27 Aralık 2012 Perşembe

Avrupa'da Asgari Ücretler


Türkiye G20’ye girmiş olmasına rağmen askeri ücret bazında hala geri sıralarda yer alan bir ülke. Avrupa’da Sovyet kalıntısı birçok ülkeyi saymazsak, özellikle Batı Avrupa’ya göre epey gerideyiz. Her zamanki gibi tartışmalara konu olan yeni asgari ücretse geçtiğimiz günlerde -bir yıl içerisinde- 804 TL olarak belirlendi. Ocak 2011’e göre Avrupa ülkelerinin asgari ücretleri Euro olarak şöyle:

Slovenya: 748,10
Türkiye:  384,89
ABD:  940,48
İngiltere: 1.138,54
Polonya:  348,68
Letonya: 281,93
Portekiz:  565,83
Slovakya:317,00
Çek Cumhuriyeti: 319,22
Lüksemburg: 1.757,56
Yunanistan: 862,82
Romanya: 157,20
Malta: 664,95
Macaristan: 280,63
Fransa:  1.365,00
Hollanda: 1.424,40
İspanya: 748,30
Hırvatistan: 381,15
Belçika:  1.415,24
Bulgaristan: 122,71
Estonya: 278,02
İrlanda:  1.461,85
Litvanya:  231,70

İngiltere Sterlin para birimini kullandığı için epey yüksek,  ancak Belçika’nın Hollanda’nın, Lüksemburg’un ve İrlanda’nın nüfusu düşük olduğu için Türkiye ile karşılaştırılması pek doğru olmaz. Mamafih İspanya, Polonya, Fransa Türkiye ile karşılaştırılması en doğru olan ülkeler. Polonya birçok ekonomik tabloda Türkiye ile yakın grafikler çiziyor. Asgari ücrette ise yaklaşık 50 Euro geride. Buna bakarak Türkiye’nin aldanmaması lazım. Çünkü Polonya yıllarca Sovyet yönetimi altında ezildi ve neredeyse bağımsızlığını kaybetti. Polonya’nın Varşova Paktı gereği ekonomik politikalarında neredeyse bir asırlık bu iradesizliği bugünlerine ister istemez yansımış durumda. Bu nedenle Türkiye ile bir karşılaştırmaya tabi tutmak ne kadar doğru olacaktır siz karar verin.

İspanya yani ekonomik krizin bunalımında iktidarını koltuğundan etmiş bu Akdeniz ülkesi 748 Euro ile neredeyse bizim iki katımız. İspanya Türkiye ile ekonomi itibarıyla karşılaştırılması Polonya’ya oranla daha doğru olacaktır.

Fransa, Kıta Avrupası’nda Almanya’nın ardından en büyük güç.  Epey yüksek bir asgari ücreti vatandaşına verebilen bir ekonomiye sahip, 1.365 Euro İspanyanın iki katı bizimse dört katımız. Tabi, sadece bunları kıyaslamanın doğru olmadığını belirtmeliyim. Satın Alma Gücü Paritesinin de bu değerlendirmelerde kullanılması gerekir. Fakat bu tablo matematiksel olarak Türkiye’nin olması gerekenden çok daha geride olduğunu bize gösteriyor. Önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde 450 Euro bandının aşılması gerekir.

24 Aralık 2012 Pazartesi

İrlanda ile Yeni Bir Dönem


İrlanda önümüzdeki sene AB dönem başkanı olacak. Oscar Wilde ve James Joyce ile az çok bildiğim bu ülkenin dönem başkanı olacak olması beni çok umutlandırıyor.

İrlanda ve Türkiye arasındaki ilişkiler aslında sandığımızdan da eski. Büyük kıtlık yıllarında henüz tam anlamıyla kanıtlanamasa da Abdülmecit’in o dönemde (1845-1849) İrlanda’ya yardım ettiği söyleniyor. Şimdilerde ticari münasebetlerde artış göstermiş vaziyette.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili sayfasında ilişkilere son yıllara endeksli olarak şöyle değinilmiş:

“Türkiye-İrlanda ikili ticaretinde, 2011 yılında ticaret hacmi 1,19 milyar Dolar, ticaret açığımız 485 milyon Dolar olmuştur. Türkiye’de faaliyet gösteren İrlanda sermayeli şirketlerin sayısı Mart 2012 itibariyle 289 olup, 2011 yılında İrlanda’dan Türkiye’ye 337 milyon Dolar doğrudan yatırım gerçekleşmiştir. İrlanda’da 213’ü çifte vatandaş olmak üzere, 1.800’ü aşkın Türk vatandaşı yaşamaktadır. İrlanda’dan 2011 yılında 118.620 turist ülkemizi ziyaret etmiştir.”

Ayrıca özellikle Akdeniz’in tatil beldelerinde epey gayrimenkulü olan İrlandalılar Türkiye’yi bu nedenle tanıyorlar. Üstelik İrlanda Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyorlar. İşte bu iyi haber çünkü özellikle Kıbrıs Rum Kesimi’nin dönem başkanlığında AB ile ilişkiler durma noktasına gelmiş durumdaydı. Önümüzdeki sene tam üyelik gerçekleşmese bile, vizesiz serbest dolaşım ve benzeri imtiyazlar gerçekleşebilir. Türkiye AB yolunda iyi bir şansı yakalamış gibi gözüküyor.

Bilgi Edinmek Ama Niçin?


Şimdi izah etmek istediğim şeyde herhangi bir alıntı ya da çalıntı yapmayacağım. Bugün trafikte etraflıca düşünmeye çalıştığım bu mevzuyu, sade olarak anlatacağım. Alıntı vermeyeceğim, tanık göstermeyeceğim.

Bilgiyi neden ediniyoruz. Yani ona ihtiyaç duymamızı sağlayan şey ne? Bu sorunun cevabını vermek çok güç. Bunu biraz daha daraltarak, entelektüel bilgi birikimini neden elde etmek istiyoruz gibi kestirmesi biraz daha kolay bir alana sığdıracağım. Üç temel nedene dayandırıyorum bunu.

1-Toplumda itibar elde etmek için, bilginin gücüne sığınarak toplumda statü atlamak, kazanmak niyetiyle. Bacon’ın ifadesiyle bilgi güçtür.
2- Salt maddi kazanç için, bilgiyi para ile satmak, onu satılabilir bir şey olarak görüp üzerinden maddi gelir elde etmek amacıyla
3-Düşünebilmek ve bilince kavuşmak için, bilgiyi zihinlerinin kazanında yakıt olarak kullanmak için.

Hamal
İlkine misal olarak- bizim okulda dahil- hemen her gün karşılaştığımız alelade üniversite hocası tipi verilebilir. (Hepsi için demiyorum ama 10’da 9’u için geçerlidir bu) Asistanlıktan, profesörlüğe zor ve sancılı bir yolda var gücüyle çalışarak bir statü elde etmek iradesiyle okuyan akademik kesimin büyük kısmını içine alan çok geniş bir kümedir. Biz bunu biraz daha geliştirerek “şöhret” adına bilgi edinimi de diyebiliriz. Yani bilgiyi kendisi için olduğu kadar, toplum gözünde de itibar kazanmak niyetiyle edinen insan tipi. Nitekim böyle kimseler yaşadığı dönemde gıpta edilen, her türlü medya programına çağrılıp, iltifatlarla uğurlanan, bilgisiyle göğüs kabartan insanlardır. Fakat böyleleri geleceğe kalamazlar. Çünkü bir şey üretmekten ziyade bir papağan gibi, kaliteli ve uzun ömürlü belleğiyle bilgisini pazara çıkarırlar. Düşünmediği ya da düşündüğünü zannettiği için insanlık için (çağı ile sınırlı kalarak) rafta duran okunmamış bir ansiklopediye benzetilebilirler. Bilgi bu tipler için amaçlaştırılır. Bu da onları düşünmekten alıkoyduğu gibi bu yüzden bilgi hamalı olup çıkarlar. Bilgi yeni bilgileri doğurmak için değil üste belirttiğim üçüncü grubun sığ olarak nitelendirdiği niyet için öğrenilir. Saatlerce kütüphaneden çıkmayan, çıktığında belleğini doldurmuş ve kendini tatmin etmişlerdir böyleleri. Beyinlerindeki hafıza, hemen her gün kullanıldığımız USB belleye benzer.

Ardından ikincisi günümüzde televizyonlarda sıkça rastladığımız “bilmem ne uzmanları” nın ekseriyetle oluşturduğu gruptur. Bilgisini pazara çıkarmasının nihai hedefi salt maddi kazançtır. Kitaplar yazarlar ki yazdıkları en çok satanlar listesine girer. İmza günleri düzenlerler, fanları kitapçıları doldurur. Bu grubun ilkinden ayıran en keskin ayrım statüyü sade ve sadece paraya endekslemiş olmalarıdır. Diğer grubun aksine çok bilmekle değil, çok kazanmakla övünürler. Bilgiyi salt satılan bir meta olarak görürler; bilgi ile pazarda satılan portakal aynı kefeye konur böyleleri için. Ah keşke kitabım tutsa da yeni bir ev alabilsem gözüyle bakarlar. Kitaplarının satış grafiklerini ellerini ovuşturarak takip ederler. Bilgi ise yine bu amaçla bir anlam ifade etmeyen kitaplarını doldurmak için öğrenirler. Düşünmezler, ülke dışındaki  moda akımların içerdeki yegane temsilcisi olmak için gözleri hep dışardadır. Satabileceği bir şey bulduğunda düşünmeden (ne kadar satacağı dışında) ağızı sulanan aç kalmış bir kurt gibi yer yer çevirilerle, zaman zaman cümlelerdeki kelimelerin yerine değiştirerek raf ömrü uzun olmayan süt gibi kitaplar devşirirler. Örnek vermeye gerek yok, kitap sitelerini şöyle bir gezseniz binlerce, onbinlercesine rastlayabilirsiniz.

Üçüncüsüyse bilgiyi yalnızca düşünmek için yakıt olarak gören asil gruptur bu. Sadece bir sonuca ulaşmak ve kendine örtülü olan fikir kapılarını açmak için “araç olarak gören üst insandır” .(Burada üst insanı epey farklı, çok ama çok öznel bir anlamda kullandım.)  Bu çok az ve asil grup bilgiye satmak için değil, statü için değil, düşüncesine ham madde yaratmak için kullanır. Onun için dünya sadece fikirlerden ibarettir. Aydınlatılması için gereken alanlar vardır ve bu alanların aydınlanması için bilgi edinmek bir basamaktır. Böyle insanlar için gerisi öz çıkarımlarını nevi şahsına münhasır bileşik bir hale getirerek yeni fikirlerin kapılarını aralamaktır. Para bu insanlar için içinde bulunduğu toplumda hayatta kalmak için bir alış-veriş gerecidir. Ünü ise önünde bir engel olarak görür. Ün onlar için düşünmelerini engelleyebilecek toplumun yarattığı bir canavardır. Bu nedenle o tip çevrelerden uzak durarak genellikle yalnızlığa sığınmayı tercih ederler. Bu insanlar unutmamak için yazarlar, şiddetli yağan bir yağmurda fikir taneciklerini dört başı mamur bir kapta saklayabilmek amacıyla yazmayı da bir birikim aracı olarak kullanırlar. 

Genellikle içinde bulundukları çağda önemleri kavranmaz, çünkü toplumun geneliyle yücelttiği statü anlayışlarına aykırı hareket ederler. Bu sebeple adları ve yazdıkları gelecek nesillerce dünya döndükçe var edilir. Nitekim dillendirdiklerini kavramak için zamana ihtiyaç vardır.

Diyojen ve Mevlana bu gruba verilebilecek örnekler isimlerdir.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Siyaset Okulu 9


Bahçeşehir Üniversitesi -bu sene de- Siyaset Okulu Sertifika Programı düzenliyor. Geçmiş senelerde birçok önemli bürokratı, siyasiyi, ekonomisti, gazeteciyi, diplomatı ve iş insanını ağırlayan program 12 Ocak’ta başlayacak.

Programın 15 hafta boyunca sürmesi öngörülüyor. Program dahilinde her hafta cumartesi günü, dört oturum halinde 10 ila 18 arasında sürecek okula bu alanda bilgi ve birikimini artırmak isteyen siyasete meraklı herkes katılabilir.

Programda yapılacak oturumlar vasıtasıyla siyaset bilimi için çok önemli temel konular üzerine gidilecek. Program dahilindeki konular değişen gündem ile ilintili olarak ise şöyle:

Güvenlik Siyaseti ve Stratejisi
Demokratikleşme
Medya ve Siyaset
Dış Politika
Kadın ve Gençlik
Liderlik
AB ve Türkiye
Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs
Kültür ve Sanat Politikaları
Teşkilatlanma
Yerel Yönetimler
Din, Devlet ve Laiklik
İş Dünyası ve Siyaset
Ekonomi ve Maliye
Anayasa ve Egemenlik

Program lisans öğrencilerine 250 TL, eğer öğrenci değilseniz 500 TL olarak belirlenmiş. Son kayıt tarihi 1 Ocak, fakat program sorumlusu Alican Özer’in belirtiği üzere 350 kişilik salon dolduğunda otomatik olarak kayıt işlemleri sona erecek. Eğer hafta sonu size bir şeylerin katılmasını isteyen bir medya, uluslararası ilişkiler ya da herhangi bir bölüm öğrencisiyseniz programı öneririm. Nihayetinde sertifikaya sahip olmak istiyorsanız oturumlara katılım oranınız %80’in üzerinde olmalı, yani parayı verdiğinizde sertifikayı evinize postalamıyorlar bilginize.



20 Aralık 2012 Perşembe

Sergey Lavrov'un Önemli Röportajı

http://tr.euronews.com/2012/12/20/lavrov-esad-in-gorevinden-ayrilmasi-bize-bagli-degil/


18 Aralık 2012 Salı

Katil Adam Lanza Değil


Google’a “buy gun” yazdığınızda yüzlerce çeşit silaha sahip olabileceğiniz ABD merkezli internet sitelerine ulaşabiliyorsunuz. Mesela  Magnum Research Desert Eagle 50 Black DE50W model bir pistolü 1,529 Amerikan Dolarına sipariş verebiliyorsunuz ki bu silah çok büyük hasar verebilecek boyutlarda mermileri uzun mesafelere ulaştırabilecek yüksek  “range” e sahip. Bilgisayar oyunlarına az çok haşır neşir olanlar Desert Eagle’ın öldürücü kimliğini çok iyi bilirler.

Ben tek tıkla 10 tane “buy gun” sitesi buldum. Muhtelif boyutta ve sınıfta silahları sanki bir kitap satın alıyormuş gibi kredi kartınızla edinebiliyorsunuz.

Dünyada nüfusa oranla bireysel silahlanmada ABD ilk sırada, ardından gelen Yemen bile ancak bu oranının yarısına ulaşabiliyor. ABD kurulduğu günden bu yana bireysel silahlanmayı desteklemiş bir ülke, ateşli silahlar bu ülke için Japon katanası gibi bir silah kültürü yaratmış vaziyette. Kulüplerin, turnuvaların haddi hesabı yok. Bunun nedeni ise yine her şeyde olduğu gibi ABD  tarihinde saklı. Tarihin ilk modern savaşı Amerikan İç Savaşı’nda kullanılan silahlar o dönemde kıta Avrupa’sında dahi bulunmayacak düzeyde gelişmişlerdi. Bugün birçok sitede ayrıntılı iç savaş silahları belgesellerine ve dokümanlarına ulaşabilirsiniz. Bu nedenle dünyada Rusya ile birlikte en çok silah satımı yapan ülke ABD. Aynı  zaman  iç pazarda özellikle son 10 yılda ivme kazanan yüksek satış grafiklerine sahipler.

Silah şirketleri maddi kazanç kapılarını kaybetmemek için ABD kurucu yasasına atıfta bulunuyorlar. Kişiler savunma amaçlı silah edinebilirlermiş, bu bireysel özgürlükler alanına girermiş gibi birçok safsatayla Amerikan kamuoyuna yanıltma peşindeler. ABD başkanları da yoğun ve etkili lobi faaliyetlerini enselerinde hissettikleri için konuyu sumen altı etme peşindeydiler. Ancak Obama geçtiğimiz günlerde bireysel silahlanmaya karşı bir tavır aldı ve yapılması gerekenlerden bahsetti. Gelecek günlerde eğer başarabilirse(!) ve silahçıların sesini politik hamlelerle bertaraf edebilirse ABD yasal bir düzenleme ile bu konuda bir u dönüşü yapabilir. Fakat bunun için çok çaba harcanmalı.


Bu açıklamada sadece bireysel silahlanmaya dikkat çekilmiş olması ve dünyadaki silah alışverişi hakkında bir şey söylenmemiş olması beklendiği gibi gayet normal. İnanılmaz bir kazanç kapısı bu ABD için, özellikle bu konuda basının ve bilgisayar oyunlarının da desteğini arkalarına almış vaziyetteler. Elinizdeki TV kumandası ile Discovery Channel’da bazı dizi-belgesellerde aleni olarak Amerikan menşeili silahların gizlice tanıtımının yapıldığına tanık olabilirsiniz ya da bilgisayar oyunlarında oyun için parayı bastıran silah şirketinin ürettiği modellerin nasıl ön plana çıkartıldığını da şahit olabilirsiniz. Mükemmel bir düzenin mükemmel yetiştirilmiş Amerikalılar vasıtasıyla mükemmel bir reklamıyla karşı karşıyayız.
ABD kendi içinde bu anlamda bir dönüşüme kapı aralamak istiyorsa önce bu ekonomik pazar ile mücadeleye girmeli.  Zira bu pek mümkün gibi gözükmüyor çünkü ABD’ye yön veren politikalar yine satılan mermilerden ve M16’lardan elde ediliyor.

Şöyle bir an durup düşündüğünüzde ABD’deki son katliamın faili kendinin de canına kıyan o genç değil, o silahı onun annesine satmasına imkân tanıyan bu sistem ve bu sistemden beslenen silah şirketleridir.

Şeç, beğen, al

ve vesaire…




17 Aralık 2012 Pazartesi

"Ayıptır"


Patriotlar Türkiye’ye gelmeye başladı. Rasmussen’in yaptığı “ayıptır” açıklamasının aksine İran’ın ve öyle ya da Rusya’nın hedef alındığı bir gerçek. Esad’ın sığınacak ülke aradığı ve askeri üslerini bir bir kaybettiği bu son iki aylık dönemde yani yerinde bir teşbihle uçurumun kıyısında olduğu şu anlarda Türkiye’ye herhangi bir askeri müdahalede bulunması hiç ama hiç mümkün değil.

Çocuk mu kandırıyorsun?
İran’ın tepkisi haklı olarak yerinde. Özellikle İsrail’in ülkesindeki istihbarat ve suikast eylemlerine daha da ağırlık verdiği ve vereceği bu aralıkta Türkiye’de konumlandırılan bu füze rampalarının ona yöneltilmiş olduğunun farkında.

Savunma amaçlı ibaresi ise son yüzyıldır çoğu kez şahit olduğumuz üzere bir siyasi söylem. Savunmaya gerek duyulan  ya düşmandır ya da düşman olması muhtemel olan devlettir. Türkiye “bağımsız” politikalar geliştirmesi gereken şu dönemde NATO’nun güdümünde hareket ediyor. Bilhassa kendi bölgesel çıkarlarını, İsrail ve ABD ile çatışmayacak politikalarla kombin edebilmesi ise çok zor görünüyor. Irak-Türkiye  ilişkilerinin gerginleşmesiyle durumu daha da öngörülemez bir vaziyete getiriyor. İran ile Türkiye gelecekte kurulması muhtemel bir Kürdistan konusunda ise çatışabilirler (?). İran’ın kuzeybatısında yaşayan Kürt nüfusun Türkiye’nin doğu sınırları boyunca uzanacak (Suriye-Irak -İran) bir Kürdistan ile birleşebileceği ihtimali imkansız değil.

Türkiye kuzey Ortadoğu’nun yeniden şekillenmeye başladığı bu zaman diliminde bölgesel politikalarını çok uzun projektörler vasıtasıyla yapmalı. İç sorunlarını bu eksende,  gelecek 20 yılı kapsayacak şekilde, farklı senaryolarla kemikleşmiş, sığ iç ve dış politikalardan olabildiğince uzak ele alması gerekir.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Ölümleri Kıyaslamak


Amerika’da meydana gelen okul katliamında ölü sayısı 28 ve şimdi tüm dünya bu hazin olayı konuşuyor, yazıyor ve çiziyor. Yaşananlar inanılamayacak gibi, küçücük çocukları katleden bu caninin açtığı rastgele ateşte sebepsiz yere can verenleri derin bir hüzün ile anıyoruz. Dünya basını ise bunu manşetlere haklı olarak taşımış vaziyette. Ancak burada bir değer biçme sorunu ile karşı karşıyayız. Ölümler arasında bir karşılaştırma yapıyoruz ve birini kanıksıyor, diğerininse yıllarca tartışıyor, nedenlerini irdeliyoruz.

Fotoğraf: Nicole Tung-(www.globalpost.com)
ABD’de hayatlarını kaybedenlere üzülüyorum ve ailelerin acılarını yürekten paylaşıyorum. Fakat Suriye’de hayatlarını kaybeden yüzlerce çocuk neden yazılı ve görsel basında yeterince yer bulamıyor. Sebebi çok açık, Orta Doğu’da ölüm artık sıradan, olağan bir olgu. Biz bile bunu artık böyle görüyoruz. Duyarsızlaştık, normalleştirdik, öyle bir hala getirdik ki en ufakta olsa nazarımızı çekmiyor, onunla ilgili bir haberle karşılaştığımızda başımızı çeviriyoruz.

Ölümün olağan kabul edildiği coğrafyalar yarattılar ve biz de buna uyduk. Yüzyıllarca bir arada yaşadığımız Halep’i, Şam’ı yurt-dışı saydık. Çağ değişti, yeni devletler kuruldu, koca bir asır ayrı gayrı geçti ama ortak kültür potasında öyle ya da böyle olduğumuz toplumlara yüz çevirdik. Şimdiyse ABD’de yaşanan ölümler bizim için Halep’te yaşananlardan daha önemli oldu. Halep neredeyse ölürken, tarihi yapıları tuz buz edilirken, medeniyetin doğduğu topraklar hiç edilirken biz İstanbul’daki sıcak evlerimizde Amerikan dizileri izlemeye koyulduk, ABD’de yaşananları ekranlara taşırken, “öteki”ne hiç değer vermedik.

http://dunya.milliyet.com.tr/suriye-de-olen-cocuk-sayisi-3-bini-gecti/dunya/dunyadetay/18.10.2012/1613731/default.htm

14 Aralık 2012 Cuma

Sebep Olanlar Unutulurken


Bugünlerde İran’a ve Çin’e kızarken birilerini pohpohlama eğilimini sürdürüyoruz. Çünkü özellikle bu iki ülkede neredeyse bir asırdır yaşanan obsesyonların mümessili de yine o aşındırıcı güçler. Bu güçlerin  yarattığı etkiler bugün dahi serpintilerini sürdürüyor.

Anglo-Persian Oil Company'nin yeni adı BP!
Batı, özellikle ABD ve İngiltere bugün demokrasiye işaret ederek İran’ı ve Çin’i uyarsa da, bu iki ülkenin bu anlamda katilleri. İngiltere Afyon Savaşları ile zirve yapan ve Çin’i neredeyse sömürgeleştirmesi en nihayetinde  Mao’nun devriminin de sebebidir. Çin toplumunda ve yönetim erklerinde öyle bir batı korkusu meydana geldi ki bu süreçte, bu ülkeler –ki tabi olarak onların övdüğü şeyler- şeytanlaştırılarak Çin’i uzun yıllar kapalı ve fakir bir ülke olmaya mahkûm etti.

Batı tüm enstrümanlarıyla bilhassa savaş ve tehditlerle yarattığı “açık eşikler” ile bugün bile bu toplumda bilinçaltına işlemiş derin korkular bıraktı, demokrasi bu nedenle uzun yıllar kapitalizm ile özdeş anılır oldu. Demokrasi batının oyuncağıydı ve Çin’in aşa ve eşitliğe ihtiyacı vardı. Özgürlük beraberinde sömürgeciliği de getirebilecek bir canavardı. Bu nedenle baskıcı ve sosyalizm ile uyuşabilecek yeni değerler yaratmak şarttı. Mao ise bunun fikir babalığını ve uygulayıcılığını yaptı.

Afyon Savaşı, 7 Ocak 1841
İran’da yine aynı sebeplerle İslam devrimini yaşadı. İkinci Dünya Savaşı esnasında toprakları İngiliz ve Rus güçler tarafından işgal edilen, petrolü üzerinde 20. Asrın başından itibaren söz sahibi olan İngiliz petrol şirketlerinin doymak bilmez iştahı, Musaddık’ın  bir CIA darbesiyle düşürülüşü, tam güçlenmeye çalıştığı ve doğal kaynaklarında sahip çıkmak istediği zamanlarda yapılan dış baskılar ve daha niceleri İran’ı Humeyni’nin kollarına attı. Humeyni petrolü kamulaştırdı ve batılı güçlere savaş açtı. Neticede İran’dakine benzer bir kapalı devlet tipi ortaya çıkmış oldu. Yine Çin’deki gibi batı şeytanlaştırıldı, geçmişin korkuları demokrasiyi ve batı tipi bir Pazar ekonomisini dışlama sürecine girdi, bu İran’daki derin molla ve şeriat kültürüyle ve ezilmişlerin başa geçmesi (Sosyalizm ile İslam Ali Şeriati gibi isimler tarafından yeniden yorumlanmıştır.) eklemlenerek devrim İslam adına yapılmış oldu, şeriat yürürlüğe konuldu. Çünkü batı ve onun değerleri şeytandı. Zaten batı matah bir şey olsaydı, İran çoktan kendine gelirdi. Batı ancak kendi için vardı. İçte ise dışardan gelebilecek saldırıdan korkan bir evdeki gibi tüm ışıklar söndürüldü. Fakat İran bu sayede tartışılır da olsa bağımsızlığını öyle ya da böyle sağlamış oldu. Nitekim batı iblisinin İran’daki elinin kesilmiş olduğu temel motiveydi İran İslam Cumhuriyeti için.

Benzer misaller pek ala verilebilir, batıda değişik bir batılı olan Almanlar gibi.Mesela Alman milliyetçiliğinin bu kadar keskin olması ve en nihayetinde Almanya’nın savaş sonrasına kadar militarist bir devlet olarak kalmasının arka planında yatan sebeplerden biri de  İngiltere’dir. Avrupa pazarında geniş yer edinen ve Alman devletlerinin ekonomik nüfusunu kıran İngiltere, o dönemki Alman devletlerinde ve prensliklerinde ekonomik bir birleşmeye meyal vererek farkında olmadan, Alman milliyetçiliğini harlamıştı, bunun üzerine dışarıya karşı gümrük vergilerini yükselten ve kendi içinde yeni bir ekonomik birlik ve bağ kuran Alman devletleri bu sayede İngiltere’nin yıkıcı ekonomik etkisinden olabildiğince en az zararla kurtulmuştu.

Bugün bazı iktidarları-toplumları yargılarken olayların, yaşananların arka planlarına bakmayı unutmamalıyız. Yıkıcı etkiler devlet içerisinde öyle bir tepki doğurabiliyor ki, ortaya faşist, gerici ya da baskıcı sosyalist rejimler çıkabiliyor. Bazen kimi toplumlar yabancı emri altına girmeme iradesiyle, kültürünü korumaya almak isteğiyle, bağımsız bir devlet olabilmek özlemiyle ya da sadece aç kalmamak niyetiyle bunlar gibi rejimleri doğurabiliyor. O nedenle bu takıntıya sahip olanlar yerine, temelde buna neden olanlar da eleştirilmeli ve göz önüne alınmalı. Kuru kuru ve caka satarcasına bilmiş bir edayla İran’da ya da Çin’de revizyon ya da devrim derken durup bunları bir an olsa da düşünmeli, hesaba dahil etmeliyiz.

Barlas’ın köşe yazısında da dile getirdiği bir anekdotu vardı. Bir gazeteci arkadaşı askerde komutanıyla konuşurken komutan Amerikan’ın onlara gönderdiği silahlara ve tanklara veryansın eder. Herifler der, ellerinde harpten kalan ne külüstür varsa bize göndermişler, şunlara bak… Arkadaşı sosyalisttir ve içinden iyi bari adam bizden çıktı diye düşünürken komutan kısa bir es verdikten sonra hiddetle, tüm bunları başımıza açanın şu Sovyet Rusya belası olduğunu söyler. Suçlu Sovyetlerdir ona göre.

McDonald's Bir Hijyen Öyküsü


Aslında bu yazıyı neden daha önce klavyeye almadığımı merak ediyorum. Çevremdeki birçok kişiye ısrarla tembih etmeme rağmen üstelik. Bugünlerde yine konusu geçti arkadaş sohbetlerinde McDonald’s’ın içler açısı temizlik ve gıda kalitesi.

Sizi Eğlendiriyor Mu?
Geçtiğimiz yaz ABD’de New Jersey’de iki ay kadar çok müşterisi olan MC’da çalıştım. Çok yoğundu ve bu yüzden göstermelik temizlik anlayışına sahip bir yerdi. Aylarca kullanılmış sıvı yağ ile pişen patatesler, tavuklar ve balıklar. Hepsi aynı yağda ve bu yağ görüntüsüne dayanamayacağınız kadar içler açısı, kokusuna ise hiç girmiyorum. Yerlerde patates kızartmaları, bunun üzerine basarak çalışanlar, eldivensiz hamburger yapan yöneticiler, tek kelimeye bir pislik yuvası.

Ayrıca ızgara yapılan özel bir tezgâhtan da bahsetmeli. Üzeri yıllarca yapışmış yağlarla katmanlaşmış kapkara olmuş bir alet bu. Dondurucudan çıkan ne yediği belirsiz pembe ve beyaz arasında bir tonda  ve sadece 80 saniye içinde üzerine yapılan şok bir baskıyla pişen bir etten bahsediyoruz. Kağıt gibi ve içinde etten çok neyin olduğu belirsiz “biftekler” dondurucudan çıkartılarak bu tezgaha yatırılıyor ve etleri yüzey ile üzerine binen pres yardımıyla ani bir ısıya maruz bırakılıyor. Üzerine tadı biraz yerine gelsin diye baharatlı bir karışım serpiliyor. İşte fast foodun “fast”liğinin sırrı karşınızda.

Hijyen o hengamede hak getire, regular meatlerin (sıradan hamburger eti) konulduğu ince ve uzun tepsileri ya da ketçap ve mayonez kaplarının ise nasıl yıkandığını sanırım anlatmaya gerek bile yok. Ben yıkadım ve elimden geleni yapmış olmama rağmen tellerin arasında katılaşmış yağı çıkarmaya bir türlü muvaffak olamadım. Başkasının benim kadar uğraşacağını da hiç düşünmüyorum. Eklemeyi unutmadan bu alet edevat çok fakir bu yerlerde uzun zamanlar boyunca kullanılıyor. En az masrafla, en çok kar, Amerikan kapitalist yaklaşımının bir özeti gibi.

Türkiye’deki hal hakkındaysa kesin bir şey söyleyemem. Fakat bu öngörü ile kestirebiliyorum  yoğun ve kalabalık McDonald’slardaki hali.

Bense döndüğümden beri bunların önünden bile geçmez oldum, aileme, arkadaşlarıma, çevremi de uyarıyorum. Siz bilirsiniz ama uğramamakta fayda var.(Burger King’de bundan farklı olmayacaktır. Canınız hamburger çekerse daha butik ve sizi masada biraz bekleten yerleri tercih edin. Kısa sürede önünüze sunulan şeyin kalitesi o oranda düşük olacaktır çünkü.)

7 Aralık 2012 Cuma

Hasbahçe Söyleşileri


Kağıthane Belediyesi tarafından organize edilen ve Kağıthane Kültür Merkezi kompleksi dahilindeki Şehir Müzesi’nde gerçekleştirilecek Hasbahçe Söyleşilerinin dün ilk konuğu Prof. Dr. İlber Ortaylı idi. Ortaylı, Balkan Savaşlarının 100.yılı ve Balkanlardan Yapılan Göçler üzerine kısa bir söyleşi yaptı.

Hasbahçe Söyleşileri şimdi Şehir Müzesi olarak kullanılan eski Sıbyan Mektebi binasında 6 Aralık-10 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirilecek. İzleyen haftalar boyunca her perşembe konusunda uzman bilim insanlarını konuk edecek söyleşiler Kâğıthane’de kültür ve eğitim etkinlikleri için önemli adım olarak görülüyor. Kâğıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç etkinliğin 2. Senesi olduğunu belirterek, Bu etkinliği geçen senede yapmıştık. Çok beğenildi ve bize yeniden yapılması yönünde talep geldi. Her hafta Türkiye’yi alakadar eden tarih ve psikoloji konularında uzman hocalarımızı ağırlayacağız. Gördüğünüz üzere soru-cevap şeklinde ilerliyoruz. Bu hafta Balkan savaşları konusunda sorulara yetişemedi sevgili İlber Hoca diyerek duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ayrıca bu söyleşilerin halkının yalnızca küçük bir parçası olduğunu da sözlerine ekleyen Kılıç, Kağıthane’de birçok restorasyon çalışması sürüyor. Kağıthane Kültür Merkezi yine bu anlamda atılan bir adımdı. Niyetimiz Kağıthane’yi kültür etkinlikleri ile anılan bir ilçe yapmak, bu nedenle bu tür etkinliklerle Kağıthane’de entelektüel birikim ve alışkanlık yaratma amacındayız dedi.

Bu haftaki konuşmacı İlber Ortaylı ise programı çok beğendiğini ifade etti. Tarih bilimi duayeni, Bunlar çok güzel şeyler tabi. İlgiyi sizde görüyorsunuz, salon tıklım tıklım, insanlarımız geliyorlar, ben yarım saat için gelmiştim, iki buçuk saatte zor çıkıyorum. İyi, çok memnun kaldım dedi. Bu esnada yanına kitap imzalatmak için gelen engelli tarih öğrencisini de ihtimam gösteren Ortaylı, bunu görerek kitap imzalatmak için sıraya giren okuyucularına doğru dönerek, Ben buraya konuşmak için geldiğimi anımsıyorum, ortalığı imza gününe çevirdiniz diyerek takıldı.

Beklenenden fazla rağbet gören programa Kağıthane Kültür Merkezinde ayrılan salonun yeterli gelmemesi ise tepki yarattı. Bunun üzerine kürsüye çıkan Fazlı Kılıç bir sonraki oturumu daha büyük bir salonda yapacaklarının sözünü verdi.

13 Aralık Perşembe günü düzenlenecek gelecek programda Prof. Dr. Feridun Emecen Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışının 500. Yıldönümünü anlatacak. 3. hafta Psikolog Ali Karakuş En Büyük Eserin Sensin- Başarının Psikolojisi üzerine, 4. Hafta ise Talha Uğurluel Mukaddes Emanetler’i dünden bugüne irdeleyecek. Yılın ilk perşembesinde Psikolog Mustafa Topkara başarılı ilişki kurmayı ve geliştirmeyi anlatacak. Son haftaysa Prof. Dr Kemal Sayar Anti-depresyon Çağı ve Merhamet konulu söyleşide okurlarıyla buluşacak.

Abidin Önder Öndeş

4 Aralık 2012 Salı

AB'nin Yeni Umudu: Hollande


Fransa’nın ve belki de tüm AB’nin yeni umudu Hollande. Duruşu ve olaylara yaklaşımı bir önceki cumhurbaşkanı Sarkozy gibi sığ ve kırıcı değil. Sesini yükseltiyor ve bu da gelecek yıllarda Fransa için çok olumlu bir gelişme.

Son söyledikleri Hollande’ın bu bağlamda çok önemli. Cumhurbaşkanı AB için ekonomik dev, siyasi cüce benzetmesini yapması ve özellikle AB’nin dış politikasını yine şu sözlerle eleştirmesi üzerinde kafa yorulması gereken bir yaklaşım. Hollande, İsrail’in saldırısına neden sessiz kalındığı üzerine kendisine sorulan soruya, üye ülkelerin birbirinden oldukça bağımsız ayrı ayrı dış politikaları olduğunu belirterek cevap verdi. Üye ülkeler dış politika söz konusu olduğunda ortak bir tavırdan uzak hareket ediyor diyen Hollande, özellikle son Euro krizinden sonra gittikçe güç kaybeden AB için çok önemli bir figür olacak gibi görünüyor. Metrekare başına en çok savaş düşen Avrupa topraklarında özellikle 2. Dünya Savaşı ertesinde yıkıntılardan yeni bir Avrupa doğurmayı bilmiş Avrupa Birliği her ne olursa olsun üye ülkeler için hala büyük önem taşıyor ve işte Hollande uzun zamandır liderden yoksun AB’ye yeniden can verebilecek bir devlet adamı.

http://tr.euronews.com/2012/12/03/hollande-dan-ab-icin-siyasi-cuce-degerlendirmesi/

19 Kasım 2012 Pazartesi

Gazze'ye Saldırmak Sadece Gazze'ye Saldırmak Değildir.


Obama’nın seçildiği ve yeni bir seçim öncesi bu Gazze saldırısı da nereden çıktı diye sormak için ya kör olmak lazım ya da ileri düzeyde aptal. Bunun sebebini görmek için öyle yıllarca uluslararası ilişkiler okumaya falan da gerek yok. Eğer sizde az çok siyaset ile ilgili ve bu dünyada” yaşayan” biriyseniz herkes gibi bu ayrımın fakına varacaksınız.

İsral’in bu saldırıyı gerçekleştirmek için iki önemli nedeni var:

1-Obama seçildikten sonra kaybeden İsrail, Obama’nın tavrını ve seçim sonrası İsrail’e karşı olan tutumunu anlamak için bir siyasi deney yapıyor. Romney’i kanının son damlasına kadar destekleyen Netanyahu, Obama’nın ABD içerisinde kimin güçlü olduğunu anlaması için kendisine göre güzel bir jest yaptı. Obama seçim ertesi gerek şartlar, gerekse gelecek 4 yılda İsrail ile olan ilişkilerini zedelememek için işi “İsrail’in savunma hakkına” dayandırarak reyini İsrail’den yana kullanmak zorunda kaldı. Obama’ya bir tür tarafını seç, rengini belli et çağrısı da diyebiliriz bu girişimin ardındaki temel ulular arası hesap için.

2-Netanyahu gelecek Şubat seçimleri için zaten sağ oyların ağırlıkta olduğu İsrail halkını kendi partisi olan Likud’a iyice perçinlemenin peşinde. Bu nedenle operasyonun genel adı Tevrat’ta geçen Bulut Sütunu.

Çatışmalarsa durulacak gibi gözükmüyor. Binlerce Filistinli evlerini terk ediyor, bombalamalar her yeri yerle bir ediyor. Orantısız bir güç ile karşı karşıyayız. Hamas’ın İran’dan aldığı karadan karaya füzeler İsrail’in ABD ile birlikte tasarladığı bir füze savunma sistemi olan Demir Kubbe ile saniyeler içinde havada yok ediliyor. Bunun karşılığında ise misliyle gelişmiş çapta füzelerle Gazze’nin önemli binaları bir bir yok ediliyor. Yıllardır alışık olduğumuz bu trajedi yeniden tüm dünyanın gözleri önünde sahneye konuyor, bizler koltuklarımızda yaşananları bir film karesiymiş gibi yine izliyoruz.

İran, Mısır ve Türkiye haricinde tepki gösteren başka bir devletin olmaması da durumu daha ilgi çekici hale getiriyor. Erdoğan’ın Mısır’da Arap liderlerine söyledikleri ise bu nedenle çok daha fazla önem kazanıyor. Nitekim Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE gibi ABD’nin bölgedeki şubesi olan Arap Devletleri ise yine her zaman olduğu gibi üç maymunu oynamayı sürdürüyorlar. 

Birleşmiş Milletler ’den bahsetmeye gerek yok sanırım. Ne yediği belirsiz bir kurum olan BM yine en iyi yaptığı şeyi yapıyor; bekliyor. Bekleyen Milletlerden medet umulamayacağına göre tüm bunların anlamı bir önceki saldırıda neler yaşandıysa yine aynısıyla belki de daha beteriyle karşı karşıya kalabiliriz demektir.


18 Kasım 2012 Pazar

Aitleştirilen Alanlar ve Alan Dışı Kalanlar


Acılara sessiz kalmak ya da kalmamak kişisel bakış acılarının eseri (esiri) olmamalı.

Birkaç gündür facebook üzerinden Gazze’de başlayan saldırıları kınayan ve İsrail’e lanet okuyan paylaşımlara rastlıyorum. Facebook’taki arkadaş listemde muhtelif birçok siyasi duruşa sahip ve zaman zaman -özellikle keskin konularda- zıt kutuplarda duran insanlar var (Sadece kedi ve köpek fotoğrafı paylaşanları saymıyorum.) ve bu kişilerin yaptıkları paylaşımlar ister istemez öyle ya da böyle onların duyarlı oldukları (olmak zorunda oldukları demeliyim belki de) şeyleri gün yüzüne çıkarıyor.

Kimisi İsrail’e lanet okurken ve Gazze’ye yardım çağrılarında bulunurken kimisi Amerika’daki Sandy kasırgasının bilançolarıyla ilgileniyor. Hayır, bunun tabi olduğunu reddetmiyorum, insani bir durumun sosyal medya üzerindeki tezahürü olarak tanımlayabilirsiniz tüm bunları Takıldığım ve beni bu yazıyı yazmaya iten nokta herkesin kendisi ile ilintili noktalara değinip, kendisine ait olmadığını düşündüğü şeylere “tamamıyla(!)” kayıtsız kalması. Atatürkçü arkadaşlarım 10 Kasım-29 Ekim gibi günlerde coşarken ve bunu kendilerine aitleştirirken, İslami perspektiften bakanlar Gazze- Filistin sorununda, Neo-liberaller olanlar ya da olmaya çalışanlar ABD’de yaşıyormuşçasına oraya odaklı “share”lerde ya da milliyetçi olarak kendini konumlandıranlarsa PKK-BDP ile ilgili paylaşımlarda ön plana çıkıyorlar. Sanki herkes bir köşeyi kapmış ve görev dağılımı yapılmış gibi. Fakat tüm bunlar olurken ve kişiler kendi köşelerini savunurken ve ön plana çıkartırken, kendilerine ait olmadığı düşündükleri köşede kayıtsız kalınmaması gereken durumlara karşı sessiz kalabiliyorlar. Bu da çok büyük bir zafiyet doğuruyor. Farkında olsak ya da olmasak bu vaziyet zihinleri köreltiyor, vicdanlara ağır hasarlar veriyor. Bilhassa bu yeni sosyal medya düzeninde çok daha bariz olarak su yüzüne çıkıyor, özellikle toplumun her kademesinin politize olduğu günümüz Türkiye’sinde.

Bu tür paylaşımlardan (video, yazı, fotoğraf vb.) ben kendi adıma uzak durmayı tercih ediyorum. Özellikle “taraf”ların sıklıkla üzerinde durduğu “özel” konularda. Facebook profilimde bu tarz paylaşımlar yaparak kendimi tatmin etme gibi bir niyetim yok, ben bu konuda elimden geldiğince bloğumu kullanıyorum. İşin özü; -ki üç paragraftır ifade etmek istediğim nazar ise- kendi alanlarımızda aitleştirdiğimiz mevzuların dışında kalan ve sessiz kalınmaması gereken konularda, bu bana ait değil düşüncesiyle sükut olmak ve görmezden gelmek. Çünkü özellikle büyük acıların, terörün, kanın ve gözyaşının karşısında durmak bir “alanlar” işi değil, yaşananlar hangi coğrafyada olursa olsun insanlık görevidir.


16 Kasım 2012 Cuma

Pera ve Yeni Müzecilik

Beyoğlu Pera Müzesi yeni sanal müze uygulaması ile sanatseverlerin karşısında. Dijital müze uygulamalarında son nokta olarak görülen 3 Boyutlu müze binası turlarında Türkiye’de öncü olan kurumun, dünyada emsali yok.

Birkaç sene önce Çarlık Rusya Ressamları Sergisinde Pera
Pera Müzesi,  3 boyutlu uygulamalarına,  Uluslararası Müzeler Günü'nün 2012 teması "Değişen Dünyamızda Müzeler: Yeni Teknolojiler, Yeni Fikirler" kapsamında yeni teknolojilere odaklanarak, gerçek zamanlı ve 3 Boyutlu farklı bir müze deneyimi ile başladı. Müzenin Film, Video ve İletişim 
Programları Yöneticisi
Fatma Çolakoğlu,  Google’ın geliştirilmiş sanat projesi Google Art Protect’te bu tema ile geçtiğimiz nisan ayından beri yer aldıklarını belirterek daha yeni ve gelişmiş 3 boyutlu projeleri hakkında, “Yine bir fark yaratarak, ‘yaşam simülasyonu’ olarak adlandıran digitalprojex şirketinin, internet dünyasında -özellikle sosyal platformlarda- yeni bir dönemi başlatmak için devreye soktuğu www.duniaa.com internet sitesi ile gerçekleştirdiğimiz projeyle, şimdiye kadar internetteki mecralarda sunulan hizmetlerin ötesine geçerek, gerçeğe çok yakın bir deneyim yaşatmayı hedefliyoruz” diyen Çolakoğlu, ziyaretçilerin bu platformdan nasıl faydalanabileceği sorusunu ise, “Bu yeni platformda ziyaretçiler, metin okumanın, 360 derece tur (virtual tour) yapmanın ya da video seyretmenin ötesinde, ölçeklere uygun olarak "3 Boyutlu" hazırlanmış müze binasının bütün katlarında oradaymışçasına gezebiliyor, merak ettikleri sergileri, çeşitli eserleri ayrıntılı inceleyebiliyor, bilgilendirici metinleri ve konuları çok yakından hem görsel hem de işitsel inceleme ve deneyimle fırsatı bulabiliyorlar” diyerek yanıtlıyor.

Ayrıca gerçekleştirilen sanal projenin dünyada tam anlamıyla bir benzeri olmadığını ve bu alanda uluslar arası bir öncü olduklarını,  “Bu projenin aslında yurt dışında birebir örneği bulunmuyor; şu anda beta aşamasında olan internet sitesi aslında eş zamanlı gezi imkanı ile çok farklı bir özellik sunuyor. Beta aşaması ardından sitede ziyaretçiler avatarları ile New York, Londra, Paris veya Berlin'deki arkadaşları ile sergileri aynı zamanda birlikte gezme fırsatı bulacaklar” sözleriyle dile getiriyor.

Projenin Türkiye’de müzeciliğe ve sanata çok büyük katkıları olacağını da vurgulayan iletişim programları yöneticisi sözlerini “Özellikle farklı yaş grupları için, İstanbul dışında, uzak yerlerde okuyan, yaşayan çocuklar ve öğrenciler için faydalı ve öğretici bir araç olabileceği gibi daha büyükler için, evden çıkamayan bir grup insan için de yeni sergileri, koleksiyon seçkilerini gezme fırsatı sunmuş oluyoruz” diyerek sürdürüyor. “Yalnız müze gezme keyfinin başka olduğunu” ve bunu dijital deneyim ile kıyaslamanın doğru olmayacağına da sözlerine ekleyerek, kendilerine bu projede ilham veren amaçlarını,  Burada altını çizmek istediğimiz ulusal ve uluslararası bir çerçevede çok farklı kitlelere çok hızlı bir şekilde ulaşabilmenin ve sunduğumuz kültür-sanat hizmetinin yaygınlaştırılarak tanıtılması” şeklinde özetliyor.

Birkaç hafta önce benzer bir proje Pera Müzesi ile ortak faaliyet gösteren İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün sergi katını içinde uygulamaya konuldu. Böylelikle Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bünyesinde sanat, kültür, eğitim ve sağlık alanlarında araştırmalarını sürdüren enstitü Pera Müzesi'yle başlattığı geniş kapsamlı bir kültür-sanat projesinin ikinci önemli adımı olan sanal müze projesini hayata geçirmiş oldu.

http://duniaa.com/peramuzesi adresinden ulaşabilirsiniz.

13 Kasım 2012 Salı

Company Of Heroes'u Beklerken


Savaş Tarihi, toplumsal tarih ya da iktisat tarihine göre gelişen olayları ve olguları daha farklı inceler. Müsabaka havası içerisinde savaşı sanki bir derbi maçı gibi anlatmayı yeğler. O yüzden de çok okunur, ilgi görür. Tarihin sanırım içerisine biraz daha heyecan ve macera ekilmiş anlatısı gibidir savaş tarihi. Evet, ben de okumaktan keyif alırım onu. Her ne kadar savaşlara lanet de etsem de geliştirilen stratejilere ilgi duyarım. Napolyon’un Austerlitz Savaşındaki taktikleri ya da İskender’in Dareios’u alt ettiği karşılaşmadaki zeka ve dikkat ürünü saldırılarını evet, savaşa lanette etsem de keyifle okur, incelerim. Sanırım zihnindeki bu çelişkiyi hiçbir zaman aşamayacağım. Özellikle Company Of Heroes 2 gibi bir oyunu şimdilerde beklerken.

Company Of Heroes  kendisiyle tanıştığım 2007’den bu yana oynamaktan keyif aldığım en iyi oyun serisi. Serinin devamı niteliğindeki COH: Opposing Fronts ve Tales Of Valor ise oyunu daha da geliştirerek çeşnilendirmişti.

Şimdi Company Of Heroes: 2’nin çıkmasını dört gözle bekler olduk. Önümüzdeki 7 Mayıs’ta raflarda yerini alacak oyun diğer 3 seriden farklı olarak bu sefer Sovyet Rusya tarafından işlenecek. Hitler’in Stalingrad bozgunu ve ardından Sovyet Tanklarının ıslak Berlin sokaklarını inlettiği güne kadar  geçecek savaş sürecini gözler önüne serecek oyunun yapımcısıysa başarılı işlere imza atan Relic.

Karlı ve soğuk Rusya coğrafyasında senaryo bölümünde Sovyet Rusya ordularını komuta edeceğiz. Oyunun genel çaplı içeriği belli olmasına rağmen, bölüm bölüm gelişimi hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Tahminim Stalingrad ile başlayacağı Kursk ile devam edeceği, ardında Polon topraklarında bir iki dönüm noktası çarpışması ertesinde Berlin’de nihayete ereceği yönünde. Ben bilhassa Stalingrad’ı ve Berlin’i çok merak ediyorum. COH bilindiği üzere size bir tümenin kontrolünü vermez. Bir ya da iki bölüğün kontrolünden de öteye gitmediğiniz için aşırı geniş araziler yerine kontrolünü çok daha makul yapacağınız küçük bölgeleri ele geçirmeniz ya da savunmanız istenir. Bu da size elinizdeki her askerin hesabını tutmanızı ve bu sayede konuya dahil olarak hikayeyi daha iyi içselleştirmenizi sağlar. COH:2 de bundan farlı bir  yol tercih etmeyecektir diye farz ediyorum.

Oyunun grafikleri yayınlanan ilk görsellerin verdiği intibah ile gayet iyi gözüküyor. Özellikle karlı topraklarda yapacağımız çatışmalarda karın beyazı ile patlama efektleri göze güzel görünen kontraslar oluşmasında tasarımcılara çok faydalı olmuş olmalı. Ayrıca oyunun belli anlarında artan kar fırtınaları ya da lapa lapa yayan kar efektleri başarılı yapılabilirse görsel olarak bir gösteri ile keyifli anlar geçirebileceğimizi söyleyebilirim. Oyun Essence 3.0 ile geliştiriliyor. Motor hakkında fazla bir malumatım olmamasına rağmen az önce bahsettiğim görsel baharatların oyuna yedirilmesi için uygun bir grafik motoru olduğunu öğrendim. Umarım bu konuda Relic beklentilerimizi boşa çıkarmaz. Diğer serileriyle yılın en iyi oyunu gibi birçok ödüle kavuşan ve ayakta alkışlanmayı hak eden şirkete diğer herkes gibi benim de güvenim tam açıkçası.

Oyunun 7 Mayıs'ta çıkmasına ise açıkçası içerledim. Oyun ile bağdaşlık kurabileceğimiz soğuk ve karlı günler yerine baharın ortasında çıkacak olması iyi olmadı. Umarım biraz daha erken bir tarihe çekilir de biz COH fanatiklerine iyi bir haber olur bu. Yıllar sonra Company Of Heroes 2 hem biraz nostalji olacak hem de susuz kalan dudaklarımıza bir testi su gibi gelecek. Sabırsızlıkla bekliyoruz.






11 Kasım 2012 Pazar

"Kime Niyet Kimlere Kısmet"


Sakıp Sabancı’da ünlü ressam Monet’in sergisi açılalı epey oldu. Bu hafta sonu en gidilmeyecek soğuk ve yağmurlu bir günde gitmeye karar verdim. Fransız bir izlenimci olduğu ve kendi emeğiyle oluşturduğu bir bahçenin resimlerini yapması dışında fazlaca bir şey bilmem. Serginin girişinde duvarlara kronolojik olarak Monet’in yaşamı ve sanatından küçük paragraflar resimler eşliğinde iliştirilmiş. Bildiğimiz ve her yerde az ya da çok bulabileceğiniz türden ansiklopedik bilgiler tüm bunlar.

Ardından sergiye giriş yapıyorsunuz. Hemen sağda o ve çevresinin kendi tuvaline yansımış portre resimleri var. Fakat öyle göz dolduracak cinsten değiller. Bir duvar ardındaysa Monet’in doğa tasvirleri başlıyor, nilüferler, sümbüller ve diğer göze hoş görünen çiçeklerin yansımaları tüm salonu kaplamış vaziyette. Boy boy ve farklı ışık durumlarına göre şekillenmiş doğa tasvirleri size ilk etapta özellikle realist resme alışkın biriyseniz beceriksizce gözükecektir. Zaten öğrendiğim kadarıyla ressam ağır kataraktan muzdaripmiş ve iyileşmesi ertesi birçok resmini özenle inşa ettiği evinin salonunda kendi elleriyle yakmış. Belki ben resimden anlamıyor olabilirim ama rol yapmaya da gerek yok. Haddime değil ama en azından sergiye getirtilen resimler beni büyülemedi. Duygudan yoksun gelişigüzel resmedilmişler gibiydi. Zaten sadece Gallery 1’e yayılmıştı hepsi ve resimler daha önce (neredeyse bir sene evvel) yapılan Rembrandt ve Hollandalılar sergisini düşünecek olursak çok sığ ve kapsayıcı nitelikte değildi.

R: Halil Paşa
Serginin bu kadar kıt olmasının üzüntüsü içinde diğer galerilerde ne var yok dolaşırken Bir Ülke Değişirken- Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Resmi sergisine rastladım. İyi ki de rastlamışım. Meğer ne büyük ressamlarımız varmış bizim. Halil Paşa mesela enfes tablolara imza atmış, hatta Fransa’dan ödül bile almış. Sonra 1914’lüler diye bir ressam grubu olduğunu öğrendim. Bu grubun İstanbul tasvirleri etkileyiciydi. Fikret Mualla’dan da birçok resim var mesela. Ayrıca Cumhuriyet döneminde yurtdışına eğitim için gönderilen ressamların da çok bol olmamakla birlikte tabloları da mevcut sergide. Girişte sizi Osman Hamdi Bey’in bir caminin girişini tüm hatlarıyla tasvir ettiği çok güzel bir tablo karşılıyor. Takibinde kronolojik olarak sergi salonu boyunca iliştirilmiş tablolar ve bilgilendirme panolarıyla çok şık bir galeriye imza atmış SSM. Unutmadan söylemeliyim nü resim çalışmaları da var. Osmanlı döneminde nü resim çalışmaları başlı başına bir araştırma konusu olabilecek düzeyde ilginç geldi bana. Aklımda kalan diğer ressamlar Hoca Ali Rıza, Ahmet Ziya Akbulut. Bu iki ressam İstanbul’daki ve Anadolu’daki yaşamı çok başarılı şekilde resmetmişler.

Modernleşme denilen vaka kimilerinin ısrar ettiği gibi Mustafa Kemal ile başlamıyor. Bilhassa Abdülmecit döneminden itibaren resim sanatında büyük bir atılım olduğunu da belirtmeliyim. Daha fazlasını merak ediyorsanız size” kime niyet kime kısmet” diyerek Monet’den ziyade bu sergiyi öneririm.















Fotoğraflar Monet portresi hariç bana aittir.



Bir büyük ressam Halil Paşa için :http://www.restoraturk.com/restorasyon-sanat/resim-ve-heykel-restorasyonu/379-ressam-halil-pasa.html

2 Kasım 2012 Cuma

Kağıthane Deresi Depo Savaşları



İstanbul - Kâğıthane Cendere Caddesi ile Anadolu Caddesi arasında bulanan ve Kâğıthane Deresi ile paralel olarak konumlanmış depoların kaldırılması için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin imar planını onaması bekleniyor. Fakat plan dahilinde kalan depolar Kağıthane Belediyesi tarafından zorunlu olarak “tehcir” ettirilmek istendiklerini dile getiriyorlar.

Kâğıthane Belediyesi yerel seçimlere bir yıl kala birçok projenin altından kalkmış olmasına rağmen zor bir sınav ile karşı karşıya. Kâğıthane Deresi’nin ıslahı ve çevre düzenlemesi ile gündeme gelen belediye son iki dönemdir vaat etmiş olmasına rağmen derenin kenarındaki depoları kaldırabilmiş değil. Kâğıthane Belediyesi sorumuz üzerine yaptığı yazılı açıklamada, “Cendere bölgesine ait 1/1000 ölçekli uygulama imar planları İ.B.B başkanlığına onamak üzere gönderilmiş olup, onama önlemleri devam etmektedir. Onanan planlar yürürlüğe girdiğinde dere kenarlarındaki yeşil alana alınmış yerlerin plan gereği terkleri yapılacaktır ve derenin her iki tarafı kesintisiz halkın hizmetine sunulacaktır” dedi. Bahsi geçen imar planının hangi şirketlerin depolarını kapsayıp kapsamadığı sorularını ise sorumlu olduğu üzere İ.B.B Şehir Planlama Müdürlüğü, “Planda donatı alanlarında kalan tüm depolar için uygulama yapılacaktır” diyerek yanıtladı.

Kâğıthane Belediyesi deresinin ıslahı ve dere çevresinin düzenlemesi çalışmalarının yanı sıra geçmişte özellikle yoğun fabrika yerleşkelerinin olduğu bölgeyi daha yaşanabilir kılmak için çalışmalarını sürdürüyor. Fakat bazı muhtelif şirketlerin görüntü ve çevre kirliliği yaratan depolarının taşınmasında hiçbir ilerleme kaydedilmiş değil.  Çevre sakinleriyse bu durumdan son derece rahatsız. Hanife Taşdelen Başak Konutlarında 10 senedir ikametgah eden bir öğretmen ve kendisi belediyenin söz vermesine rağmen bir ilerleme kaydetmemesinden şikayetçi, Taşdelen, “Defalarca mail attım belediyeye ama her seferinde kaldırılacak deniyor, yıllardır bu durum böyle” diyor ve “Geçen aylarda da Kağıthane Belediyesi’nin web sitesinde bu soruyu bir kez daha yeniledim fakat yanıt yine aynı; kaldırılacak diyorlar, başka bir şey demiyorlar” diyerek sitemini dile getiriyor.
Bahsi geçen depoların tahliyelerinin ne zaman başlayacağı hala muğlak. Kağıthane Belediyesi ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de net bir tarih verememiş olması ise zihinleri daha da bulandırıyor.  Depolar ise taşınmaya hiç sıcak bakmıyor. Eyüp Cehavir, Cevahirler şirketinin bölgedeki deposundan sorumlu isim ve kendisi projenin çevre için güzel bir adım olduğunu dile getirirken, kendilerine alternatif bir yerleşke sunulmamasından şikayetçi. Cevahir, “Proje güzel bir proje fakat buradaki depolara alternatif bir mevki sunmayarak bizi çok mağdur ettiler.” Bu durumun fiili olarak ne zamandan beri sürdüğü sorusuna ise “Fiili olarak 2-3 senedir sürüyor. Belediye geldi, kapımızı mühürledi. Ne yapacaksın, biz yine de girdik tabi. Burada ve diğer depolarda yüzlerce insan ekmek yiyor. Ama kimse bunu düşünmüyor, en sonunda davacı olduk ve mahkememiz hala sürüyor.” Belediyenin bize net bir tarih verememesine de açılan davalara bağlayan Cevahir “Fakat buradan çıkartılacağız, o Allah’ın emri, şimdi başka bir mevki arıyoruz” diyerek üzüntüsünü ifade ediyor. Diğer depolarında şikayetleri  bundan farksız. Kiracı olanlar hariç hiç kimse geleceğini kestiremiyor. Mahkemeler ne zaman noktalanır bilinmez ama depolar er ya da geç zorunlu olarak tehcir ettirileceklerinin altını çiziyorlar. Metal pazarlayıcısı bir şirketin depo yetkilisi ise dikkatleri Türkiye’de adından sıkça söz ettiren bir noktaya çekerek “Buradan bir rant kokusu geliyor umarım haklı çıkmam, umarım sadece çevrenin güzel görünmesi için bizi bu kadar sıkıştırıyorlardır. Yabancı firmalar çevreyi bir bir istila ederken” diyerek konuşmasını isminin yazılmamasını isteyerek noktalıyor.

Şimdi Kağıthane Belediyesi’nin ne yapacağı merak konusu. Bir tarafta kötü görünüme ve çevre kirliliğine karşı sesini yükseltenler diğer tarafta taşınma alternatifleri sunulmadan kapı dışarı edilmek istenen depolar ve en köşede Kağıthane Belediyesi duruyor. Zira en yakın kestirimle mahkemelerin sonucunu bekleyeceğiz gibi görünüyor.

Abidin Önder Öndeş