8 Ağustos 2011 Pazartesi

Özgürlükte İnecek Var.

Soljenitsin’in Anısına
                                                                                                                             
Tutuklu Kampında Soljenitsin
En azından özgür ölebilmek, en azından bu kadarı bile yeterli olacaktır benim için, en azından uyandığında mutlu olmak ve gülümsemek güneşe tüm içtenliğinle…

The Way Back filmini henüz  yeni izledim ve beynimdeki izleri  daha çok sıcakken bu yazıyı yazmak istedim. Dolduğum şevk ve duygu yoğunluğunu kaybetmemek için klavyemin başına geçtim hemen… Özgürlüğe çok değer biçtim her zaman,  bunu konu edinen romanlar, hikâyeler, filmler ve her şey beni derinden etkiledi, etkiliyor. Ölüler Evinden Anıları gözlerim yaşlı noktalamıştım. İvan Denisoviç’te ise garip bir burukla ayrılmıştım kitabın başından. The Shawshank’te özgürlük beni mest etmişti. The Way Back’te ise bu duyguların hepsini birden yeniden yaşadım tüm yoğunluğuyla içimde fırtınalar koparak.

Sovyet Rusya’nın Sibirya’ya sürdüğü birkaç  gulagın kaçış öyküsünün anlatıldığı “değerli” bir yapım The Way Back. Özgürlüklerine 4000 km yürüyen insanların her anlamda ders niteliğindeki göz yaşartan kaçış öyküsü. İnsanlığı ve her şeyden önce kendini keşfeden ya da yeniden hatırlayan insanların mükemmel yansıtılmış gerçek hikâyesi.

Mest oldum ve gecenin bir yarısında bu satırları inanın öyle bir şevkle yazıyorum ki, söyleyeceklerim ön sıraları almak için birbiriyle kavga ediyorlar. Bu kavgayı kazanan “özgürlük” her şeyin çok önünde tabi. Ardından onu “insanlık” takip ediyor ve insanlık makasla kesilmiş kağıt gibi onu oluşturan erdemlerine ayrılıyor. Hayır, konusundan fazla bahsetmeyeceğim filmin. Sadece gerçek hayatlardan uyarlandığını söylemem kâfi… Gerçekten varmış, gerçekten yaşamış bu insanlar inanılır gibi değil. Sibirya’dan Hindistan’a özgürlük peşinde koşan insan ruhları. Bedenlerini ruhları pahasına hiçe sayan bu insanları insanlığın üst sıralarında bir yerlere koymak yaraşır. Oyunculuklardan da bahsetmeyeceğim, klasik film inceleme yazılarında olduğu gibi içi boş “karakteri mükemmel oynamış” da demeyeceğim. Yazımın her zerresine sinmesini istediğim koku bu naylon kokusu değil ki benim, reklamın  naylon kokusunu def edelim gitsin en iyisi. Sinmesini istediğim koku o baş döndüren koku özgürlüğün yürek şahlandıran kokusu sadece.


Özgür olduğunu, onu kaybedince anlarsın, sağlık gibidir o da. İnsan özgür ve sağlıklı olduğunu onlara sahipken  hissetmez. Jelâtinden yapılmış kan gibidir ikisi de. İçinde dolaşır dolanır, seni besler, yaşam verir ama aktığını damarlarından çıktığında, cildini boyadığında anlarsın. Sonra fedakârlıkta vardır seni sen yapan ve hayvandan farklı kılan, nezaketten doğan, sana yürekten çok farklı bir ruhsal haz sunan. Umut vardır peşinden koştuğun, şimdiki zamanın dışında hep gelecek zamanda olan. Gelecek zaman gelse bile yine de gelecek zamanda el sallayan. Bir de bunları iyi ifade eden sanatkarlar ve onların yansımaları olan eserleri vardır.İşte The Way Back tüm bunların mükemmel bir ifadesi yalnızca.








4 Ağustos 2011 Perşembe

Fotoğraf-ı Azam İstanbul'da

Dünya’da çekilmiş en iyi portre fotoğrafı hangisidir? Tartışmasız Afgan Kızıdır. Soruyu şu formla da sormak mümkün dünyanın en iyi portre fotoğrafçısı kimdir? Bu isim de hiç tartışmasız Steve McCurry’dir tabi ki.

Steve McCurry ve Ben
Steve fotoğrafta özellikle portre fotoğrafçılığında yeni bir soluk ve sestir. Renkler ve ışık kullanımı kendine hastır. Doğal ışığı büyülü bir şeye çevirir ve onu mükemmel komposizyonu ile tamamlar. İnsana saygılı ve duyarlıdır, bazen izin alarak fotoğraflar o kimseyi bazen tüm çıplak doğallığıyla. Kılık değiştirerek o bölgeye uyum sağlar ve sessiz çalışır, göze batmaz. Gideceği yerin tarihini ve geleneklerine iyi çalışır ve bunlara olabildiğince özen gösterir. Yargılamaz ya da acındırmaz, sadece derin bir hissedişle yansıtır, gözler önüne serer. Dikkat çekmez, olabildiğince göze batmayan küçük ebatta bir makine ve çok az aksesuarla çalışır. Sanatına âşık bir sanatkâr ve -benim deyimimle- fotoğraf-ı azamdır.

Afgan kızını hepimiz biliriz. Bu fotoğrafa bakıpta gözünü hemen ayırabilmek ne mümkün. O gözler, kızgın bakışlı ve korkak gözler, koparılmış isyankar, fakat aynı zamanda yardım dileyen gözler. Saf ve vahşi bir güzellik. Kırmızı bir başörtüsü, yırtık pırtık ama bu vahşi güzelliğe engel değil… Güzellik tanımını yeniden yazdıran bir fotoğraf Afgan kızı. Her fotoğrafçının ilham almak için arada sırada baktığı ve sonra kederlendiği bir fotoğraf. İlham veren ve ilham kıran bir fotoğraf. Portre fotoğrafların “nirvana”sı olan bir fotoğraf Afgan kızı.

Steve McCurry’nin sadece Afgan Kızına sahip olduğunu düşünmeyin. Dünya’nın her köşesinde yakaladığı nice mükemmelleri daha var. Amerika’dan Asya ve Afrika’ya kadar bizleri ihya eden nicelerinin sahibi fotoğraf-ı azam.

Steve National Geographic’in ağır toplarından biri. Zaten Afgan Kızını da bir saha görevi sırasında çekiyor. Afganistan’a gönderildiği 80’li yılların ortalarında Sovyet işgalindeki topraklara vardığında, Afgan halkını yansıtıyor Natıonal Geographic’in sayfalarına. Ezilmiş Afgan kadınının sessiz feryatlarını dile getiriyor, acı çeken ve bıkkın bir halkın sesi oluyor. Riskli ve gelecek vad eden bu görevini “tam anlamıyla” başarıyor Steve. Ardından diğer bir riskli görev olan Kuveyt ‘e gidiyor 1991’de.Tank savaşlarının ve hava da uçan mermilerin arasında inanılmaz fotoğraflar yakalıyor. Onun için özel bir stüdyo hazırlansa bundan daha iyisini yakalayamaz dedirditiyor kimilerine. Bundan sonra da risk içeren görevlerden de uzak kalmıyor tabi. İç çatışmaları ve vahşetleri fotoğraflıyor. Fakat Steve McCurry sessiz sedasız ve dingin görevlerde de fevkaladeleşiyor. Zaten en sert ortamlarda bile dingin fotoğraflar yaratan bu sanatkâr, dinginlik, sessizlik ve öz bir hissedişle harmanladığı sokak ve yaşam fotoğraflarıyla harikalar yaratıyor.”Dünya böyle bir yer miydi?” sorusunu zihinlerde belirginleştirir her karesiyle.

Dün sergisi açıldı İstanbul Modern’de. Kodak ürettiği son Kodachrome filmi McCurry’e vermiş ve o da bundan bir sergi gerçekleştiriyor. Düşünün bir, sadece son 36 kare ve çektiğiniz herkes için tek bir kare hakkına sahipsiniz.(Birkaç ismin birkaç fotoğrafı da var.) Çok ince ve stresli anlar yaşamış olmalı fotoğraf-ı azam. McCurry kendisi için önemli olan insanları ya da başka bir ifadeyle çekmekten keyif alacağı yüzleri fotoğraflamış.36 karede ünlü isimler da var. Bir kabilenin üyesi olan “dışarıdan” alelade olarak nitelendirebileceğimiz bir insanda ya da yerdeki bir grafiti de. Çektiklerini not almıştım çalakalem. Şöyleydi:

1-Robert De Niro  (Başka bir üstadı fotoğraflamış Steve, Üç fotoğrafı vardı sergide De Niro’nun.)
4-Amir Khan (Bollywood büyük yönetmeni ve oyuncusu)
5-Dhavari’nin en büyük çayhanesi
6-Hindistan’ın İleri Gelenlerinin ve Tanrılarının Heykellerinin Üretildiği Bir Atölye
7-Shenaz Treasurywala (Ünlü Bollywood oyuncusu)
8-Nandita Das (Bollywood’un güzel oyuncusu)
9-Shekhar Kapur (Bollywood oyuncusu.)
10-Amitabh Bachchan
11-Rabari Kabilesinin Yaşlısı 1 (Hindistan)
12-Rabari Kabilesinin Yaşlısı 2 (Sergideki en güzel fotoğraflardan biriydi.)
13-Rabarili Kadın(Tanıtımda kullanılan güzel Rabari kadını, serginin gözbebeği)
14-Rabarili Kadın 1
15-Rabarili Kadın 2
16-Rabari Kızı
17-Rabari Kabilesinden Gezgin Büyücü.(Gözler enfesti.)
18-Rabari Kabilesinden Gezgin Büyücü 2
19-Rabari Kadını
20-Rabari Çocuğu
21-Ara Güler (Üstadın fotoğrafı da çok karakteristik işlenmiş.)
22-New York’un 7. Caddesinden Bir Sokak Sanatı
23-Grand Central Station (USA, Anlatılmaz izlenir bir fotoğraf)
24-Washington Square Park’ta Kitap Okuyan Bir Kadın
25-Washington Square Park’ta Bir Sokak Sanatçısı
26-Elliot Erwitt (Magnum’un Ağır Toplarından )
27-Steve McCurry (Kendisini çektirmiş galiba ya da tripod da kullanmış olabilir.)
28-Mahatma Gandhi Heykeli
29-Stephan Colbert Söyleşisini Dinlerken (Kansas, USA)
30-Sabah 5.45’te Bir Adam Parsons’taki Toplum Merkezinde Uyurken
31-Son Kare de Son Kodachrome’un Yıkandığı Yer Olan Kansas’tan

(Sayıyı tam tutturamadım çünkü bazı isimlerin bir-iki fotoğrafı var, fakat genel itibariyle fotoğraflanan konu ve insanlar bu kadar.)

Ben 3 Ağustos’ta gittim sergiye açılış gününde ve Steve McCurry’de oradaydı. Röportajlar bittikten sonra yanına yaklaştım ve tebrik ettim,  kendisinin Türkiye’de de tanındığını ve takip edildiğini söyledim. İlgili, kibar ve sevecen bir edayla tebriklerimi kabul etti.  Adamcağızın çevresi sergiye gelen insanlar sardı daha sonra, biz iyi ki, erken gitmişiz oraya da bir efsanenin sesini duyabildik.  İnanın başka hangi isimle karşılasam böyle heyecanlanırım bilmiyorum. Efsane bir isimle birkaç dakika geçirmek gerçekten keyif vericiydi.

Sergi yazının başında da belirttiğim İstanbul Modern alt katta, hiç gezilmeyen bir fotoğraf sergisinin hemen bitişiğinde.  Az kalsın unutuyordum fotoğrafları Nikon F6 ile 35 mm sabit odaklı Nikkor lensle çekmiş.  Sergi de o da sergileniyor. Eylül başına kadar açık sergi, Steve McCurry orada mıdır hala zannetmiyorum ama gitmekte fayda var erkenden bilginize sunulur. Ne olur ne olmaz.






1 Ağustos 2011 Pazartesi

Saraybosna (Osmanlı'nın Avrupai Mirasçısı)

Saraybosna
Saraybosna adından anlaşılacağı üzere Bosna-Hersek’in başkenti. Küçük, her anlamda küçük bir şehir Sarajevo. Etrafını çevreleyen alçak tepelerin hakim olduğu  ve güney tarafında yoğunlaşan nüfusuyla ve yerleşimleriyle kaşığı andıran tarihi bir kent.


Saraybosna kadar el değiştiren bir başka şehir daha var mıdır araştırmak lazım. Saraybosna Roma, Bizans, Bulgar, Macar, Hırvat, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Yugoslavya ve daha atladığım nicelerinin egemenliğinde kalmış ve stratejik öneminin acısını hep çekmiş bir kent. Şehri argo tabiriyle adam eden “Osmanlılar”.II. Mehmet şehir ele geçirdiğinde, sadece soyluların şatolarının olduğu imar edilmemiş bir bölgeyle karşılaşmış. Ardından Osmanlı buranın stratejik önemini kavramış, imar faaliyetleri artırılarak sürdürülmüş ve  Avrupa’da Osmanlı’nın kurduğu en büyük şehir olan “Saraybosna” doğmuş.

Miljacka Irmağı
Balkanların Dubrovnik ve Mostar’dan sonra en güzel şehri.Birkaç kültürün egemenliğinde kaldığı için mimari üslup ve tasarımlarla da çeşitliliğe sahip.Osmanlı ve Avusturya tipi yapılar ağırlıkta merkezde, fakat kaşığın tutamacına doğru gidildikçe Yugoslavya döneminde yapılan çok katlı, tipsiz, gri binalara da rastlıyorsunuz.Mimari ve yaşam birkaç yüz metrede bir değişebiliyor.İstanbul'u anımsatan Pera ve Fatih gibi bir mimari üslup ve kültür farkı burada da var.Ferhadiye caddesi mesela çok enteresan bu anlamda.Başçarşı ‘dan–Osmanlı imar bölgesi- çokta uzak olmayan ve devamı niteliğinde uzanıp giden bu cadde üzerinde Avusturya-Macaristan tipi binalar başlıyor ve birkaç km boyunca uzanıyor.Sizde sanki başka bir şehre girmiş gibi bir izlenime kapılıyorsunuz. Üçüncü olarak,Sırp daha 
doğrusu Çarlık Rusya mimarisine yakın kiliselerde mevcut, yalnız bunlar sivil mimaride pek söz sahibi değiller. Genellikle şehrin önemli binalarını etkilemişler denebilir genel itibariyle.


Başçarşı(Tarihi Sebil ve Hüsrev Bey Camii)
Çok güzel bir kütüphanesi var ve bu da Osmanlı döneminin eseri. Bir Sırp kendini bilmezinin Avusturya veliahttı genç Ferdinand’ı vurduğu köprünün hemen bitişinde yer alan bu enfes Kütüphane, 90’lı yıllarda patlak veren savaşta harap edilmiş Sırplar tarafından, mutluluk verici haber ise restorasyon çabalarının(!) olması. Şehrin merkezindeki Gazi Hüsrev Bey Camiside görülmeye değer. 16.yy  Sancak Beyi Hüsrev Bey tarafından yapılmış küçük ve iyi bakılmış bir yapı. Avlusunda oturarak ve taze demlenmiş 
Ferhadiye Caddesi
çaylarla yaşlı Boşnaklarla sohbet etmekte alternatifler arasında. Burada yaşadığım bir olayı anlatmadan geçmek istemiyorum. Oraya gittiğimiz günün akşamında avluda otururken, yanımıza uzun boylu, iri kıyım sarışın ve kibar bir bey yaklaştı. Öncelikle selam verdi ve Türkçe devam etti. Dilimizi pek bilmediğinden Almanca bilip bilmediğimizi sordu. Bizde İngilizce konuşabileceğimizi söyledik. Bu kibar bey ile onun baskın Alman aksanıyla İngilizce sohbete başladık. Hayat öyküsünü önümüze açık yüreklilikle serdi. Almanya’da mühendislik okumuş, uzun yıllar orada yaşamış, savaş sonrası emekli olduktan sonra anavatanına dönmüş... İngilizce kalitesinden ve 
Caddede Gece Hayatı
seriliğinden ötürü şaşkındık ve kibar beyin günümüz Türkçesiyle birikimli, çalıntı bir sözcükle entelektüel birisi olduğunun ayrımına çok geçmeden vardık. Nasyonalizmden bahsetti ve işin enteresan tarafı bu sözcüğün Almancasını söylüyor olmasıydı. Israrla bu konu üzerinde durdu. Zekice çıkarımlarıyla ve yaklaşımlarıyla Hitler ve en niyahetinde Boşnak kıyımına değindi. Bir saati aşkın süre muhabbet etmişiz kendisiyle. Hayatımda asla bu mavi gözlü, kibar ve güleç adamı unutamayacağım. Hazır bu tarz anılara girmişken, cadde üzerinde Türk olduğumuzu anlayıp bize çok sıcak davranan esnaftan bahsetmezsem bize bu samimiyeti gösteren Boşnaklara çok ayıp olur. Çay 
Sırp Ortodoks Kilisesi
ısmarlamak isteyenler, yemek teklif edenler, “we love you” ile biten sohbetler ve daha neler.Sağolsunlar. Dünyanın başka hangi ülkesinde bu denli sıcak insanlarla karşılaşırım bilmiyorum ama yakın ilgi göz yaşartacak cinstendi.

Saraybosna havalimanı şehre bir tramvay mesafesinde. Bu hatta 1885’te kurulmuş  Avusturya döneminde ve Avrupa yarımadasında ilklerden biri. Havalimanı diyorduk, evet, fazla uzak değil merkeze liman, zaten küçük bir şehirde ne kadar uzak olabilir. Konaklamadan da bahsetmem gerekli, zira oteller pahalı ve sayıları da epey az. Önceden rezerve etmekte fayda var. Tatil kitapçığı havasına dönmekten kurtulmak için kendi 
Başçarşı
gözlemlerim ışığında devam edeyim en iyisi, ipin ucu kaçıyor çünkü.Kütüphane demiştik, köprüyü ve camii de laf arasında iliştirmiştim. Hıristiyan unsurlara gelince, Sırp Ortodoks kilisesi de görülmeye değer, bahsettiğim caddenin tam ortasında yer alan bu muazzam yapı, özellikle geceleri ışıklandırıldığında mükemmel bir görselliğe bürünüyor. Diğer bir önemli kilisede Miljacka nehrinin yukarısında ve rakım olarak daha yüksekte yer alan Saint Antony Fransız Kilisesi. Bordo  renge boyanmış ve benim bilgilerine bakmayı unuttuğum çok güzel bir Katolik Kilisesi. Sinagog da varmış şehirde İstanbul’a döndükten sonra duyduk var olduğunu. Şu kadar bir bilgi verebilirim. Zamanında epey Yahudi de yaşamış bu 
Kaleden Gece Görünüm
topraklarda ve hala da az da olsa varlar.Çoğu  savaş öncesinde terk etmiş bu Bosna'yı.  Meydandaki sebilden bahsetmeli laf arasında.16 yy’da yapılmış o da yanlış anımsamıyorsam ve ahşaptan inşa edilmiş. Bizim III. Ahmet gibi bir şey düşünmeyin, fakat gürül gürül akan tatlı Saraybosna suyunun tadının da hakkını yemeyeyim. Bir inanca göre bu sudan içen bir daha gelirmiş Saraybosna’ya. Suya bir şey falan mı atıyorlar diye düşünmüştüm ilk duyduğumda.


Yemek yemekte sıkıntı çekmedik, giderseniz siz de pek çekmezsiniz.Başçarşının hemen her tarafında Boşnak börekçileri var. Irmak kenarında olan bir tane vardı adını unuttum şimdi.(Bir daha yanımda not defteri taşıyacağım, böyle olmayacak çünkü.) Siz siz olun sakın böreğinize kaymak(yoğurt) ilave ettirmeyin ,(Bana ne oluyorsa keyfiniz bilir.) satır kıymalısını tattım ben ve ağır geldi, beğenmedim pek. Köfte de yiyebilirsiniz Başçarşıda. Bizim Tekirdağ’ı andıran bir tadı var köftenin ve gerçekten lezzetli. Yemekten sonra bakır fincanlarda ve lokumla servis edilen kahvesini öneririm. Türk kahvesine benziyor ama daha lezzetli ve daha kıvamlı bir tadı var. Başçarşıdan kütüphane tarafına doğru yürürken yolun sol tarafında kalan -küçük- kahvehaneyi kime soransız gösterir. Kahvehanenin sahibi yaşlı bir Boşnak ve kahvesinin kokusunu daha yolun başından alabilirsiniz.


      
   Prens Ferdinand'ın Vurulduğu Köprü
Şehitlikler ve Aliya İzzetbegoviç’in anıt mezarı da Başçarşı tramvay durağının hemen üstünde. Duraktan başçarşının zıt istikametine doğru yarım kilometre kadar. Onun biraz daha yukarısında ise tepeye hakim Roma yapımı kale gözünüze çarpacaktır. Gün batımını buradan izleyin. Yalnız şansa bakın ki, bizim çıktığımız gün orada nü fotoğraf çekimleri vardı. Fotoğraf açısından kötü oldu çünkü en güzel açıyı kapmışlardı ve buna sadece üzülen bendim arkadaşlar arasında. Onlar için “şansa bak” zıt bir anlam ifade ediyordu.


Ulusal Kütüphane
Yazmayı unuttuğum epey yer ve gözlemlerim vardır eminim. Hani bana sorarsanız mutlaka gitmeniz gereken bir şehir mi diye, arada kalırım. En azından şunu gönül rahatlığıyla 
söyleyebilirim. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’da kurduğu en güzel ve en büyük şehir olan Sarajevo görülmeyi hak ediyor. Sanırım bizden önceki nesillere saygı duruşunda niteliğinde Saraybosna’yı ziyaret etmek. Gidin ve bir fincan kahvesini için.
Lafı Geçenlerin Fotoğrafları

Eski ve Yeni 











 
St.Antony Kilisenin Görünümü


Katledilenler
    
Önerdiğim Kahvehane


Boşnak Kadınları ve Gazi Hüsrev Bey Avlusu



 
St.Antony Fransız Kilisesi