizler 3, bu tarz bir tatil kitabı kesinlikle değil. Buraya gidin, şuraya gidin, şunu yiyin, şunu görün de demiyor, diğer seyahat kitaplarından çok ayrı bir kavis çiziyor. Bu sebeple –serinin 3.kitabı olan- seyahatnameye Belge’nin aydın kimliği üzerinde eksenlenen, bir seyahat yansımaları kitabı desek daha doğru olacak. Bu açıdan o düzenli “gezilecek yerler”, “yenilecek yerler”, “hediyelik eşya alınacak yerler” tarzı bir “tatil” kitabı beklemeyin, Belge’nin kendine has düzenine hazırlıklı olun. Söz gelimi Cenova’dan bahsederken, bambaşka bir konu üzerinde bulabilirsiniz kendinizi. Bir kiliseden bahsederken duvardaki bir resim, tüm o ara bölümü işgal edebilir. Mesela Danimarka’da bir anısının

üzerinde dururken bir bakmışsınız, Belge size Danimarka tarihi anlatıyor ya da bir restorandaki bir içkinin üzerinde fikirlerini belirtiyor. Kısacası bu kitabı okuyabilmek için her şeyden önce Murat Belge’yi merak etmeniz gerekiyor. Onun çıkarımlarını, gözlemlerini ve bu ülkelere dair yaklaşımlarına özel bir ilgi göstermeniz icap ediyor. Bu bilinçle yaklaştıktan sonra da gerisi geliyor zaten.


Kitap geniş bir coğrafyayı konu alıyor. Belge, Başka Kentler, Başka Denizler’in 3. Cildinde öncelikle Hollanda’da bir gezintiye çıkarıyor bizi. Yaşamındaki Hollanda’yı yer yer anılarını da harmanlayarak, özelikle ressamları üzerinde durarak, arada sırada tarihçi kimliğini de bu işe katarak bizlerle paylaşıyor. Sonra Güney’e İtalya’ya geçiyor. Uzunca bir bölüm İtalyan siyasetinin geçmişi ve geleceği hakkındaki görüşlerini dile getiriyor. Özellikle de İtalya Sosyalizmi üzerinde duruyor. Roma, Venedik, Floransa ve Cenova’ya ayrı bir önem ithaf ederek, kitabındaki en uzun bölümü bu yarımada ülkesine ayırıyor. Sanatını, tarihini, siyasetini, anılarını, içkilerini görece “düzenli” bir hava içerisinde anlatmaya özen gösteriyor.Oradan Almanya’ya uzanıyor.Nasyonal Sosyalizm ve Alman Milliyetçiliği üzerinde bilhassa duruyor.Nürnberg ve Essen şehirleri kapsamında kısa bir bölüm ayırıyor Almanya’ya.Alman topraklarından komşu ülke Danimarka’ya geçiş yapıyor.Bu ülkede ise sömürgecilik ve Danlar üzerinden geniş bir pencere açıyor  yarımadaya. Önemli şehirlerinden bahsetmeden de geçmiyor. Danimarka’yı, Danimarka ve İslam üzerinden çıkarımlarını da katarak noktalıyor. Alplerin ülkesi Avusturya’ya değinmeden de edemiyor yine. Daha önceki ciltlerinde Viyana üzerinde özellikle durduğu için, bu sefer sadece Graz’ı konu alıyor. Daha Doğuya Balkan coğrafyasına da uzanıyor. Yugoslavya ve Komünizm derken soluğu, Boşnak-Sırp-Hırvat savaşında alıyor. Helsinki Yurttaşlarıyla Boşnak soykırımını engellemek için yaptıklarından da bahsediyor. Milliyetçiliğe veryansın ediyor haklı olarak. Ardından Ukrayna’ya rastlıyor. Burada da Ortodoksluk ve kilise mimarileri üzerinde bir mimar titizliğiyle duruyor. Pek tabi Yeni Kıt aya’da selam veriyor. New Orleans ve Boston merkezli, New York ve çevresini yazıya aktarıyor seyyahımız. Caz, siyahîler ve mahallerden yola çıkarak New Orleans’ı bize betimliyor. Komşu ülke Kanada’ya derken, Montreal, Toronto ve Niagara’ya özel bir ihtimam göstererek bu kıtayı “şimdilik” sonlandırıyor. Huzursuz Ortadoğu’ya da yazmadan edemiyor. Lübnan-Suriye-Ürdün ve Irak’a da kısa ama öz bir yaklaşımla mercek altına alıyor. Son olarak hayatındaki deniz yolculuklarını ve denizleri de anlatarak, değersiz şu kâğıdı ihya ediyor.

Başka Kentler Başka Denizler 3 bir modern seyyahın seyahatnamesi. Seyahatin bile artık tekdüzeleştiği bu çağda, Belge bu işe çok farklı bir yorum katıyor, seyyah ruhunun peşine düşüyor.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Kutla(ma)mak

Sabah kalktım. Televizyonu açtım. TRT’de her zaman ki gibi bildiğimiz törenler, sanki bu işten çok zevk alınıyormuşçasına alkışlar içinde yapılıyordu. Klasik olarak, Ankara’da Cumhurbaşkanı, Kuvvet Komutanları ve milletvekilleri içlerinden “ne zaman bitecek bu tören” diye geçirerek izlerken, “show”larını gerçekleştiren gençler ise devlet büyüklerinden pekte farklı olmayarak bu işkencenin bitmesi için işlerini çabucak bitirmenin telaşıyla, mutlu bir yüz takınarak töreni gerçekleştiriyorlardı.

 19 Mayıs 1961 (Haberde Elinde Bayrak Tutan Stadyumda Bir Genç)
Türkiye Cumhuriyeti bu törenleri Mussolini İtalya’sından ve Sovyet Rusya’sından ithal etmiş. Oraya gönderdiğimiz o dönemin büyük isimleri bu törenlere hayran kalarak, işe koyulmuşlar ve ortaya 70 yıldır bıkmadan usanmadan bu şekilde yapılan organizasyonlar çıkmış. O dönem açısından, tarihi şartları da göz önünde bulundurursak eleştirmek pek akla yatkın değil. Fakat böyle bir durum bize bu uygulamaların günümüzde de eleştirilemeyeceği anlamını vermez.

19 Mayıs 2011(Elinde Bayrak Tutan Stadyumda Gençler)
Bir an önce bu tarz gerici uygulamalara bir son verilmeli. Bu tarz “sözde eğlenceler” hem o önemli günlerin manasını öldürüyor, hem de genç neslin Türkiye Cumhuriyeti için önem arz eden günleri, önemsememesine yol açıyor. Bu gayet doğal, çünkü artık çocuklar, gençler bıktı. İnsanlar bu tarz kutlamalardan kaçar hala geldi. Hemen her konuda olan tabu tavırlarımız, eğlenmek konusunda da sürüyorsa, vay haline bu Türkiye’nin. (İnkılâpçılığı ve dünyaya uymayı şart koşan Mustafa Kemal, bugün hayatta olsaydı bunlara bir son verirdi herhalde. ) Bu tarz uygulamaları “kronikleştirmek” Türkiye’de çok görülen bir hastalık ne yazık ki. “Eğlenmekte” bile böyleyiz!

Eleştiren kişinin, eleştirdiği konu üzerinde, daha iyisinin nasıl hayata geçirilebileceği konusunda bir fikri olması gerekir. Eleştiriyorsa, daha iyisini biliyor demektir. Peki, neler yapılabilir? Bu bayramın adı Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı değil miydi? Mesela spor noktasına istinaden liseler arası olimpiyat organizasyonu, geniş çapta ve dünyadan da katılımcı kabul edebilen spor turnuvaları hayata geçirilebilir. Gençlik noktasını öne çıkarmak içinse, çok büyük ve güzel bir festival düzenlenebilir örneğin. Türkiye’nin tanınmış isimlerinden muhteşem konserler, bilgisayar oyun turnuvaları, boğazda ücretsiz yapılan turlar, o gün tüm tiyatro ve sinemalar da çok cüzi rakamlarla gençlerin hizmetine sunulabilir. Bu bayram lise gençliğinin sırtına yıkıldı. Üniversitelerin de işin içine dahi edilmesi lazım. Platformlar oluşturulup tartışmalar, münazaralarda yapılabilir bu kapsamda. Atatürk’ü Anma kısmı içinse bir şey yapmanıza gerek yok. Zaten bunları layığınla yaptığınızda onu anmış olursunuz.

Genç neslin bıktırılması ve bu sözde bayramları sadece birer tatil olanağı olarak görmesinin önüne geçmek için adımlar atılmalı. Geçmişe birçok konuda takılıp kalan Türkiye’nin en azından kendi nesli için yapabileceği bir şeyler olmalı. En azından geleceğimizi “bıktırmayalım.” Lütfen!

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Eurovision 2011


Eurovision bu sene şahane bir neticeyle sonuçlandı. Türkiye’nin yarı-finallerde saf dışı bırakılmasının bir nevi cezasını çektiler diyebilirim. Türkiye’nin oy potansiyelinin de önemli bir kısmını alan Azerbaycan 221 puanla birinci oldu. Açıkçası bu sonucu beklemiyordum. Benim favorim Bosna-Hersek’ti ve ben Dino Merlin’i yıllardır takip ederim. Onlarda altıncı oldular. Yine burada da Türkiye bazlı oylarda söz konusuydu. Fakat Dino Merlin’in şarkısı ve hayran kitlesi bu sonucun esas sebebiydi. Balkanlarda çok sevilen bir sanatçıdır kendisi


Dino Merlin
Bülent Özveren’in her zaman yenilediği gibi oylar çoğunlukla ‘yine komşuya gitti.’Bu adam olmadan Eurovision’u düşünemiyorum. Yorumları, bu konu hakkındaki bilgisi, ses tonu kısacası her şeyiyle Eurovision ile bir algılanan bu değerli isim olmadan ben kendi adıma bir daha izler miyim, bilmiyorum bu yarışmayı. Yorumları demişken, yorum yaparken bu kadar yönlendirici başka bir sunucu daha yoktur bu arada. Mesela Ülke kodlarını söylerken, oy verilmemesini istediği ülkeleri hızlı geçiyor, fakat istediklerinin üzerinde ısrarla duruyor. Mesela finalde ilk ülke Finlandiya’yı şöyle tanıttı: “1514(Adres), 01 (Ülkenin Kodu), Finlandiya.”(Başka hiçbir şey söylemedi bu kadar hepsi.) Bir sonraki ülke olan Bosna içinse şöyle dedi:” 1514 yazıp 02’e yollarsanız Bosna-Hersek’i desteklemiş olursunuz.” Ardından tekrar diğerlerini hızlıca geçti.(Beğendiği şarkıları belli ederek tabi. Onlara da özel bir sunum yaparak.) Aynı şeyi Azerbaycan içinde yaptı. Hatta oylamaların bitmesine az bir zaman kala açıkça –her zaman yaptığı gibi-  iki ülkenin de kodlarını yeniden tekrar etti. Ömür adam şu Bülent Özveren. Sonuçlar açıklanırken bazen Türkiye’ye oy vermeyen ülkelere kızar, sitem eder. Bazen de hiç beklenmeyen yerlerden oy geldiğinde şaşkınlığını, mutluluğunu yayında olduğunu unutarak açığa vurur. Uzun ömürler diliyorum ona. Onsuz bir Eurovision hiç olurdu gerçekten.

Türkiye’yi bir daha özellikle jüri yarış dışı bırakamaz artık. Nigar’ın sahneye Türk bayrağıyla gelmesi de bu mesajı biraz daha anlamlı kıldı tabi. Türkiye ne zaman yarış dışı kalsa tahmin ediyorum Azerbaycan’ın oyları artacak. Bu bilinçle önümüzdeki yarışmalarda Türkiye finalde hep olacak artık. Çünkü bunun acı sonuçlarına katlanacaklarını öğrendiler.

Beğendiğim şarkılar var demiştim. Dino Merlin’den sonra Danimarka’yı, Ukrayna’yı ve İngiltere’yi beğendim. Bu arada İngiltere’yi temsil eden Blue grubu tam anlamıyla bir hezimete uğradı.(Üzüldüm. Simon Webbe’yi özellikle takip ederim.) Halk nazarında dış siyaseti ve bakış açılarını anlamlandırmamıza imkân tanıyan nadir yarışmalardan biri olan Eurovision’da İngiltere’nin ilk 5’e hatta 10’a bile girememesi çok ilgi çekiciydi. Acaba Dünya’da Amerika ile beraber bir İngiliz düşmanlığı mı oluşuyor. Ekonomik açıdan iyi sinyaller vermeyen bu ada ülkesi, kısmen de olsa yalnızlığıma mı itiliyor. Belki ama bir şeylerin de olduğu muhakkak.

Şu eski Doğu Bloğu, Demir Perde ülkeleri hala ne kadar çok birbirini tutuyor.20 sene oldu dağılalı fakat hala oylarının büyük kısmını, kendi içlerinde beğenilen ülke odaklı dağıtıyorlar. Azerbaycan’ın bu noktadaki artısını da unutmamak lazım tabi. Gürcistan’dan, Rusya’dan, Moldova’dan ve daha hatırlayamadığım bir yığın bu tarz ülkeden gelen oyları hanesine yazdırdı. Bu nedenle Azerbaycan’ın oy potansiyeli çok geniş, birinciliğindeki diğer bir etkende bu tabi doğal olarak. Parçada güzel olunca ona odaklandılar ve listede yükseltiler.

Eurovision başlı başına dengelerin yarışması. Sadece iyi bir şarkıya sahip olmak yetmiyor. Bunun arka planında birçok sebep var. Mesela Danimarka 12 puanını genelde yaptığı gibi Almanya’ya verdi. Çünkü Almanlar ve Danların tarihte çok yakın münasebetleri oldu. Hitler’in orduları bile buraya kibarca girdiler.(Danimarka’nın bunda teslim olması da etken.) Yunanistan ölse 12 puanı Kıbrıs’tan başka bir yere, Güney Kıbrıs ölse tam puanını Yunanistan’dan başka bir ülkeye vermez.(Salonda, bu olduğunda seyirci yuhaladı bu sefer Duesseldorf’ta.) Bizimden onlardan hiçbir farkımız yok. Tam puan Azerbaycan’a, on puansa her zaman olduğu gibi Bosna-Hersek’e. Bu yüzden kimseye de kızma hakkına sahip değiliz. Bu sene iki ülkenin parçası da iyiydi de fazla göze batmadı.

Seneye bakalım neler olacak. Güney Kıbrıs Rum Kesimi ya da Portekiz bize tam puan verecek mi?(Hiç puan vermiyorlar, belki bir mucize. Bir grup gün gelir, ülkemizin kodunu yanlış anlarlarsa, belki 2 puan gelir, o da belki.)



Faruk'a Sitem Edebilmek


Mahallede oturmuş geçen maçın hakkında konuşuyorduk. Maçı kaybetmemizin nedeni Faruk’tu. Fakat hiçbirimiz gel gör ki bunu dile getiremiyorduk. Suskun, puskun sinirli bir şekilde bakkalın önünde oturmuş ortaklaşa aldığımız dondurmalarımızın bile tadına varamıyorduk. Faruk’un evine gitmesini bekliyorduk çünkü ancak o gittikten sonra sitemlerimizi dile getirebilecektik. Çünkü Faruk bizden yaşça büyüktü ve kuvvetliydi, sesimizi çıkartırsak vay halimize. O da bunun bilincinde olduğundan bize yükleniyor, Ömer’i ve beni rencide ediyordu. Tehdit altında dondurmalarımızı bitirir bitirmez, eve yollandık. Yolda Ömer ve ben Faruk’a diyemediklerimizi birbirimize açtık. “Faruk bugün çok kötü oynamıştı ve beceriksizdi. İnsan kaleciyle karşı karşıya nasıl atamazdı, salak herif.” Ertesi günde suratına bir şeycikler söyleyemedik. Sineye çektik ne yapalım. Dayak mı yiyelim yani.
.
İnsanlar büyüdükçe aslında hiç değişmezler. Sadece alan büyür ve taktikler şekillenir. Daha “tilkice” davranılır ve görece daha “önemli” konular mevzubahis edilir. İşte insan, insanoğlunun bu niteliğinin aslında bilincindedir ve buna kısmen de olsa set koymak için demokrasi denen bir oyun icat edilir.

Fikirlerinizi totaliter rejimlerde açığa koyamazsınız. Demokrasi atılımı gerçekleşiyorsa belki ama o da sınırlı kalır. Medyanın temeli fikirdir ve zihinlerde oluşan fikrin kanalıdır, aracıdır. Fikirlerin bandı ne kadar genişse o denli zengin bir medyadan söz edilebilir o toplumda. Fikirler ne denli engelleniyorsa, medyada o denli kurur. Çünkü kaynağına el sürülmüştür ve ırmağın besleyen kolları keserseniz, ilk önce bir göl kalır elinizde, şekli şemalı belli, kontrolü çok kolay bir göl. Ardından yağmurlarda yağmazsa kuruyup gider, elde avuçta kupkuru bir toprak kalır. İşte demokraside bu ırmağın hayatını sürdürmesini sağlayan en önemli araçlardan biridir. Demokrasiye atılan her darbe, medya da atılmış olur. Şekillendirici bir ırmak mı? Yoksa kokuşmuş bir göl mü? Demokrasi işte bu sorunun kalbinde yer alır her zaman.

Demokrasi güçlünün güçsüze en azından ifade özgürlüğü açısından eşitliğini sağlar. Mahalledeki çocukların seslerini yükseltebilmelerini sağlamak için zemin hazırlar. Güçlü olanların eşitlenmesini, eleştirilebilmesini ve gücün kendi istekleri doğrultusunda biçimlendirilebilmesine imkan tanır. Bu eşitlik sağlandığı ölçüde, düşünen bir canlı olan insan, kendini açığa vurabilir, yeniden oluşturabilir.

Türkiye’de Medya ve Demokrasi

Ülkemizde demokrasinin vanaları hep kısıldı. Medya kendi halinde bir su birikintisi gibi yaşamaya mahkum edildi. Fikirler bastırıldıkça medya kurdukça kurudu. Arada sırada da yok olmaya yüz tutan göle su pompalandı. Fakat vanalar hep kısık kaldı. Sonunda ne oldu, sorular ve sorunlar büyüdü. Fikirlere baltalar vuruldukça yaralar medyayı kan revan içinde bıraktı. Medya böylece artık bir göle dönüştüğünden kolay kullanıldı ve kokuşmaya başladı.

Türkiye fikirlerin önüne setler çektiği, engellediği, tabular koyduğu sürece medya da yaşam olanağı bulamayacak. Bugün geçmişe göre daha özgür bir Türkiye var. Vanalar biraz daha açılmaya çalışılıyor.1982 anayasanın elden geçirilmesine, değiştirilmesine çaba harcanıyor. Köşe yazarları hemen her konuda özgürce yazabiliyor.(Artık arada sırada makaslanmaktan ne kadar kurtulurlarsa.) Televizyonlardaki tartışma, münazara programları aldı başını gitti. Bir tartışma ve fikir ortamı geçmişe “nispeten” var. Fakat yeterli değil, Türkiye’deki medyanın hala tabuları var ve bunlar fikirlerin önüne set çekiyor.

Tam demokratik bir medya için adımlarda atılıyor Türkiye’de. Defne Joy Foster’ın vefatından sonra meydana gelen Defne Devrimi gibi atılımlar, özellikle kadınların medyada temsilinin ve konumunun yeniden sorgulanmasına kapısını araladı. Kadınlar hala geri planda, kadın dergileri haricinde yazılı basındaki editörlerin %90 hala erkek. Köşe yazarlarında ise bir cımbız gerekiyor. Dünya üzerinde erkekten çok kadın varken ve kadınların zihinsel olarak erkeklerden hiçbir farkı yokken neden bu kadar az temsil diye sormamak aptallık olur. Türkiye ilk elden, bu dengesizliği dengelemeye çalışmalıdır. Medya’ya kendi içinde bir reform gerekiyor bu nedenle.

Medya, fikirlerin dağıtımcısıdır demiştim. Türkiye’deki en büyük sorunlardan biride tek taraflı gazetecilik, makul olmayan, ideoloji saplantılı gazetecilik. Mesela Cumhuriyet gazetesinde iktidarın yaptığı eylemleri onaylayan bir haber veya köşe yazı ya da aynı şekilde Vakit gazetesinde muhalefeti alkışlayan bir haber ne sıklıkta çıkar, kabul görür. Türkiye’de basın taraflıdır. Tek düze işler ve makaslamalara çok başvurulur. (Makul gazetecilerde azdır ve bunlar bile zaman zaman böyle uygulamalara maruz kalabilir. Bir gazetede köşe yazarı olarak işe başladığınızda bunları az ya da çok kabullenmişsiniz demektir. Çünkü maaşınızı onlar öder.) Türkiye’de taraflı gazetecilik anlayışı Türkiye var oldukça sürecek. Bu durumda özgür basın için, ekonomik bağımsızlık şart diyebiliriz. Ancak bu külfetten kurtulduğunuzda çok sesliliği sağlayabilirsiniz. Bunu Türkiye’de en iyi başaran grup, Bianet topluluğu, fakat onların sesi bile çok cılız çıkıyor şu an. Bianet’in bu hususta bir rant beklenmeden desteklenmesi ve düzenlemesi lazım. Küçük adımlar sevindiricidir ama her zaman küçük kalıyorsa adım olma niteliğini kaybeder. Bu paragrafı bitirmeden iki makul gazeteciden, köşe yazarından bahsetmek isterim. Bu iki isim elinden geldiğince bu çıtayı tutturmanın peşindeler. Murat Belge ve Mehmet Barlas bu yaklaşımları ile gelecek medyacılara örnek teşkil ediyor ve katı, dogmatik fikirlere saplanıp kalmadan gerçek anlamda “eleştiri” yapabiliyorlar. Bu da demek oluyor ki, her şeyin düğümlendiği yer yine gazetecinin ta kendisi. İyi gazeteciler var olduğu sürece, “makul” zihniyet medyada az ya da çok her zaman temsil edilecek.

Demokrasi ile medyada ifade doğru orantılı olarak artarlar. Siyasi gelişimler bu açıdan öncelikle medyaya yansır, medya ile birlikte şekillenir. Anayasa’nın elden geçirilmesi ve demokrasi için atılan her adım fikirlere özgürlük tanıdığı ölçüde medyayı geliştirecektir. Bu açıdan siyasi istikrarın, demokrasi ile uyum içerisinde, vals yapıyormuşçasına ilerlemesi de medyayı ihya edecektir.

13 Mayıs 2011 Cuma

Devrim Mi? Evrim Mi?

Son yüzyıldır ne kadar moda bir sözcük şu devrim.Özellikle de bu dönemde Ortadoğu daha doğrusu Arap dünyasında. Acaba devrim yapıldığında daha mutlu olacaklarını düşünen Mısır halkı, şu anda anarşi ortamındaki ülkelerini görseler buna kalkışırlar mıydı?

Devrimler devrimleri doğurur. Devirenler kendilerini var eden panzehirin, kendilerini yok edecek zehir olduğunun pek ala bilincindedirler. Her kurulan “özgürlükçü”,”hakçı” rejim devrimle kurulduysa, sanıldığının aksine özgürlüklerin en büyük düşmanı olup çıkıverir. Çünkü devirenler kazananlardır ve oyunun ikinci perdesinin yönetmeni de ta kendileridir.

Bir devrimle kurulmayan kendiliğinden ve reformsal hareketlerle gelen demokrasi, durum gösteriyor ki, en etkili ve en ilkeli demokrasilerin kurulmasının kapısını açıyor. Mesela Büyük Britanya, kendi demokrasisini yavaş yavaş, sindire sindire gerçekleştirdi.1215’te attıkları adımları zekice reform hareketleriyle destekleyen baştakiler, dünyanın en iyi çalışan demokrasisini inşa etmeyi başardılar. Devrimle oluşan demokrasiler ise doğuştan sakat doğuyor, çünkü devrimin kendisi zaten demokrasi ile zıt bir eylem. Devrimle gelen demokrasinin, rey dışı bir devrimle yeniden şekillendirilmesi ihtimali zaten demokrasinin ilkelerini hiçe saymak demek oluyor.

Mısır’ın işi çok zor. Bir demokrasi kültürü yok adam gibi. Halkın ayaklanmasının arka planında demokrasi falan istemeleri de yok, amaçları sadece duygusal. Baştakiler karınlarını doyurabiliyorsa, Arap halkı zaten mutlu olur. Şimdi bu tür bir durumda gelen devrimin, bavulunu toplayıp giden Mübarek sonrası Mısır’da meydana gelen anarşinin, askeri yönetimin basiretsizliğinin, özellikle de demokrasi bilinci olmayan Mısır’a neler getireceği kuşkulu. Bir şeçim yapılacak, ama yeniden güçlü bir iktidarın Mısır’a hâkim olması durumu da pek tabi muhtemel, hatta büyük ihtimal kanımca.

Mısır Hüsnü Mübarek’i bir devrimle indirdi. Başa yeniden gelecek iktidarın Mısır’a neler sunabileceğini hepimiz göreceğiz. Umarım iş yeniden bir devrime kalmaz.

6 Mayıs 2011 Cuma

Yorum Tadı

Yorum Farkını izleyenler bilir, genelde ortaya birkaç gündem maddesi atılır, nadiren hepsi tartışılır. Fakat tartışılan gündem, her iki tarafında zaman zaman, bitmek tükenmek bilmeyen tatlı münakaşaları arasında farklı bir boyut kazanır. Emre Kongar’da Mehmet Barlas’ta kendi dallarında duayen isimler. Sığ tartışmaların olduğu, görece birikimsiz insanların yaptıkları sohbetlerin de ayağının yere basmayacağı da gayet aşikâr. Yorum Farkı bu noktada onlardan çok ayrı bir kavis çiziyor.

Toplum meselelerini değerlendiren insanların, hemen her konuda bilgisi, birikimi olması gerekir. İşte gazeteciliğin zor bir yanı daha. Ara Güler’in genç fotoğraf sanatçılarına kendime de örnek almaya çalıştığım bir nasihati vardı. Şöyle bir şeydi galiba:”Bir fotomuhabir diyordu, bu işi iyi yapmak istiyorsa her konuda birikimli olmalıdır, özellikle sanat dallarında. Resim bilmelidir, edebiyat bilmelidir, heykel bilmelidir, tarih bilmelidir… İşte Yorum Farkındaki her iki isimde bu noktayı yıllar öncesinden yakalamışlar ve gerçekleştirmişler. Onları tebrik etmek haddime bile değil, sadece derin bir saygı beslediğimi belirtmek istiyorum. Bilgiye, birikime sonsuz bir itimadım var ve bilginin en büyük emek olduğuna inanıyorum.

05.05.2011’ta yayınlanan programda ise işte bu noktayı yakalamanın verdiği farkı ortaya koydular. Herkes güncellik üzerine bir şeyler sallayabilir, bu çok kolaydır. Mesele bunu bir düzlemde, yani her anlamda bir ilişki düzleminde görebilmektir. Bugün tartışılan konu aslında gündemdi, fakat bir bakıma da değildi. Gündemin her an geçmişten beslendiği gerçeğini  iki isimde bugün çok güzel ispatladı. Özellikle Mehmet Barlas’ın  dile getirdiği geniş çapta tarih yaklaşımı çok dikkat çekiciydi. Aynı şekilde Emre Kongar’ın da yaptığı değerlendirmeler bence son iki-üç ayın en doyurucu 20 dakikasının oluşmasının zemini hazırladı. Eğer izlemek isterseniz, aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

5 Mayıs 2011 Perşembe

Naçizane

Çalıntı Başlık: Obama, Ladin Rüzgârını Arkasına Aldı.

Uluslar arası ilişkilere ve dış siyasete bünyeden gelen yoğun bir ilgim var. Gazetelerde nedense en çok ilgimi çeken bölümlerde bu sayfalar olmuştur. İç siyasetten nedense hiç hazzetmem. Bu Türkiye’deki şeffaf olmayan siyasetin bendeki etkisi olabilir belki de.

Düşündüm, taşındım arada sırada dış ilişkiler üzerine naçizane bir şeyler karalamaya karar verdim. Bu konu üzerinde uzman bir bilgi birikimim yok. Sadece yazmaktan ve yazarak oluşturduğum gelecek öngörülerinin tutup tutmadığını görmekten aldığım zevk için yazacağım.

bobiler.org(Nickname:lombardo)
Usame Bin Ladin’in Pakistan’da öldürülmesi bana pekte inandırıcı gelmedi açıkçası. Usame belki de yıllar önce öldürüldü ya da öldü. Obama’nın durup dururken böyle bir olayı patlatması da buram buram seçim kokuyor. ABD’nin kimilerine göre kötü giden ekonomisinin gizlenmesi ya da unutturulması için yapılmış bir hedef şaşırtma gibi geliyor bana.

5 Mayıs Radikal Gazetesinde dış siyaset bölümünde yer alan bir ara başlık bu durumu ne güzel de özetlemiş:”Obama, Ladin Rüzgârını Arkasına Aldı.” Ama ne yazık ki Ladin’in bu rüzgârı yerel. ABD halkı bu “zafer sarhoşluğunun” geçmesi ardından Obama dönemindeki başarısızlıklarla yüzleşecek. Fakat şimdilik Obama’ya verilen destek de artmış gibi görünüyor.

Bir Umuttu Hep.

Şalom Gazetesinden alınmıştır.
Diğer bir önemli olaysa Hamas ve El-Fetih arasında Kahire’de yapılan ve düşmanlığa son veren anlaşma. Çok olumlu buluyorum bu mutabakatı. Zaman zaman kızardım Filistin’e, kendi kendini kesen bir ülke, başkası onları kestiğinde itiraza hakkı yoktur. Önce kendi içinde bir olda, sonra İsrail’e çemkir diye düşünürdüm. Şimdi yapılan bu anlaşmayla İsrail’in istediği “kendi içinde bölünmüş Filistin” ideali sekteye uğradı. Fakat bu birleşme o bölgede diyalog yerine yeni bir savaşa sebep olacaksa çok tehlikeli. Ahmet Davutoğlu’da İsrail’in bu noktadaki önceki tutumuna da göndermede bulunarak şöyle bir yaklaşımda bulunmuş:”İsrail barış sürecinin tıkanmasına Filistin’de muhatap bulamama argümanını öne sürüyordu. Şu anda Filistin’de bir birlik var ve muhatap da var.” Eğer İsrail sözde bir barış istemiyorsa, yeni birlik olan Filistin ile olumlu bir ilişki içine girebilir ya da istediği gibi yeniden bir bölünmede yaratabilir bu topraklarda. İsrail’i anlamak güç. Sözleriyle icraatları bu kadar birbirini tutmayan başka bir devlet var mıdır şu dünya üzerinde. Umarım İsrail bu sefer bir önce kurduğum cümlenin haklılığını bana tattırmaz ve yine umarım, İsrail gücünün tadını yeniden çıkartmaya kalkmaz. (Güçlü olan ülkelerin pek de barış ve diyalog yanlısı olduklarına şahit olmadık ne yazık ki.) Bir birlik havası içine giren “yeni” Filistin’in de İsrail’e karşı yıkıcı ve çatışmacı tutum sergilemesi de İsrail’in elini güçlendirir. Şimdi yapılması gereken barışı temin edip, uluslar arası alanda savaş yanlısı tutum sergilemeden gidişata diyalogla yön vermektir.(Tabi, İsrail izin verirse oda ayrı.)İyi kafalara ihtiyacı var bu dönemde Filistin’in, gerillacılara değil.Filistin bunun bilincinde olmalıdır artık.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

44B


Kadın en öndeki gencin yanına yaklaştı, kendisini hatırlatmak için biraz duraksadı onun yanında. Genç, sosyal baskının geçmesi için beklerken, kadın kalabalıklaşan otobüste mecburen ilerledi. Bana doğru yaklaşıyordu. Neyse ki, önümde benden küçük bir genç oturuyordu ve bana daha epey koltuk vardı. Bu genç kalktı ve kızgın bir şekilde yerini verdi. İyi de yaptı, çünkü fiziksel yorgunluk psikolojik yorgunluktan daha iyidir. Ayakta gitmek yorucudur ama sosyal baskı kadar da insanı yıpratmaz. Kadın zafer kazanmış bir edayla, kuru bir teşekkürle koltuğa oturdu. Neyse, yırttık dedim kendi kendime.

Citaro otobüslerinde arkada motor yanında, son arka kapının hemen bitişiğinde yan yana üç koltuk daha vardır. Ben genelde cam tarafına doğru otururum. Burada sol yanımda da iki liseli genç vardı ve bunlar birbirlerine “basitçe” kur yapıyordu. Ne kadar komik olduğunu anlatamam. Kız güldüğünde, başını çocuğun omzuna değdiriyor, oğlan da her fırsatta dokunmak için bir fırsat peşinde. Bizim kurcu çiftin ve benim tam karşımızdaki ters koltuklarda iki liseli erkek daha,  ağız dolusu küfürlerle ve yüksek sesle konuşuyor. Bu dönemde bildiğiniz üzere yüksek sesle konuşmak modadır erkek çocuklarında, dikkat için ilk elden bu yapılır. Yüksel sesle konuşulduğunda hem küfürle –hangi akla hizmet- büyülündüğü gösterilir hem de egolar bir güzel tatmin edilir. Bu iki genç arada sırada, yanımda çift olmaya çalışan ikiliyi kesiyor ve bana da bakış atmaktan geri durmuyorlardı. Bu zor bir oyundur onlar için, kendini daha tamamlamamış bu genç erkek bireyler karşılarındaki insana –gözlerini kaçırmadan- bakarak bir üstünlük kurmaya çalışırlar. Bu cesaret işidir. Çünkü karşı taraftaki birey sizden daha baskınsa gözlerinizi koyun gibi kaçırmak en iyi çözümdür. Kolay yoldan üstünlük kurma isteği için yapılan bu meydan okuma, özellikle böyle kişisel anlamda kendini tamamlamamış gençlerde en sık rastlanan ego savaş oyunudur. Ben ilk başlarda böyle durumlarda hiç oralı olmam. Takmam yani. Fakat bu delikanlılara bir ders vermem lazımdı. Onlar bana baktıklarında ben de onlara –yüzüme ciddi bir hava vererek- baktım. Kaybettiler tabi, dangalaklar. Şunu bilmeleri lazımdı, egosunu –en azından- bu tarz oyunlara gerek bırakmayacak kadar tatmin etmiş insanlar böyle basit oyunlara kalkışmazlar. Böyle insanlar bazen konuşurken bile gözlerini sizden kaçırırlar ve ciddi konularda –büyük insanlar- egolarını ortaya sermeden gözlerinizin içine derin derin bakarlar.

Kâğıthane durağında bizim bu liseli genç tayfa indi. Ben de o ara kitabıma dalmıştım. Kafamı kaldırdığımda inen tayfanın yerine gelen güzel genç kızı fark ettim. Asil bir yüzü vardı bu kızın. Gözleri koyuydu ve elmacık kemikleri tatlı bir kavis yaparak noktalanıyordu. Kumraldı ve üzerinde üst bölümünü tamamıyla örten bir bluz ve altında ince bacaklarını saran bir kot vardı. Kitabın her bölüm bitişinde(Tabi, daha sık bakmışta olabilirim. Yalan olmasın şimdi.) dönüp dönüp ona baktım. Yanlış anlamayın cinsel istekle değil, yüzü çok güzeldi ve güzelliğinden zevk alıyordum sadece. Allahın yarattığı en güzel şeylerden biri olan “güzel kadın yüzüne” bakmadan durulur mu? Onu kestiğimi bir süre sonra fark etti. Kadınlar gözlemlerime göre çok ileri uçlarda değilse, bir erkeğin ona bakmasından belirsiz, katıksız zevk alıyorlar kanımca. Egoları, benlikleri tatmin oluyor ve “bakılınabilecek, dikkat çeken kadın” mertebesine yükselmek onlara içten içe bir haz veriyor. Tabi bunlar ileri uçlarda tacizvari bakışlar değilse elbette.

Bu kızda zevk aldı mı bilinmez ama benden yana bakmaması da kızmadığını gösterdi bana.(Kadınlar kızınca kaşlarını çatarlar genelde, kedi gibi, masum masum oturuyorsa bir sıkıntı yok demektir.) Ben kafamı zıt tarafa her çevirdiğimde bakışlarını benim olduğum tarafa yönlendirmesi de önceki yargımı doğrular nitelikteydi. Fakat ne yazık ki bu kızcağız benden önce indi. Elveda, güzel kız yolun açık olsun bile diyemeden hem de. (Son cümlem biraz, yo aşırı romantik oldu.) Bir daha karşılaşır mıyız? Bu epey zor, bilinmez belki bir yerde.Umarım.

Hava yağmurluydu ve bu içerdeki insanların daha çok birbiriyle ilgilenmesine yol açıyordu. Alibeyköy’de yaşlı iki karı-koca bindi otobüse. Sürüklüne sürüklene gelerek kızdan boşalan yere oturdular. Ne kadar güzel bir manzaraydı bu. Kocasının, -babaannemin dediği gibi- beyinin koluna girmiş 70’li yaşlarındaki hanımın saygısı ne kadar içtendi. Hayatta yalnız kalan bu iki yaşlı bedenin tarihi geçmiş iki gemi gibi birbirlerinin limanına hiçbir cinsel ya da hazsal dilek olmadan sığınması ne kadar da hoştu. Bir süre sonra yaşlı adamın ona göre sağındaki koltuk boşaldığında hanımını oraya geçirdi. Çünkü kadını ters gitmeyi sevmiyordu bu yeni otobüslerde. Ben de bir fırsat bularak kadının boşalttığı yere oturdum. Sohbeti yaşlı adam açtı. Şu yeni gençliğin ‘paspal ve har bulup harman savuran’ giyim anlayışı hakkındaki şikâyetlerini beyaz dişleriyle, tatlı tatlı gülümseyerek anlattı bana, ama beni sevmişti, saçlarımı ve giyimimi beğenmişti. Sonra konu Almanya’da işçi oldukları döneme geldi. Almanya’da dedi, o zamanlar 15 Mark’a Almanlar ne güzel giyinirdi ve sakalınız sıvazlayarak (çok iyi biçimlendirilmiş, orta uzunlukta pamuk beyazı sakalları vardı.) ekledi:”Bizim Türkler değil 15 Mark’a, bir aylık maaşlarını yatırsalar güzel giyinemezlerdi.”Gülüştük. Yaşlılar geçen geçmişlerinde yaşarlar, gelecek için pek bir şey kalmamıştır ne de olsa, bu yüzden acısıyla, tatlısıyla geçmiş güzeldir onlar için, geri gelemeyecek o yıllar.

Yaşlı kadıncağız da arada camdan dışarı bakarak beyinin dediklerini onaylıyordu kafasını sallayarak. Onlarda Eyüp’te indi, Camiden birkaç durak sonra Ayvansaray’da. Kalmıştım “kabak” gibi yalnız ortada. Kitaba devam ettim. Otobüse ikindi vakti bindiğimden otobüsteki kişi sayısı azdı. Arka tarafta bir ben, bir de kulağında kulaklığı, başını cama dayamış bir genç kalmıştık sadece. Dışarı göz atmaya başladım. Yağmur ciseleyerek yağıyordu ve damlalar cama utangaçça dokunarak, yavaş yavaş aşağıya doğru    kaçışıyorlardı. Hava güzeldi, ışık çok güzeldi. Yumuşak ışığa aşığımdır. Fotoğraf için bulunmaz nimettir bu. Kontrast az olduğundan hem pozlamalar daha tutarlı olur, hem de ışık mükemmel derece homojendir bu kapalı havalarda.

Karaköy durağında inip inmeme arasında, son durakta inmeye karar verdim. Yeni Cami’nin oradan çıkardım saraya ne de olsa.

Otobüs görevi tamamlamanın verdiği gönül rahatlığıyla bir oh çekerek durdu Eminönü son durakta. Yavaşça adımımı dışarı attım ve Otobüs yeni yolcularını almak için dönerek uzaklaştı.