24 Mart 2012 Cumartesi

Dalmaçyalı Oyuncak

Çocuk hasta yatığından annesinin yardımıyla kalktı.  Hasta masasının yanında duran dalmaçyalı oyuncağını almak için hamle yaptığı sırada, babası gülen bir yüzle ona doğru uzattı. Birlikte koridora doğru çıktıklarında hastabakıcı mavi gömleği ve küflenmiş hastane yürüteciyle onları karşıladı. Çocuğun sandalyeye oturması gerektiğini söyledi. Yürüyebilecekken böyle bir şeyin yapılıyor olması çocuğu ve ailesini ister istemez üzdü. Hastabakıcı ise hiçbir umursama belirtisi göstermeden kambur sırtıyla, yüzünde bu işi yıllardır yapmış olmanın verdiği bir güvenin soğuk ifadesiyle asansöre doğru sandalyeyi iterek ilerledi. Ailesi de çocuğun yanında yürüyor ve onunla konuşarak dikkatini dağıtmaya çalışıyorlardı… Hastabakıcı asansörün iri kapısını açarak sandalyeyi içeri doğru itti ve önünü kapıya doğru çevirdi. Anne ve babası henüz kapanmakta olan kapıdan ona el sallıyor, korku ve heyecandan ileri gelen tarifi zor karışık duygularını hafifletmek için gülümsemeye çalışıyorlardı. Çocuk vaziyetin farkında bu karışık duygularla tebessüm etmeye çalışırken, asansörün kapısı kapandı ve hastabakıcı alt katlarından birine inmek için çocuğun üzerinden uzattığı iri kolu vasıtasıyla süratle düğmeye basarak hiç ses çıkartmadan eski haline geri döndü. Asansör birkaç inleme ve korkunç mekanik sesiyle aşağı doğru inerken, çocuk paslanmış zemini izliyor, katları bir bir geçtikçe değişen krişlere, kapılara göz gezdiriyordu, her kat geçişlerinde o koridorlardan gelen boğuk insan sesleri içeri doluyor ve bu mütemadiyen devam ediyordu. Bu iniş anı çocuğa çok uzun gelmişti. Sanki yerin dibine iniyorlarmış gibi bir izlenime kapıldı. Cehennemin hep yerin dibinde olduğunu düşünmüştü. Cehenneme mi gidiyorlardı acaba. Çizgi filmlerdeki kasvetli, sıcak ve çirkin zebanilerin olduğu karanlık yerlerin düşünceleri zihnini sardı ki; bu küçük zihin şu anda -korku ve heyecan yüzünden- gerçek ile hayali olanı ayıracak durumda hiç değildi...  Nihayet asansör az aydınlanan uzun bir koridora açılarak durdu. Bu upuzun ve az aydınlamış koridorun kenarlarındaki pencerelerden vuran ışık huzmelerine arada bir rast gelerek ilerlemeye yavaşça ilerlemeye koyuldular. Her bir pencereye yaklaştıklarında çocuk dışarı göz atıyor, birisini ya da birilerini görmek istermiş gibi dikkatle izliyordu. Pencereleri geçtiler, daha loş bir ortama girmişlerdi ve pencereler geride kalmıştı artık. Hani bir yerde idam mahkumlarına ölmeden önce son kez şehri izlettikleri izole ve küçük pencerelerle dolu bir köprü vardır ya, işte küçük çocuğun düşüncelerini de bundan farklı göremeyiz. İdam mahkumu ve çocuk her ikisi de bir bilinmeyene gittikleri için korkuyorlar, çocuk için de bilinmeyen bu olsa gerek; uzun koridorun sonu...  Sandalyenin gıcırtıları, adamın sessizliği ve etraftaki sükût çocuğu oyuncağına sığınmaya itti, elleri arasındaki yüz bir dalmaçyalı köpeğini incelemeye koyuldu. Gözlerini yoldan ayırmak ve köpeğini aldığı mutlu günü anımsamak onu rahatlatıyordu. Babasıyla birlikte oyuncakçıdan almışlardı onu. Köpeğin gülümseyen yüzü ve vücudundaki benekler çok ilgisini çekmiş, onu tercih etmişti, gördüğü anda bir aşktı onunkisi. Birkaç gündür elinden düşürmediği bu oyuncağı şimdi ona güç vermiş, gerçeklikten uzaklaşmasını sağlayarak yüzünü biraz da olsa güldürebilmişti küçük çocuğun. Sandalyenin tekerlekleri ameliyathane kapısına doğru olan dönemeci gıcırtılar çıkararak aldığında çocuk kısmen de olsa girdiği bu kısa düşler dünyasından uyandı. Dünden kalan buruk ve zor gerçekliği sabah olduğunda bir an unutur ve hiçbir şey yokmuş gibi rahatladığımız tam o anda, hüzün perdesinden sıyrılarak kendisini bize hatırlatır ve yüreğimiz dün olduğundan çok daha yanık sızlar ya, işte çocuk o küçük bedeninde buna benzer bir hassasiyet yaşadı bu adi gıcırtıyla... Hastabakıcı öne doğru eğilerek vakur bir edayla kapıyı itti. İçeriye girdiklerinde uzun bir hastane masasının başında duran uzay gemilerini anımsatan büyük bir ışıldak çocuğun dikkatini çekti. Hastabakıcı elindeki oyuncağı masanın kapı tarafında duran metal masanın üzerine bırakmasını söyleyince çocuk istemeyerekte olsa bu emre itaat etti. Oyuncağından ayrılmak çok zordu onun için, sığınaydı arkadaşıydı, o dakika için çevresindeki tek güzel şey, mağarada tek ışık alan aralıktı. Onun için oyuncağını görebileceği beri tarafta parlak bir yere bıraktı masanın üzerinde. Köpeğin gülen yüzünü de kendi yatacağı tarafa doğru çevirdi. Adam sandalyeden inmesini söyledi. Yatağa çıkmaya çalıştı fakat yüksekti, beceremedi. Hastabakıcının iri elleri yardımına koştu, hastane terliklerini aşağı salarak yavaşça dalmaçyalıyı görebileceği vaziyette uzandı. Şimdi bir yandan oyuncağını gözetliyor ve ondan ayrılmış olmanın verdiği buruk hüznü yaşıyordu. Ona dokunmaya ihtiyacı vardı. Bu hastabakıcı da onun farkında olduğu için bilerek bıraktırdığını düşünmeye başladı."Adi herif!" Şimdi onu oradan almaya kalksa nasıl yeniden çıkacaktı buraya. Vazgeçti. Çocuk zihninde bunları kurgularken adam boş sandalyeyi de  alarak odayı terk etti. Bu yalnızlık çocukta garip duygular uyandırıyordu. Adamın gitmesine sevinmişti, ama şimdi ne olacaktı. Ameliyathane masasının üzerinde oturup etrafı inceledi, kendi çevresi büyükçe ışıldağın yardımıyla aydınlanıyordu fakat ameliyathane kapısının küçük aralığından vuran buz mavisi ışığın aydınlattığı kapı girişi hariç her yer kapkaranlıktı. Dışarıda havanın yağmurlu ve kapalı olmasının sebebiydi bu loşluk. İşte o zaman korku kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Halbuki şimdi annesi ve babasını görmek için neler vermezdi. Hayır, ağlamayacaktı, güçlü olmaya çalışmalıydı, gözlerinin buğulandığını hissetti fakat kendini tuttu. Annesi ve babasına güçlü ve büyümüş olduğunu da göstermeliydi aynı zamanda. Sonra aklına asansöre binerken gülümsemeleri geldi ve bir an yeniden huzur buldu. Hem ailesi onu kötü bir şey olsa hiç yalnız bırakır mıydı? Kız gibi ağlamamalıydı yeri değildi şu anda bunun.

Çok geçmeden yüzleri maskeli üç-dört doktor ameliyathane kapısından içeri girdi ve onla yetişkin bir erkek gibi konuşturarak heyecanını yatıştırmaya çalıştılar. Doktorların gözlerinden başka hiçbir yerleri gözükmüyordu. Bu hal çocuğu bir an ürküttü, mamafih çok uzun sürmedi çünkü doktorların ses tonları çok sakin ve babacandı. Adını sordular, anaokuluna gidip gitmediğini sordular, sevdiği çizgi filmleri sordular… Çocuk bunlar iyi adamlar diye düşündü çocukça erken kanısıyla ve konuşmaya başladı çok geçmeden. Çocukların insanları bir bakışta seçtikleri söylenir, kimileri onlar insanları hemen anlıyor derler. Acaba büyüdükçe aptallaşıyor muyuz ne? Kim bilir… Onlar hazırlıklarını çocuğun dikkatini dağıtırken tamamlarken, çocukta artık iyice rahatlamış, kısmen doktorların pohpohlamalarıyla, kısmen de korkuyu unuttuğundan buruk korku gittikçe silinmeye başlamış yerini çocuksu, saf bir cesarete bırakmıştı. Nitekim gülmek ile ağlamak nasıl kardeşse, korku ile cesarette o kadar yakın dostluklardır. Korku bir süre sonra o bedeni ele geçiremediyse yerini yakın dostu cesarete bırakır, bu özellikle küçük bir çocuksa geçişler daha da bir süratli olur… İçlerinden sesinden ve kırışık gözlerinden en yaşlısı olduğunu tahmin ettiği doktor narkozun hazırlanmasını beklerken çocukla bir ideaya girdi. İğneye dayanıp on saniye uyumazsa o kazanacak, yok hayır uyursa doktorlar kazanacaktı. Bu yaşlı doktorun hilesi işe yaramıştı, iğne korkusu olabileceğini tahmin ettiği bir çocuğu yumuşatmak için iyi bir yöntemdi bu. Genç doktor narkoz şırıngasının havasını aldıktan sonra çocuğa doğru dönerek, ondan geriye doğru saymasını söyledi. Yaşlı doktorun göz kırpma işaretini aldıktan sonra şırıngayı enjekte etmeye başladı. Çocuk ondan geri sayarken, birdenbire çok keskin ve ani bir şekilde uyku haline geçmişti. Bu o kadar hızlıydı ki bugün o çocuk ölümün hep öyle birdenbire ve kesintisiz olacağını düşünür. Farkındalık dışı bir geçiş der buna… Aaa! Bu arada o çocuk hiçbir zaman o dalmaçyalı oyuncağını göremedi, o masanın üzerinde  unutulmuş ve bir daha babasının aramasına rağmen bulunulamamıştı. Şimdi genç yaşlarındaki o çocuğun içinde bir uhdedir hala bu sevimli, beyaz oyuncak.

22 Mart 2012 Perşembe

"Bu Macerayı Çok Güzel Bir Şekilde Yaşadım."

Bir İsmail Cem Anlatısı
-Fotoğraf sanatçısı, siyaset adamı, yazar ve gazeteci olarak İsmail Cem-

Fotoğrafı bilen ve yaşayan bir kişinin insana duyarsız olması beklenemez. “Fotoğraf, insanları insanlara, insanı da kendisine tanıtan araçtır.” Bu yaklaşımla olayları anlamlandırabilen kimse siyasi hayatında da bunu gözetir ve uygular. İsmail Cem’de işte tam olarak buna vakıf bir entelektüel-siyasiydi. Siyaseti kendi için değil toplum için yapmak, sosyal bir sağduyuya ve vicdana sahip olmak. Nasıl söylemeli, siyasi hayatını aydın kimliğiyle ile bu kadar başarılı yürüten başka politikacı görmüş müdür bu topraklar? Cem kafasındaki aydın siyasetçiyi şöyle anlatıyor Ben böyle veda etmeliyim de; Zaten bence yazarların, siyasetçilerin hayatın zorlu tarafıyla mücadele edenlerin mutlaka bir noktada sanat duyarlılığı olması lazım. Çok iddialı olmak şart değil, elbette ama ya sanatla ilgilenmeli; mesela heykel konusunda ciddi bir izleyici olmalı yahut çok iyi bir sinema izleyicisi olmalı ya da fotoğraf gibi daha kolay bir alanda öyle büyük iddialarla değil de hiçbir komplekse kapılmaksızın kendi yaratıcılığını ortaya koymalı.

Cem hayatında fotoğrafa çok önem vermiş, deyim yerindeyse onda bir iptila halini almış bu. Hastalığının seyri değişip, günlerinin büyük kısmını evde yatağında geçirmeye başlayınca müdavimi olduğu National Geographic’te doğa belgesellerindeki hayvanların fotoğrafları televizyondan çekmeye başlamış. Fotoğrafa, sanata bu kadar tutkun bir ruh için ne büyük bir ıstırap. Sağlığında New York’u, İtalya’yı, Hindistan’ı ve dünyanın dört köşe bucağını gezen Cem için bu günler çok zor geçmiş olmalı.

İsmail Cem için entelektüel terimini kullanmamın diğer önemli bir dayanağı ise ilki 1970 senesinde sonuncusu ise 2007’de yayınlamış olan sayısı 16’ya ulaşan el emeği göz nuru kitapları. Robert Koleji mezunu ve Lozan’da hukuk eğitimi alan Cem’in bildiği iki dilin de faydasını unutmamak lazım. Türkçe ’ye çevrilen kitapların sayısı şimdiki kadar olmadığı dönemlerde akademik düzeyde yabancı dil konuşup, okuyabiliyor olmak İsmail Cem’in birikim dünyasına çok büyük katkıları olmuş. Bir başucu kitabı niteliğindeki Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’ni henüz 30 yaşındayken kaleme alan Cem, vefatına kadar özellikle sosyal demokrasi ya da demokratik sosyalizm üzerine Türkiye’deki en nitelikli eserleri ortaya çıkarmayı başarmış bir isim aynı zamanda. Salt sosyal demokrasiye ve Türkiye’nin bu açıdan analizine odaklandığı Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir,  Ne Değildir’i ise Paris’te yüksek lisans yaparken 40’lı yaşlarındayken yazar. Okuma ve yazma aşkı o kadar ileri seviyededir ki 1995 senesinde kaleme aldığı bir anlamda kendisini tanımladığı şiirindeki ikinci satırda hayat bulur bu tutkusu.

Masamın üzerinde,                                                                                                                                                                    Dünden kalan işler,                                                                                                                                 Tamamlanmamış yazılar,                                                                                                                           Okunmayı bekleyen kitaplar                                                                                                                                    Ve anılar ve umutlar…   

İsmail Cem yazılarını sadece kitapları için yazmadı. Uzun yıllar gazetecilikte yaptı aynı zamanda. Gazeteciliğe ise kuzeni Abdi İpekçi’nin yanında başlar, söylemeden atlanmaması gereken diğer bir anekdot da İsmail Cem’in İpekçi soyadını yazılarında ve haberlerinde kullanmamaya başlaması. Gazeteciliğe giriş yaptığı 1963 senesinde o zaman Milliyet gazetesinin başında Abdi İpekçi vardır ve İpekçi, Cem’in yazılarında soyadını kullanmasını istemez. Bu torpil ve kayırma korkusu nedeniyle Cem, yazılarını İsmail Cem adıyla imzalamaya başlar ve bu bir alışkanlık halini alınca İpekçi soyadı unutulup gider. Cumhuriyet gazetesindeki görevinden sonra TRT genel müdürlüğüne atanır. Kanalı bir halk üniversitesine dönüştürme ve devlet memuru zihniyetinden sıyırmaya çalışan Cem’in önüne sudan sebeplerden engeller çıkartılır. Her ne olursa olsun 1975 senesinde kanal Avrupa'nın en iyi 5.  Televizyon Kanalı seçilir. Fakat Türkiye’deki siyasi çevrelerin tezgâhladıkları oyunlardan bıkıp usanır. Ancak kolay  pes etmez. Görevinden Cumhurbaşkanlığı tarafından ihraç edildiğinde “hak ve hukuk” için Danıştay’a başvurur. Danıştay kararı bozar. Göreve yeniden döndüğünde ise TRT’den artık iyice soğumuştur ve toplumun İsmail Cem’e desteğine rağmen artık başka dönüm noktasına gelinmiştir. Haluk Şahin, Hıfzı Topuz ve Mehmet Barlas ile birlikte yaşarlar bu dönemi. (Şahin’le  “İsmail Cem ve TRT Yılları” üzerine yaptığım röportaja yazının sonunda yer vereceğim.)

Söylemeden de geçmek olmaz kısa da sürmüş olsa Paris’e yerleşmek zorunda kalır bu ara dönemde Cem. İpekçi’nin suikastı ertesi ortaya çıkartılan kendisine yönelik aslı olan saldırı tehlikesi üzerine Paris’e gider. Kendisi ise şöyle anlatır o yılları, Giderken, durum biraz normalleşsin geri döneriz diyordum. Ama hiç değilse bir sene kalmayı planlıyorduk. Çocuğumuzu okula başlatacaktık. Nitekim öyle de oldu. Tabii sudan çıkmış balığa dönüyor insan… Çok acele bir kararla, birden memleket değişiyor, ortam değişiyor, koşullar değişiyor. Fakat kendi deyimiyle bu “sürgün” yılları kültürel anlamda çok fayda sağlar İsmail Cem’e. Yüksek lisansını siyaset sosyolojisi dalında yapar, UNESCO’da iş bulur ve bu sayede es dönemini en iyi şekilde değerlendirmeyi bilir. Gelecek yıllar için farkında olmadan altyapısını güçlendirir bu olumsuzluklara rağmen. Aktif siyasete göz kırpmaya başlamıştır artık.

İsmail Cem’i çoğumuz siyasi kimliğiyle tanırız ve öyle de anımsarız. Türkiye siyasi tarihinde sosyal demokratik fikre onun kadar her mecrada adanmış başka bir isim yoktur. Hem teorik anlamda uzun yıllar boyunca inşa ettiği fikirsel alt yapısı hem de siyasi kariyeri boyunca hep bu düşünce eksenindeki siyasi tavırlarıyla en önemli sosyal demokratımızdır Cem. Ben sosyal demokrasiyi çok ciddi bir mücadele, hayatımızın belki en önemli olayı, en büyük mücadelesi olarak görmüşümdür hep der her fırsatta. Solda değişmek ve yenilenmek üzerine söyledikleri ise çok dikkat çekici çıkarımlardır bu duruşun tasvir bağlamında; Mesele değişmek değil; mesele değişmemek… As olan yenileşmek yeniyi aramak kendini yenilemek; özünü, temelini, inançlarını koruyarak bu özü, temeli, ideayı, ideolojiyi, inancı hayata aktaracak, yöntemleri yenileştirmek; mesele budur. Mesele budur, işte bu iki sözcük Cem’in  siyasi hayatında daima belirgin ve baskın olarak kalmıştır. Ne istediğini bilir, ne olması gerektiğini bilir, ilkeli fakat muhafazakarlıktan uzak temel prensiplerden ayrılmadan yalnız “yenileşerek” gelişmeyi ve geliştirmeyi ön görür. Bu hevesle 1987 seçimlerinde meclise SHP’den girmeyi başarır. İnançla işine sarılır fakat umduğunu pek bulamaz. Cem bu yıllarda daha iyi şeylerin yapılabileceğini fakat bir türlü yapılamadığını, fırsatların kaçtığını söyler. O süreci şöyle izah eder, Özellikle Sayın İnönü’nün 1986’da genel başkan seçilmesinden sonra çok iyi kullanılmalıydı. Bu bir yenilenme süreci olmalıydı SHP açısından, SHP-SODEP’in birleşmesi açısından… Biz o noktada, sosyal demokrasinin asıl misyonunun yenilenmek olduğunu ortaya koymalıydık bu maalesef yapılamadı.

Cem 95’te Kültür Bakanlığı görevine getirilir. Emre Kongar ile Anadolu için çalışmalar yaparlar, 3-4 aylık kısa bir zaman( 7 Temmuz 1995-6 Ekim 1995) diliminde doğu ilerine beş yüz sanatçıyla organizasyon düzenlerler “sevgili müsteşar”ıyla. İsmail Cem batı kültürü etkisinde büyüdüğünü ve eğitildiğini inkar etmez. (Fransız kültürüne kendine her zaman yakın hissettiği söylemiştir.) Fakat doğuya ve değerlerini de bilir, yaşamına entegre etmeye çalışır. Geçmiş noktasında ise çok hassastır, Osmanlı kurumlarına ve toplumuna eğilmemiz gerektiğini, yüzlerce yıldan beri var olan bir devlet geleneğimizin olduğunu, geçmişi iyi okumak gerektiğine her fırsatta dikkat çeker. Toplumsal hafızanın önemini daima tüm siyasi görevlerinde vurgulamıştır. Mesela Kültür Bakanlığı dönemini rastlayan bir olayı da şöyle anlatır, Türkiye ilginç bir memleket… Maalesef toplum hafızası hep iki hep ikinci plana itilmiş. 1995’te Kültür Bakanıyken Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 700. Yıldönümü de yaklaşmaktaydı. Kimse farkında değildi Türkiye’de bunun… Emin olun abartmıyorum kimse bunun üzerinde durmuyordu. Biz Kültür Bakanlığı olarak bunu Türkiye’nin gündemine getirdik ve herkes sahiplendi. En azından Osmanlı geçmişimize hak ettiği gibi ışık tutabildik.

Cem dışişleri bakanlığı da yapar. Türkiye-Yunanistan yakınlaşması onun kişisel ilişkilerinin bir sonucudur. O dönemde limoni olan ilişkiler kimi ülkelerle rayına oturur. Dış işleri bakanlığı döneminde çok gezer. Ofisinde oturduğu pek görülmez. Yabancı dillere hakim olduğu için ziyaret ettiği ülkelerin başkanlarıyla şahsi ilişkiler geliştirir. Fakat Cem’in dış işleri bakanlığı dönemi (1997-2002) Türkiye’nin ekonomik ve siyasal açıdan buhran içinde olduğu yıllardır. Bu nedenle dış işlerindeki başarısı dönem içinde pek fark edilmez.

2002’de Hüsamettin Özkan ile kurduğu Yeni Türkiye Partisi başarı elde edemez. Yeni bir parti olduğu ve toplumun eski siyasileri cezalandırarak Ak Parti’ye yönelmesi Cem ve hareketi dışarda bırakır. Eğer ömrü vefa etseydi gelecek seçimlerde mecliste yer bulabilirdi. Çünkü Türkiye’nin İsmail Cem gibi aydın bir siyasetçiye her dönem ihtiyacı olacaktır. Belki yaşasaydı etkin bir muhalefetin inşa sürecinde çok önemli misyonlar üstlenebilirdi.

2007’nin sıcak bir temmuz sabahı akciğer kanserine yenik düşer. Cem’in Zincirlikuyu’da sade bir mezarı var. Girişten pek uzak olmayan bir yerde, çiçekler arasında.

İsmail Cem her anlamda başarılıydı. Ancak bir noktayı söylemeden geçmek olmaz. Cem Türkiye siyasetinde çok farklı bir kulvardaydı ve bu nedenle Avrupa’da olsaydı muhtemelen cumhurbaşkanı olurdu. Fakat Türkiye’de bunu çok istemesine rağmen ömrü vefa etmedi ve bu Cem’in isteyip yapamadığı nadir şeylerden biri olarak kaldı.

Kendi İyiliğin İçin

Büyük amaca ulaşılamasa bile onun için çaba harcamak neticede, bu büyük amaç yolunda pratik manada ülkelere(kişilere) muazzam faydalar sağlar. Yazılan, çizilen ütopik tasvirler her ne kadar ulaşılamaz görünse de onun sadece bir cümlesini dahi olsa yaşanan hayata yansıtabilsek sadece bu bile büyük bir ilerlemedir.

İşte Türkiye Cumhuriyeti için Avrupa Birliği ütopik bir kurum olmasa da birleşik bir Avrupa hayalinin geçmişine dönüp bakacak olursak, o zamanlarda düelloya tutuşan Avrupalı aydınlar için ütopik özellikler teşkil ettiğini görürüz. Sonuçta öyle böyle gerçekleşti, bugün herkesin kanıksadığı bir olay ve kimsenin rüyasına Napolyon gibi girmiyor. Avrupa bunu Hitler ya da Napolyon gibi emperyalist amaçların dışında II. Dünya Savaşı sonrası darma duman olan bir coğrafyanın üzerine devlet egolarını bir kenara bırakarak inşa etti. Buna inanan ve bunun için ter dökenlerin gözünde o yıllarda ne anlam ifade ediyorsa, şimdilerde Türkiye için en azında demokrasi adına bir şeyler söylemeli AB.  

AB bugün Euro krizi fırtınasıyla meşe dalları gibi sallanan ülkeleriyle bir darboğaza girmiş olsa da T.C için çok önemli bir lokomotif olma özelliğinden bir şey yitirmiş değil. Tren için henüz bilet alamamış da olsak, vagonlarından birine asılıp gidebilmek çok mühim hala. Kimilerinin nazarında bir dayatma ve ya emperyalist bir canavar olarak görülen ve bu sebeple yabancı olarak dışlanan uyum reformlarının gerçekleştirilmesi her zaman Türkiye’nin lehine olacaktır. Çünkü toplumca bize bir şeylerin arada bir hatırlatılmasını gerektiren bir yapıya sahibiz. Çoğu zaman “balık hafızamız”  önyargılarımız ve kabullerimiz yüzünden olayları yanlış yorumlayarak, önümüzde peyda olan gelişmeleri göremeyebiliyoruz. Tarihten güncelliğe incelendiğinde görülen “talep”ten yoksunluğumuzda bu gerçeğe eklenince devlet hareket etmedikçe uyumaya devam ediyoruz. AB ise yine tam bu noktada hatırlatıcı-uyarıcı bir mesaj işlevi görüyor, yeri geldiğinde kriter adı altında zorlayıcı tedbirleriyle devletin ve toplumum dikkatini çekmeye başarıyor.

Aynı zamanda AB Türkiye’deki tek tip demokrasi ya da Atatürkçülük dışında da temel demokratik değerlerle tanışmamızı sağlıyor. Atatürkçülük yerine başka şeylerde söyleyebilmeyi gerekli kılıyor. Demokratik-liberal düşünsel miras ve uygulamalarıyla evrensel demokratik yaklaşımlara dolaylı ya da dolaysız olarak işaret ediyor. Bak diyor; burada bu da var, kendine gel, her şeyi kendine benzetme, evrensel değerlere yaklaş.

Bugün Türkiye’nin bunun için çabalaması artık sadece itibar veya askeri vesayetin sindirilmesi için olmamalı. Sözgelimi bu bir “panzehir” olarak görülmemeli, sadece gerçekten istenildiği için çaba harcanmalı. “Bize kalsa” dendiğinde ve netice baş başa kalındığında da demokrasiye sığınılmalı. Konjonktüre göre uluslararası ilişkilerde bir piyon olarak değil, temel istenç haline getirilmeli. Zaten tüm bunları layığıyla yerine getirdiğimizde, vakti zamanında Norveç dış işleri bakanının söylediği gibi “onlar bize girsin” denmeli.

18 Mart 2012 Pazar

Tabloya Uzaktan Bakmalı


Çanakkale savaşını kutlarız(!), onunla övünürüz ama birkaç yıl sonra İstanbul’un önünde demirleyen İngiliz gemilerini unuturuz. Çanakkale ile gurur duyarız ama Kanal Cephesi’ni ya da İngiliz birliklerinin Osmanlı birliklerini perişan ettiği diğer büyük cepheleri görmezden geliriz.

Çanakkale, uğrunda harcanan yüz binlerce cana rağmen bize I.Birinci Dünya savaşını armağan etmedi. Rusya’daki Bolşevik devrimcilerin ve Almanya’nın işine bile bizden daha çok yaradığını söylesek hata yapmamış oluruz. Netice de Birleşik Krallık bayrağını güvertelerine asan firkateynler ellerini kollarını sallayarak İstanbul Boğazından içeri sadece 2-3 yıl sonra girdiler. Sonuçların değer ifade ettiği bir dünyada, çabalar sadece birer anı olarak kalıyor. Biz Çanakkale’yi şanla itibarla yüceltirken, yok olan şehitlerimizin sayısı ile övünürken, neticede ortaya çıkan şey büyük bir hezimet oluyor.

Duyarız; Galatasaray Lisesi, Tıbbiye gibi büyük adam yetiştiren okullar o senelerde hiç mezun vermemiş ve bununla da gurur duyarız.  Ama şunu hep gözden kaçırırız; o gençler zaten bir avuç yetişen entelektüel, eğitimli kadroydu ve ziyan oldular. Bir an düşünsenize, içlerinden belki çok önemli yazarlar, çizerler, kim bilir belki de diplomatlar, siyasi isimler ya da büyük bilim adamları çıkabilirdi. Biz döktüğümüz kan ile övünürken, çok büyük eserlerden, fikirlerden mahrum kalmış olabiliriz. Kaybedilen bedenler ile nutuklar atılırken, yok olup giden beyinler neden düşünülmüyor. Sadece nitelikli kadroları da düşünmek doğru olmaz.  Yüz binlerce can yok olup gitti ve sonuçta savaş kaybedildiyse eğer bunca can ile övünmekte nedir! Bu durum başka bir soruyu da doğuruyor;  neden o zaman kaybedilen diğer cephelerdeki esirleri, şehitleri anmıyoruz.  Kanal Cephesini, Sina Cephesini ya da Irak’takileri gündeme getirmiyoruz. Derdim şehitlerin anılıp anılmaması değil, burada pragmatik bir tavır var, onu anlatmaya çalıyorum. Sonu hepsinin aynı şeye bağlanıyorsa, kaybedilen canlar arasında ayrım yapmak niye? (Sina’dakilerin anıldığı bir “gün” biliyor musunuz?) Ayrım yapıyoruz çünkü sığınılabilecek bir dam olarak Çanakkale’yi görüyoruz. Diğerlerini görmezden gelip, yadsıyarak, “şanlı” bir geçmiş yaratıyoruz, kötü anıları unutmak, unutturmak işimize geliyor. Bu ise bizi hakikatlerden uzaklaştırıyor ve tarihi gerçekleri çarptırarak ortaya vahim bir tablo çıkartıyor.

Okulda 18 Mart’ı anardık. Kürsüye bir çocuk çıkar, alışılageldik şiirleri bağıra çağıra okur, ardından okul müdürü gelir her sene tekrar edilen bir söylevi buruşuk bir kâğıttan dikte ederdi. Okunan ise sadece Çanakkale ile sınırlı kalırdı, savaşın devamı önemsizdi. Geniş bir perspektiften bakmaktan aciz “resmi, milli eğitim” bunu öngörürdü (görüyor) çünkü.  Şunu öngörmekten ise kaçınırdı; “ Çanakkale tek bir savaş değildi, büyük bir genel savaşın “sadece” bir cephesiydi. Evet, çok önemliydi ama “tek” değildi.” Konu yine tarih öğretimine geliyor, tarih bir toplumun şuurunu, hafızasını oluşturuyorsa, eksik ya da çarpıtılmış tarih öğretimi de bilinç kaybı ya da yanlış güdümlenmiş bireyler oluşturuyor. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde yaklaşmayı becerebilen herkes, Çanakkale Cephesi ile I.Dünya Savaşı’nın neticesi arasında bir ilişki kurmayı becerir, bilinçsiz ve yersiz bir gurur yerine, gerçeği görerek ve her şeyi “tek” olarak ele almadan biraz yüksekten genel bir tabloyu görür ve ona göre bir tavır takınır. Ben Çanakkale’nin anımsanmasını ve ön plana çıkartılmasını şuna benzetirim; bir ressam diyelim ki bir meyve tabağı çiziyor, muzun detayları üzerine o kadar iyi çalışıyor ki, eşsiz gerçeklikte bir muz resmi çıkıyor ortaya, fakat elma, armut ya da üzümlere aynı hassasiyeti göstermiyor. Yakından sadece muza bakıldığında sonuç mükemmel, genel tabloya bir iki adım geriden bakıldığındaysa hiç de iç açıcı bir eser yok ortada. Fakat önemli olan tablodaki genel başarı olduğuna göre işte Çanakkale oradaki muz gibi duruyor.

15 Mart 2012 Perşembe

Bahane ve Bahane

Neredeyse 2 aya yakın bir süredir elime klavye almamışım. Hani okul için gereken yazılar yazdım, fakat her nedense şu son iki aydır epey uzaklaşmışım. “Neden yazmadım?” Tam olarak cevabını bilmediğim bir soru bu. Bilmiyorum, belki bardağın dolmasını beklemek için olabilir diyorum kendime, istek ve ilham yoksa yazamazsın. Diğer bir ihtimal daha var o da üşengeçlik gibi görünüyor. Belki de bir süreçlik korku.

Okuduğum kitaplar ve izlediğim filmler hakkında bir şeyler yazmak ise gittikçe güçleşiyor, çalıştığım eserler zor kitaplar, göz ucu ile okunup geçilecek cinsten hiç değil. İşte bu nedenle onlar hakkında bir şeyler yazmak henüz haddime değil diye düşünüyorum. Yazmak fotoğraf çekmeyi andırır. Deklanşöre basarak görüntüyü kaydedersiniz, aslında fotoğraf sizin kafanızda daha önceden çekilmiş olur, o son deklanşör aşaması ise işte tam olarak yazmak gibidir. Gör-planla-çek aşamasını, yazmak eyleminde oku-düşün-yaz olarak okuyabiliriz. Tüm bu süreci devridaim edersek sonsuza kapı açtığını görürüz. Birbirine doğuran sonsuz tane neden ve sonuç ilişkisi. Peh!

Itır Erhart ile Kadın ve Toplum

Itır Erhart, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi ve Türkiye’de her anlamda azınlık hakları konusunda duyarlı ve aktivist bir kadın.  Gerek eğitimini verdiği kadın merkezli dersleriyle, gerekse toplumda kadın konusundaki duruşu ve düşünceleriyle, kadın haklarının düzenlenmesi ve erkek-kadın eşitliğinin topluma kazandırılması konusunda çok önemli bir isim. Kendisiyle 8 Mart kadınlar gününe istinaden “kadın ve toplum” konusu çerçevesinde kısa bir röportaj yaptım. Açık fikirliliği, samimi tavırları ile röportaj resmiyetinde karşılıklı bir sohbet havasından geçmek hiç zor olmadı. Bu durum da kendisini daha önceden tanıyor olmamın ufak bir payı olsa da, eminim Itır Erhart kendisinin düşüncelerine ilgiyle yaklaşan herkese aynı tavrı hiç çekinmeden gösterecektir.

O gün kendisinin yanına gitmeden önce çevremdeki birkaç kişiye hayatlarında önemli saydıkları (yazar, ressam vs.) üç önemli ismi sordum ve özellikle belirtmeliyim ki aralarında kadın olanlarda vardı. Toplamda otuz cevap aldım ve bu otuz cevap içerisinde önemli sayılan hiçbir  kadın ismi yoktu. Aynı soruyu Erhart’a da yönelttim girizgâh olarak, bu zihin yoklama sorusunda onun saydığı ilk isim bir kadındı. Erhart; “Öncelikle Simone de Beauvoir saymam gerekli sanırım” dedi.  Itır Erhart’ın sorudaki tuzağı fark ettiğini düşündüm, evet fark etmişti, fakat fark etmemiş olsa bile vereceği cevabın bu olacağı kanısındayım. Ve ekledi; “…sanırım felsefe kökenli olduğum için Descartes ve Aristoteles. Kafasındaki 3 ismi saymıştı ve durum 2-1’di. Bunu kendisine söylediğimde ve soruyu sorma niyetim iyiden iyiyi açığa çıktığında ise Erhart; “Toplumda kadın dışarıda olmamış ki, evde çocuk bakmış, kendisine verilen işleri yapmış, sizin sorunuza hiç kadın cevap alamamanızın sebebi de bu zaten, onun için arkadaşlarınızın aklına gelmemiştir, kadınlar evlerindeydi çünkü.”   Konuşmamız bu çerçevede biraz daha sürdü. Ardından röportajımızın sorular vasıtasıyla yönlenmesi için aslında “bamteli”ni teşkil eden soruyu sordum. Etrafından dolanmak gereksizdi nitekim. “Kadın neden aşağılanır toplumda, yani neden kadın küçük görülür, sizce temel neden nedir? Şimdi modern çağda sizce ne değişti de kadının statüsünde her anlamda bir artış meydana geldi (mi?) Amacım tarihten güncelliğe bir sohbet ile röportajı sürdürmekti. Değişen ve değişmeyeni gözler önüne sadece geçmiş sürerdi düşüncesindeydim. Itır Erhart sorunun sonunda yaptığım ironiye dikkat çekerek cevapladı sorumu. “Kazanımlar var tabi, yani bir şeyler değişti ve bugün birçok konuda ilerdeyiz. En başında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi var mesela, oradaki eşitlik vurgusu var. “ Ben konuyu biraz daha derinleştirmek niyetindeydim ve Erhart bunun için bulunmaz Hint kumaşıydı. Ben lafını böldüğüm için dolayı özür dileyerek “ Itır hocam, kâğıt üzerinde verilen haklarla, reel yaşam arasındaki aynı olmuyor. Siyahîler insan haklarının ortaya çıkmasından yıllar sonra haklarına kavuşabildiler, mesele sizce de bunun aktif yaşama uygulanması değil midir? Erhart ufak bir süre gözlerini etrafta dolaştırdıktan sonra yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi. “Tabi ki öyle, buradaki sıkıntı bu, kadınların seçme ve seçilme hakları bile ne zaman verildi. Suudi Arabistan daha çok yeni mesela, kadınlar geleneklerin ve dinlerin etkisiyle yüzyıllarca geri planda tutuldular, kazanımlar evet var ama yeterli değil hala.” Sorduğum soru çok basit cevaplanabilecek, fakat üzerine binlerce tez yazılabilecek bir soruydu. Çok geniş açılı girdiğimi fark ederek, temel sorunun oluşma nedenlerinden biri olan mülkiyet kavramı üzerine getirdim.  Itır Erhart bu soruyu sormamı bekliyormuş gibiydi. Daha doğrusu bu konu üzerinde önceden düşündüğü belliydi. Sorarken anladım bunu. “Kadınlar dünyadaki arazilerin sadece %1’ine sahipler. Mülkiyetin toplum hayatındaki ve tarihindeki yerini düşünürsek, kadınların özgürlüklerini ve haklarını bugün bile tartışıyor olmamızın arkasındaki nedenlerden biri de bu olabilir mi?  Tebessüm ederek ve oturuşu düzelterek devam etti. “Türkiye’de bu çok daha düşük bir rakam. Mülkiyet sizin de söylediğiniz gibi çok önemli bir kavram toplumda. Kadının mülkiyet hakkı olamamış ki, evinde oturmuş çocuk bakmış, kadının bırakın mülkiyetinin olmasını, özel yaşamı bile yok. Önder, toprak mülkiyeti önemli bir şey, bir şeye sahip olabilmek çok önemli, fakat kadın daima her konuda dışlanmış.” Mülkiyet ile haklar konusunda konuşmamız nihayetinde çok geçmeden Türkiye’ye geldi ve Ethart “…mesela “Cumhuriyet’in Kadınları” gibi batılı giyinen ve davranan bir kadın tipi oluşturulmaya çalışıldı. Devlet eliyle, kadınlara haklar verildi. Devlet verdi kadına haklarını….talep yok, “devlet eliyle bir feminizm var burada…Türkiye’de tek tip bir kadın üzerine gidildi. Mesela Halide Edip bu yüzden Türkiye’den ayrılmıştır... Evet, Atatürk’e kırgındır. “Devlet eliyle feminizm ilgimi çekmişti ve bende hakların bir lütuf olarak verildiği ya da çoktan bir “lütufçuluk” ile yasalaştırıldığını söylediğimde ise Erhart; “…bir veren ile alan durumu var, mesela Atatürk bir patriarkal figür, baba imajı, biraz daha ilerde tanrı mesela, resimlerde, sanattaki tasvirlerine bakın güçlü, beyaz bir erkek o da çok patriarkal… Erkeğin üstünlüğü daima vurgulanmış, bizim içinde değişen bir şey yok. ABD’deki kurucu büyükler gibi birçok ülkede bu durum söz konusu. Türkiye’de de verenler var, Osmanlı’da da feminist hareketleri görüyoruz tabi ama cumhuriyet yeni bir kadın tipi yaratmak için devlet eliyle feminizm yaptı. Şu anda Türkiye’de mesela İslamcı feminist gruplarda var, ilk zamanlarda böyle bir şey düşünülemezdi.” Ardından hazır Osmanlı’ya kadar uzanmışken konuyu,  kullanımlar üzerine getirmek için sözcüklerin etimolojik kökenlerine girmek istedim. Amacım beyaz ile siyahta olduğu gibi kadın ila erkek arasındaki kök-mana ilişkisine bakmaktı. Yanımdaki soru kâğıdımın üzerine TDK’ dan erkek ile kadının kelime manalarını not almıştım. Karşılıklar beni şaşırtmıştı sorularımı hazırlarken, şimdi aynı vurucu etkiyi Erhart’a da göstererek sohbetimizi başka bir kulvara sokma düşüncesindeydim.  Anlamları kendisine okumaya başladım.  1. Erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen, erkek veya adam karşıtı: Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler. 2. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan. 3. Hizmetçi bayan. 4. Bayan. Erkek ise;  1. İnsan, hayvan ve bitkilerin dişiyi dölleyecek cinsten olanı. 2. Sperma oluşturan organizma. 3. Yetişkin adam, bay, er kişi, kadın karşıtı: Erkekler gelince buraya, karılar işte böyle kaçar. 4. Koca: Kadın erkeğini uğurladı. 5. . Sözüne güvenilir, mert. 6. Girintili ve çıkıntılı olarak bir çift oluşturan nesnelerden çıkıntılı olanı. 7. Sert, kolay bükülmez: Erkek demir, erkek bakır. Toplumları anlamak için dillerine bakmakta fayda var. Etimoloji bu anlamda çok açık verebiliyor. Erkek sözcüğünün kökü “erk”,  erk ise 1. Bir işi yapabilme gücü, kudret, iktidar. 2. Sözü geçerlik, istediğini yaptırabilme gücü, nüfuz. 3. Bir bireyin, bir toplumun, başka birey, küme veya toplumları egemenliği, baskısı ve denetimi altına alma, hürriyetlerine karışma ve onları belli biçimlerde davranmaya zorlama yetkisi veya yeteneği. Üstte koyu ile belirginleştirdiğim cümleler asıl “can yakıcı” noktalardı. Bunları okurken aramızda tartışıyorduk aynı zamanda. Erhart’ın daha önceden bu manaların üzerinde düşündüğü ve tartıştığı kesindi. Zaten en zor röportajlarda karşınızda konusuna hakim ve kaliteli biri varsa oluyor. Sorulan soruların karşı tarafı tatmin etmesi güçleştikçe, röportajınızda gelişmiyor, sıkışıyor. Sizin sorularınızın niteliği de bu bağlamda öne çıkıyor. Erhart ise beni sonuna kadar sabırla dinledi, konuşmamı kibarca bölerek; “Önder haklısınız evet, bu İngilizcede’ de böyledir. Woman-man’de olduğu gibi, hep erkek adları üzerinden türer. Dillere bu şekilde yerleşmiş, bu gelenekleri çok iyi yansıtır aslında. TDK beni şaşırtmadı ama verilen örnekler gerçekten ilgi çekici.” Erhart bu mevzu üzerinde fazla durmadı. Evet, dil bunun üzerinden şekillenmişti. Dili değiştiremeyeceğimize göre amaç zihinleri değiştirmekti. Türkçe bir iki örnek daha vererek bir sonraki soruyu geçtim bunun üzerine. Kendisinin de bir anne olduğunu bildiğim için sorum sanırım yerindeydi.“ Toplumda annelik teması bu kadar yüceltilirken kadınlığın aşağılanmasında sizce de paradoksal bir durum yok mu?” Bir süre düşündü ve az önceki kelime manalarına da kaynak göstererek; “…kadın toplumda her zaman anne olarak düşünülmüş, yani kadın için annelik her şey, doruk. Daha ilerisi yok, sen çocuğuna sahip ol, onu büyüt. Bundan dolayı annelik kadının asıl görevi olduğu için, kadınının yükselebileceği yer belli, statüsü önceden belirlenmiş, erkek için ise yol üstünde bir durak, daha ilerisi var. Kadın annelik ile çıkabileceği en yüksek statüye çıktığı düşünüldüğünden, kadının “top” noktası belirli, daha ilerisi yok". Erhart bu soruda toplumsal rol ile bir paralellikte kurmuştu. Kadının özgürlüğünü yine bu sebepten doğum kontrolüne ve cinsellikle bağdaştırmıştı. “Kadın doğum kontrolü ile doğurmayabildi. Yani çocuğunu kucağına almadan, cinsellik yaşayabilmeyi. Bu kadının toplumda anne olmadan da olabilmesini için önemlidir". Bugünlerde çokça tartışılan bir mevzu olan pozitif ayrımcılık hakkındaki düşüncelerini de sordum. Meclislerdeki kadın sandalyelerinden örnek verecektim lafı ağzımdan aldı. Erhart pozitif ayrımcılığın olabileceğini, fakat bunun erkeklerin haklarına zara verebilecek ölçüde olmaması gerektiğini üzerinde durarak belirti. “Erkek ile kadın eşitlenene kadar, hak yemeden olacaksa mümkündür.” diyerek ekledi.

İşaretlediğim bir diğer  soruyu sormakla sormamak arasında çok gittim geldim. Konumuzla ilgiliydi, kadının toplumdaki cinsel ve sosyal rolü için elzem bir konuydu. Fakat zor bir soruydu. Kafalarda çelişik kalıntılar bırakabilecek ve beş dakika da tartışılabilecek kadar da kolay bir soru değildi üstelik. Kendisine çok eşlilik ile ilgili düşüncelerini sordum. Bir an duraksadı ve düşündü, ardından meseleyi kadın boyutuyla ele almak için bu perspektifte bir cevap verdi. “Bu her zaman kadınların aleyhine olmuş, Arabistan’da çok eşlilik gibi. Ama bu hep kadınların zararına gerçekleşmiş. İnsan hakları açısından bakarsak, iki tarafında hakları yenilmediği sürece mümkün olabilir… poligamist değilim ama insan haklarını düşündüğümde ve eğer her iki taraf içinde bir mağduriyet söz konusu değilse olabilir. Ama bu benim “ideal” dünyam için böyle. Çok eşlilik en çok kadın ve çocukların aleyhine bir durum gerçekten. Itır hocamızın insan haklarına saygılı duruşu ve kimliğinin farkındayım. Kendisinin soruma verdiği cevap bu konuda yer yer ne kadar radikal olabileceğini bana göstermişti. Şaşırmamıştım. Temele her zaman eşitliği oturtan Erhart bu perspektifte bir yanıt vermişti. Birkaç şakalaşmadan sonra röportajın son sorusuna geçmek için, kendi kurduğu dernek olan Adım Adım hakkında konuşmak istedim. Kendisinin bu konuya gelince heyecanının arttığını fark ettim. Nasıl artmasın, onca yaptıklarından sonra. Elleriyle yavaş yavaş inşa ettiği çok önemli bir kuruluş bu. Gerçekten mütevazi olan insanlara yaptıkları büyük işlerle ilgili soru sorduğunuzda aldıkları o utangaç ve geçiştirici tavrı Erhart da aldı. Ben de lafı fazla uzatmayarak kadın hakları için de bir koşu kampanyası düzenleyip düzenlemediğini sordum. “Bizim direkt kadınlar için bir kampanyamız olmadı, 3 şey için koşuyoruz ve destek topluyoruz, ilki engelliler, ardından eğitim eşitliği ve son olarak çevre için. Engelliler bizim için çok önemli.  Ama doğrusunu söylemek gerekirse kadın hakları için özel bir kampanya yapmadık. Yaptıklarımızda ise genel bir fayda gözettik, ilerde yapabiliriz tabi. Neden olmasın." Ben ise kendisinin sadece kadınlar için değil, herkes için faydalı bir harekette bulunduğu söylediğimde ise başını hafifçe öne eğerek ve tebessüm ederek teşekkür etti.

Itır Erhart  Türkiye’nin gurur duyması gereken bir “fark yaratan” . Kadın olarak mükemmel bir rol-model, başarılı bir akademisyen ve iletişimci. Adım Adım ile “adım adım” iyi şeylere koşmak için çaba harcayan inançlı bir ruh. Bu arada Adım Adım demişken, kendisine destek olmasanız bile internet sitesini ziyaret edin.(http://www.adimadim.org/ ) Çünkü Erhart desteğin gücüne yürekten inanan bir insan, günümüzün Nightingale’i desek abartmış olmayız sanırım. Onun ün yapmış derslerini almak içinse sizi Bilgi Üniversitesine bekleriz.