21 Aralık 2011 Çarşamba

Kimseye Etmem Şikayet

Sanırım derin acıyı hiç çekmedim, evet hayat başlı başına biteviye bir ıstırap olabilir ama bunun da dereceleri var. Schopenhauer gibi düşünürsek karamsar tavırla ıstırap biz insanlar için müspettir ,(Mutluluğu ve iyiliği ise menfi görür.) fakat her ne olursa olsun her şey de olduğu gibi ıstırabında farklı evreleri var. Hissedilen pek anlatılamayan hissi evreler.

Bugün youtube’ta Ahmet Özhan videolarını şöyle bir gezinirken ne zamandır dinlemediğim Kimseye Etmem Şikâyet adlı esere rast geldim. Videoyu paylaşan kişi iyi etmiş ve videonun altına parçayla ilgili birçok bilgiyi de eklemiş.  Kemani Serkis Efendi’nin bestelediğini öğrendim, vakti zamanının entelektüel bestekârlarından biri imiş. Fakat bu kadar karamsar bir eseri bestelemesi ve güfte verebilmesi için ona bu yaşanmışlığı veren hangi olay bir türlü bulamadım internette. Sözleri ve bestesi o kadar acı verici ve size öyle bir işliyor ki, bir yaşanmışlığı kesin olmalı.

Kimseye etmem şikâyet
Ağlarım ben hâlime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbâlime

Perde-i zulmet(karanlığın perdesi) çekilmiş
Korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim(suçlu) gibi
Baktıkça istikbâlime


20 Aralık 2011 Salı

Tadımlık Avrupa Siyasi Tarihi (19.yy)

Napoleon Bonaparte (1769-1821)
Siyasi tarihe dönüp baktığımızda hiçbir zaman tek bir devletin uzun süre egemen güç olamadığını görürüz. Egemen güç olan devletin karşında biten ittifaklar sanki bir kanunmuş gibi her daim ortaya çıkar. Meydana gelen bu ittifaklar ise bir rezistans işlevi görerek egemen gücü yıpratır ve göreceli de olsa zaman içinde dengeler.


Fransız İhtilalı ile “merhaba” diyen 19 yüzyıl her anlamda modern dünya devletlerini şekillendirdi. Fransa ‘da devrim sonrası toy cumhuriyet anarşi dönemi yaşadı. Giyotinlerde dün can alanlar, yarın can verdiler. Direktuar yönetimini darbeyle alaşağı eden Napolyon ise imparatorlunu ilan ederek monarşiyi geri getirdi. Fransa’nın I.Cumhuriyet dönemi bu nedenle hiç ama hiç verimli işlemedi, fakat kokusu tüm Avrupa’yı sardı, Napolyon “fetihleriyle” yemeğin kendisini kapı kapı dolaştırdı ve böylelikle dolaylı ya da dolaysız olarak liberal hareketleri ve milliyetçiliği tüm Avrupa’ya tanıttı. (İmparatorluğunu ilan etmiş olmasına rağmen) Napolyon Prusya-İngiltere-Avusturya ve Rusya’nın neredeyse 20 sene boyunca meydana getirdiği koalisyonlarla (6 tane) mücadele etti. Avusturya’yı dize getirdiği zamanlar, Prusya’yı gerilettiği başarılı yıllar oldu ve Fransa’yı öyle bir ihtiras ve özgüvenle arkasından sürükledi ki, Moskova’ya kadar ilerleyebildi. Napolyon kesinlikle iyi bir diplomat değildi, çözümü her zaman savaşta arıyordu, onun bu tavrı takınmasında diğer Avrupa ülkelerinin pişmekte olan aşa su katma niyetlerinin rolü vardı, ama Napolyon yalnızdı ve bu yalnızlık onun sonunu hazırladı. 

Metternich (1773-1859)        
Napolyon’un Elbe’ye tatile çıkması ve 1815 Viyana kongresiyle muhafazakâr ve mutlakıyetçi Metternich’in eseri olan ”Metternich Müdahale Sistemi” dönemi başlamış oldu. Metternich Avusturya İmparatorluğunun başbakanıydı ve uzun süre 1848 ihtilallarına kadar da görevde kalmış başarılı bir dış politikacaydı. Gerek Germen Konfederasyonu ve İtalya’nın birleşmemesi için yaptığı hamlelerdeki başarısı, gerekse hürriyetçilik akımlarının tüm Avrupa’da dizginlemesi için oluşturduğu dörtlü ittifak göz önüne alınırsa siyasal başarısını daha iyi anlamış oluruz. Metternich’i bir supaba benzetsek yanlış olmaz. 1830 ihtilallarının Belçika ve Fransa hariç başarısız olması yine onun müdahale sisteminin eseridir. Metternich’in bu politikasının sonunu hazırlayan gelişme ise milliyetçi nitelikteki 1848 ihtilallarıdır. Metternich 1848 ihtilalının rüzgârının çok kuvvetli olacağının farkındaydı, 1847 Ekiminde Viyana’daki Prusya elçisine “Ben eski bir doktorum. Geçici hastalıklarla, öldürücü hastalıkları birbirinden ayırmasını bilirim. Fakat bu sefer, bu sonuncu hastalıkla karşı karşıyayız.” Diyerek aslında geleceği öngörmüştü ve haklıydı. Sonunda Avusturya’da meydana gelen 1848 ihtilalınında koltuğunu bırakarak İngiltere’ye gitti.

Metternich sonrası 1848’de bastırılmış gibi gözüken milli birlik hareketleri 1870-1871 senelerinde Fransa-Avusturya ile savaşların ertesinde (Almanya üç gücün karşısına çıktı sırasıyla Danimarka, Avusturya ve Fransa, İtalya ise III.Napolyon'un (Cavour'u ve daha doğrusu Piyomenteyi desteklemek için)  Avusturya ile savaşı ertesinde birleşme yolunda birkaç bölge -ki onlarda Venedik ve Roma- hariç çok büyük adımlar attı.) 2 önemli gücün doğmasına kapı araladı; Alman İmparatorluğu ve İtalya. Bu milli birliklerden önce Avrupa Rusya’yı Kırım Harbiyle dizginlemiş ve Louis Philippe döneminde başlayan İngiltere-Fransa yakınlaşması Mısır üzerindeki çıkar münasebetleri dolayısıyla yine bozulmuştu.Bu ilişkilerin bozulmasının ana nedeniyse uzak-doğudaki çıkar çatışmalarıydı. Bir de 1882 senesinde İngiltere'nin Mısır'ı himaye altına alması bu ilişkilerin daha da yıpranmasını yol açtı. Fransa-İngiltere arasındaki ilişkilerin onarılması 20.yüzyıla kalacak bir olaydır.   

Otto von Bismarck (1815-1898)
1875 senesine gelindiğinde ise 1871'deki büyük galibiyetin itici gücüyle ve Bismarck’ın tek kelimeyle diplomasi sanatıyla inşa ettiği Alman üstünlük döneminin başladığına şahit oluruz. Fransa’yı milli birlik öncesinde Sedan’da mağlup eden Bismarck 1872’de milli birliğin teşkil edilmesinden bir yıl sonra Rusya-Avusturya ile oluşturduğu birinci üç imparatorlar ligi bu dönemin ilk önemli adımı, deyim yerindeyse giriş biletidir. Bu siyasi üstünlük dönemi 1894 Rus-Fransız İttifakına kadar sürecek, bu ikili ittifak Avrupa dengesini yeniden tahsis edecektir. Bu arada Britanya İmparatorluğunun Hindistan'da ve güney-doğu Asya'daki tartışmasız üstünlüğü  ve Rusya’yı Orta Asya’da dizginlemesi ile kıtada o kadar baskın olmasa da dünyanın geri kalan herhangi bir bölgesinde süper güç olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Nitekim 20. Yüzyıla girilirken Rusya ile kurduğu ittifaklar ile Avrupa’da da egemen güç Britanya olacaktır. Birinci Dünya Savaşından sonra bunu daha da pekiştiren galip İngiltere bu üstünlüğü Hitler iktidarına kadar sürdürecek, 2. Dünya Savaşından sonra ise yükselen iki kutup olan ABD ile Sovyet Rusya’nın gerisinde yerini alacaktır.


18 Aralık 2011 Pazar

Yeni Bir Dönem İçin Irak ya da Irak İçin Yeni Bir Dönem

“Son ABD askerleri de Irak'tan ayrıldı.”
Bu başlık bugün Irak’tan ayrılan Amerikan ordusu ve Amerika’nın Irak bilançosu üzerine BBC Türkçede yayınlanan bir habere ait. Her ne olursa olsun mutluluk verici bir çekilme ve 8 yıllık bir işgal dönemini de nihayetine erdirdi.

Ramzi Haidar—AFP/Getty Images
Hatırlıyorum 2003 senesinin martında doğum günüme birkaç gün kala, evimde televizyonun karşısında izlemiştim haberleri. Gökyüzünü aydınlatan mermiler, yanan binalar bana bir film karesini anımsatmıştı. Tüm bunlar olurken, bize okullarda kardeşlik, barış ve insanlık dersleri verilirken 12 yaşında saf zihniyetle, her şeyden bir haber, daha yeni yeni çizgi film döneminden sıyrılmaya başlamış bir çocuktum ve Irak savaşı bizim için dünyanın anlattıkları gibi bir yer olmadığının ilk gözle görülür siyasi ispatıydı.

İnanıyorum benim yaşıtlarım için Irak’a müdahale ya da işgal her ne derseniz deyin kanıksanılmış bir olaydı. Irakta patlama olduğuysa bu normaldi, orada insanlar “ölebilirdi.” ABD ile “komşu” olduğumuz bu sekiz senede Irak komşumuz olmasına rağmen bana ve yaşıtlarıma çok uzaktı. Çünkü biz İstanbul’un çarpık binalarının ve dünyadan izole yaşantısının içerisinde Irak’ın adını sadece kan ve savaş ile duyuyorduk, bu sürekli olduğu içinde algılarımız buna alışıyor ve artık hissedilmiyordu.

Az önceki paragrafta görülen geçmiş zaman takısını kullanmamın sebebi artık her şey değiştiği için değil, değişmesini umduğum için kullandığım bir kipti. Yeni yıla girmeye az bir zaman kala, istikrarsızlığın kanıksandığı ve “kader” kabul edildiği, televizyonlarda ellerinde M-16’lı ABD askerlerinin New York’taki bir polis gibi dolaştığı ve bunu hak gördüğü, eğreti ya da uydurulmuş demokrasi ile baş başa bırakılan Irak’ın artık rahata, sükûta ermesini istiyorum. Tamam, Irak zengin, görece üstün  refaha  sahip bir  ülke olmasın ama sükût olsun. Umarım ABD’nin kaçmasından sonra yeni bir işgal ortamını yaratacak sivri liderler başa gelmez. Yeni Saddamlara ihtiyacı yok Irak’ın, Batı ile oynamayı bilen ve bunu İran’ı da unutmadan yapabilen, mezhep çatışmalarını alevlendirmeyecek zeki bir lider lazım sadece. Böyle biri çıkar mı bilemem ama Irak için her ne olursa olsun yeni bir dönem başlıyor ve umarım bu yeni dönem yeni bir savaşa gebe olmaz. 

11 Aralık 2011 Pazar

Neo-kullar ve Türkiye Medyasının Demokrasi Anlayışsızlığı

Demokrasi bize eğreti geldi, Avrupa’nın her bölgesinde toplumlar hürriyetçilik için ayaklanırken Osmanlı’da tebaa sessizdi. Kimse sesini yükseltmedi, milliyetçi nitelikteki Yunan, Sırp ayaklanmalarını ve bağımsızlıklarını saymazsak Türk ya da Müslüman kitlelerden en azından meşruti bir yönetim için talep bile görülmedi. Osmanlı devleti Avrupa’nın Hıristiyan cemaati üzerindeki etkisini kırmak ya da oynadığı diplomasi oyunlarını bozmamak, kuvvetlendirmek için Tanzimat ve Islahat fermanlarını ilan etmesi haricinde –ki bu tepeden bir “lütuf” nazarıyla gerçekleşti- kişisel hak ve özgürlüklerin nispeten genişletilmesi dışında da bir şey yapılmadı. (İttihat ve Terakki baskısıyla ilan edilen I ve II. Meşrutiyetleri saymazsak.)

Türk toplumu hiçbir süreçte Batı’da eğitim almış elit zümresi dışında demokrasi talebinde bulunmadı. Çünkü yüzyıllardır zihniyetlere sinmiş “kulluk” kabulüne sahipti. Kulluk sana bakana ve senden güçlü olana yapılan hizmetler bütünüdür. Her şeyi “kulluk yapılan” ,”kulluk yapana” lütfeder. O da isterse yapar,  istemezse yapmaz. İşte Osmanlı’da teokratik mutlakıyet bunu tebaasının genlerine öyle bir işledi ki, bugün bile bundan sıyrılamıyoruz.

Demokrasinin olmazsa olmazı olan özgür ve bağımsız medya bugün bile bunu açısını çekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tepeden devrim ile kurulmasının ertesinde güce tapınma medyamızda görülen en büyük kronik rahatsızlık. Medyanın güce değil, demokrasiye tapması beklenirken, Türkiye medyası kurulduğu günden bu yana güçlü olan erke taptı. 2000’li yıllara kadar bu odak askeriyeydi. Siyasi ve demokratik açıdan olgun bir pozisyona kavuşamayan Türkiye Cumhuriyeti için askeriye tek güçlü ve “hakiki” kurumdu. İstenirse cunta ile devrimler yapılabilir, istenirse Cumhurbaşkanları bile tehdit edilebilirdi. Güçlü olan askeriye olduğuna göre medya ona yarandı, yaltaklandı. Demokratik bilinci hiçbir zaman sindirememiş, Osmanlı’nın bıraktığı “kulluk” sendromununu üzerinden atamamış, Türkiye ya da Osmanlı’nın Anadolu’da kalmış tebaasının torunları alışık olduğu şeyi yaparak “lütuf” bekledi, demokrasiye darbeler meydana geldiğinde haklı görenler oldu, nitekim bunlar Türk Ordusunun görevi olarak görülmüştü ve onlar da lütfettiler. Ak Parti iktidarının askeriyeyi sindirerek “güçlü” bir iktidarı devreye sokmasından sonra bu sefer neo-kullar yeni güç odağına dönmeye başladılar.

Sivil iradenin kuvvetlenmesi çok önemlidir ve demokratik toplumlar Türkiye’deki gibi bir militarist zihniyette olmadıkları için muhalefet kanadı ile iktidar birlikte sivil iradeyi zinde tutarlar. Türkiye halen bu demokrasi dışı yapıyı savunan CHP ile sivil iktidarı vaat ederek  tek başına güç oluşturan bir yapının ortasında kalmış durumda ve medya buna yani güç pusulasının gösterdiği yöne göre tavrını takınıyor. Muhalefetin bu tutumu ve iktidarın gerçek bir sivil muhalefet bulunmaması dolayısıyla  gücü eline toplaması meydanın da gözünden kaçmıyor tabi. Özellikle bu sefer güçlenen sivil iradenin yasama ve yargı organlarına sızması medya pusulanın ibresinin yönünü kesinleştiriyor, medyacı kullar güce koşuyor.

Demokrasinin ancak sivil bir irade  ve kulluk sendromundan sıyrılma ile gerçekleşebileceği çok net. Türk insanın bu bilinci hazmetmesi ise daha kaç yıl alır bilemiyorum. Medyanın bile bu tutumu henüz alamadığını, bir kesimin umutla askeriyeye sarılması, diğer geniş kesiminse terazide ağırlık kazanmış olan iktidara yaranmaya çalışması gayet güzel gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti bu kulluk “bilinçsizliğini” yok etmek  için kendi içinde bir evrim geçirmezse de bir taraftan halk, diğer taraftan  medya  bunu sürdürecek ne yazık ki.  Demokrasi bir lütuf değil, yaşamak gibi doğal bir haktır düsturuna vakıf olabilecek miyiz acaba?

9 Aralık 2011 Cuma

Gidiş-At

Ellerim Kirli David!
Avrupa’da ekonomik krizlerin faşist rejimler doğurabildiğine şahit olduk, ekonomisi rayında gittiği sürece de olmayacağını düşünerek avunduk, avunuyoruz. İspanya, İtalya, Yunanistan ve İrlanda’da mali krizin etkileri bugün iktidar değişikliklerine, görevden istifalara kapı araladı. Fransa’da ve Almanya’da da ırkçı ve aşırı muhafazakâr kesimin gittikçe güç kazanarak iktidarı aşındırmaya başladığının da farkındayız. Avrupa Birliği dağılmanın belirtilerini çoktan vermeye başladı, yükü sırtlayanların terlerini silerek haklı sitemleri ve İngiltere’nin her zaman ki “özel” konumu artık göze iyice batıyor. Güçlenen Rusya faktörünü de unutmamak lazım, Suriye konusundaki sert tavırlarını ve İsrail’i “uyaran” demeçlerle daha çok karşılaşır olduk. Son Rusya seçimleri üzerine Hilary Clinton’ın yaptığı yorumlar aslında bu gergin havanın bir sonucu. ABD, artık iyice güçlenen ve meşruiyet elde eden Putin iktidarını yıpratmanın yollarını arıyor. Rusya füze kalkanının İran ve kendisine yöneltilmiş olduğunun da ayrıdında. Türkiye ise bu gittikçe sertleşen iklimde ABD için önemli bir müttefik ve Suriye’nin arkasında ağabey olan İran ile örtülü bir çatışmanın içinde. Suriye ve Arap ülkeleri üzerindeki Türkiye baskısını ve nüfusunu ABD’nin bir “oyunu” olarak algılayan İran, Rusya gibi füze kalkanı projesinin tehdit ettiği başat ülke konumunda. İsrail-Türkiye çatışması ise NATO içerisinde geçmişte meydana gelen Türk-Yunan Kıbrıs sorununu hatırlatıyor. ABD iki önemli müttefikinin çatışmasını önlemek için enerji harcıyor ve zaman kaybediyor. İkili manevralarla sorunu gömme ya da unutturma peşinde. Gazze sorununa insani bir yaklaşım getiren Türkiye ise İsrail’in PKK ile olan ilişkisinin bilincinde ve gerginliği tırmandırmasının arka planında Gazze’den ziyade PKK desteği söz konusu.( Bu nedenle gerginliğin bilinçli olarak gündemde tutulduğu kanaatindeyim.) Açıkça dillendiremediğiniz temel büyük sorunun- bir anlamda- tavrını çok daha kolay açıklayabileceğiniz başka insani ve “köklü” bir soruna yansıtmak Türkiye’nin şu anda izlediği yöntem ve Türkiye bu bilinçle hareket ediyor.

Bakalım “başbakan zaman” ne söyleyecek.

2 Aralık 2011 Cuma

Zihinsel Özgürlük

Kendimi en azından bir konuda eğitmenin verdiği kıvancı yaşıyorum. O da şu ki, okumadan değerlendirmemek ve görmeden yargıda bulunmamak.

Geçenlerde- kişinin adını vermeyeyim- tatlı bir sohbet ortamında arkadaşlaydık. Bu arkadaşım bir yazar hakkında konuşmaya başladı, ama o kadar kendinden emin ve inandırıcıydı ki, konuşmasını sonuna kadar dinledim, zannettiğim onun bu yazarın tüm kitaplarını okuduğu ve ondan çıkarımlarını sunduğuydu.  Bir zaman konuşması bitti ve ben ona lafın gelişi biraz da muhabbeti derinleştirmek için hangilerini okuduğunu sordum, . Aldığım yanıt ürperticiydi. “Hiçbirini”

Hiçbir kitabını okumadığı ve hiçbir fikrinin olmadığı bir yazar hakkında nasıl oluyordu da bu kadar atıp tutabiliyordu. İrkildim ve onun adına üzüldüm, çünkü çok büyük bir uçurumun eşiğindeydi.

Medya’yı takip etmeliyiz, fakat şunu da unutmamalıyız, medyada kanı oluşturan ve yargılayan yine insan, yani biz bir gazetede, televizyonda şu ya da bu köşe yazarının veya genel yayın yönetmeninin bize “sunduklarını” okuyoruz, izliyoruz. Her ne olursa olsun kalın ya da ince bir süzgeçten geçirilmiş şeyler bunlar. 

Sorgulama ve gerçekten inceleyerek sorgulama yeteneğinden mahrum kaldığımızda bunun sonuçları çok ağır olur. Toplumda ortak kanılar oluşur, oluşacaktır. Fakat eğer insan düşünebiliyorsa, kimi zaman bu sel karşısında durup, nereye gidiyoruz diye de sormalıdır. “Arap Baharı”nın yaşandığı geçen aylarda, genel kanının aksine bunun gerçekten bir bahar mı olduğunu sorabilen ya da kitabında Ermeni mevzusu hakkında bir şeyler söyleyen bir yazarın toplum tarafından yargılanıp “asıldığında” dur kardeşim bir okuyalım diyebilen insan gerçekten hürdür. Çünkü bedensel özgürlükten daha da önemli olan bir şey varsa o da zihinsel özgürlüktür.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Mavi Göz

Robotlarda özellikle terci ediliyor.

Mavi göz bir zekâ göstergesi midir? Gerçekten mavi gözlü insanlar zeka ve kabiliyet niteliklerinde üstün vasıflara mı sahip? Medyadaki kullanımları gizli bir ırkçılığın göz ardı edilen yansımaları mı, yoksa sadece alışılagelmiş bir farkındasızlık mı?

Avrupa’da kuzey ve kuzeybatı ülkelerinde insanların genele oranla büyük bir kısmının mavi gözlü olduğunu biliriz. Sanırım çevre koşullarının genler üzerindeki etkisi bu. Yani öyle bir üstün özellik değil, doğal bir sonuç. Fakat sizinde dikkatinizi çekmiş olmalı, nerede üstün-zeki bir form canlandırılsa  tüm bunların gözleri mavi renkte oluyor. Filmlerde, güvenlik programlarında vb. Kimilerinin bunu bilinçli yaptığına şüphe yok, bazılarında ise süregelen bir alışkanlık.

Ben Robot Filminden Zeki Bir Robot.
Avrupa’nın geniş bir kısmında özellikle görülen mavi göz renginin kullanımından yazının başında da işaret ettiğim gibi ırkçı bir bakış açısını hemen okuyabiliriz. Irkçılık illetini vakti zamanında en iyi temsil eden batı medeniyetinde bu temsil yıllarının izlerini ve kokusunu şimdi bile duymak ürküntü verici. Liberalizme fikir babalığı etmiş, insanlığı tüm disiplinlerde ileri götürmüş ve doğuşunu Rönesans’ın hümanizmden almış Avrupa’da görülmesi ise daha da bir enteresan. Şunu da unutmamak gerekir, ırkçılığı teorik anlamda terimselleştiren ve pratiğe döken de yine aynı Avrupa. Çünkü günün birinde birileri “bu kadar hizmet edenler biziz ve biz demek ki diğerlerinden daha ileriyiz ve üstünüz” diye düşünmüş -düşünüyor-  olmalı ki hala bu illet sürsün, sürdürülsün, gizli bir ırkçılığın tohumları medyanın elemanlarına halen enjekte edilsin.

Mavi göz kullanılmasın demiyorum, yalnızca hep bunun bu şekilde göze sokulmasına itirazım var. Farkındalık geliştirmek için karaladığım bu yazıyı okuyan mavi gözlü insanlar alınmasın, tabi ki kullanılsın o da ama bu altyazı ile değil.

22 Kasım 2011 Salı

Mutlu Çağlar Değil Mutlu Anlar Mı Vardır?

Mutlu Çağlar Değil, Mutlu Anlar Vardır. (J.Berger)

İnsanlar yaşarlar, birer özel nesneymiş gibi ve bu his bu özel olma hissi onlara yaşama arzusu verir. Herkes öyle ya da böyle kendini yaşamın odak noktasına koyar, bu sayede oluşan egolarını ve iradesini tatmin için kedinin ipi takip etmesi gibi kovalar, kovalar, yakalar ve yine kovalar. Arzularının eseri olan insan istedikçe doymaz, doydukça ister ister, ta ki mezara kadar.

Bu insan topluluklarını yöneten insanlar vardır ve bunlar bu kişisel istençlerin arasına kolektif istekleri de sokmak isterler. Kişiselin faydasızlığı ve devamı devletler için bir şey ifade etmez. Ortak olarak yaratılan bu toplumsal istençler, gün gelir bireysellikleri alt eder. İnsanlar kendileri öldükten sonra hiçbir şeye yaramayan bu ölümleriyle pisipisine mezara giderler. Siyasetin maşası ve bazen hiçbir getirisi olmayan bu askeri savaşlarda ölenleri herkes bir sayı olarak ifade eder.

Bu siyasi mekanizmalar halkının toplumunun iyiliği için insan harcarlar ve yine kendi insanlarını harcarlar. O ülke için mutlu bir çağ, başarılı bir dönem yaratmak için. Fakat araçlarının yine insanlar olması çok büyük bir ikilemdir. İyi bir gelecek için o ölen insanların anlarını satan almak çok doğaldır ve bunların çoğu siyasetin cilvesi olarak görülür. Tarih kitaplarında genel akışa bakıldığında neden yapıldığı bile belirsiz bu yüzlercesi kadar geçen başka bir olguya rastlamayız. Kısacası ve özü benden mutlu anlarımı satın alan ve bunun karşılığında hiçbir şey vermeyen savaşta neden öleyim. Neden öldüreyim, ben olmadıktan sonra ne fark eder. Bana mutlu anlarım lazım değil mi?

8 Kasım 2011 Salı

Es Verebilmenin Keyfiyeti

Çocukken televizyonun karşısına geçip çizgi film izlemek inanılmaz katıksız bir zevk verirdi bana. Tarif edilmesi güç bir hisle ve keyifle izlerdim. O dünyaların gerçek dünyanın bir unsuru olmadığını anlamadığım ve bu kadar realist düşünmediğim düşsel romantik çocukluk yıllarımı şimdi arıyorum ama nafile.
...

Çocukluğum için Lütfen Sağdan
Büyüklerin neden –numara yaparak- çocuklarını yanlarına alıp animasyon filmlerine gittiklerini şimdi daha iyi anlıyorum, çünkü hepimizin bunlara yaşımız her ne olursa olsun ihtiyacı var. Bir an “gerçek” hayata olmadığı gibi bakmamızı sağlayan bu romantik, düşsel ve saf yapımları arzuluyoruz ve hepimiz her an etrafımızı kuşatan reel hayatın bombardımanından sıyrılıp, çocukluğumuzda televizyonun karşısına oturup izlediğimiz bu tarz yapımların sığınaklarına sığınıyoruz. Kim bilir bunu belki bilinçsiz olarak yapıyoruz, çocukluğumuzu bize hatırlatmasından haz duyduğumuz için ya da sahiden istiyoruz ve bu yapımları büyüdükçe önlemeyen çocukluk duygularımızı doyurmak niyetiyle takip ediyoruz. Bazen de sadece bir anlık es verebilmenin keyfiyeti için, kim bilir. 

Bu akşam PIXAR’ın Car 2 animasyon filmini izledim. Son birkaç aydır bu kadar eğlendiğim başka bir yapım hatırlamıyorum. Güldüm, sevindim ve çocukken güldüğüm gibi titreyerek gülemesem de bunu denedim, bir an için o katıksız haz yıllarını anımsadım ve bu anıların maneviyatıyla beslendim. Kan görmedim, hiçbir pornografik unsura ya da şiddet öğesine maruz kalmadım, komedinin sekse endekslendiği basit “şakalara” da rastlamadım. Sadece safça ve düşünülerek yapılan, hepimizin aslında bildiği ve reel hayatın bize unutturmaya çalıştığı insani değerleri işleyen şık esprilerle dolu birkaç çocuksu saat geçirdim. İtiraf etmeliyim ki kendimi rahatlamış ve dingin hissediyorum. Birazdan yattığımda çocukken olduğu gibi tatlı tatlı uyumak ve o romantik rüyalarımı görmek istiyorum. Çocukken (ki pek uzak değil daha 20 yaşındayım) büyümek isterdim, büyüyünce her şeyin daha iyi olacağını zannederdim. Fakat şunu da çok geçmeden anladım. Aslında yaşlandıkça her şey daha kötüye gidiyor. Edindiğimiz deneyimlerimizin ve bilgilerimizin oluşturduğu görece realist evrenimizin tekdüzeliği ve düş kaldırmazlığının kıskaçları boğazımı sıkarak bizi sonlarımıza doğru itiyor. Bu kıskaçları biraz da olsa gevşeten ve derinden çocuksu bir nefes almamızı sağlayanlara minnet borçluyuz.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Ucuz ve Ayaküstü Sanat

Ucuz sanat, elitist sanat galerilerinin uzağında sadece amaca yönelmiş ucuz sanat. Rol yapmak yok, zahiri entelektüel tavır yok. Sadece bir şeyler anlatabilmek ve reklam yapmadan dikkat çekmek var. Ne kadar samimi ve “gerçek” amaca yönelik.

Sanat galerilerini takip etmek gerekir. Zordur bu ve sürekli takip işidir.Takip edenlerden bazıları sadece reklam için gider buralara, “ben de gittim” diyebilmek için, kimileri ise gerçek manada özümseyerek takip eder. Ama şurası da bir gerçektir ki, genel endekslendiğinde yine de "her ne amaçla olsun" gidenlerin sayısı gitmeyenlerin yanında neredeyse hiçtir. Siz bu hiçliğin sebebini sorduğunuzda gitmeyenler, gidemediklerini(!) söyleyeceklerdir ve iki önemli bahane sunacaklardır size, zaman ve para.

Fakat siz onlara ücretsiz müzelerin ve sergi salonlarının da olduğunu söylediğinizde, bu sefer diğer bahaneye sarılacaklardır zaman. İşte bu aralar Taksim Metrosundaki  “Son 60 Yılın En Büyük Kuraklığı-Somali” sergisi onların bu zaman bahanelerini bile alaşağı edecek bir panzehir.15 Ekim’de açılan sergi yolcu aktarımların olduğu Taksim Metrosu tünellerinde. Yürüyen zeminin her iki yanında konuşlandırılmış  fotoğraflar geçmekte olan –ve tabi bakan- insanlara hoş ve akılda kalıcı bir sergi deneyimi sunuyor.

Sergi Sabah gazetesinin sponsorluğunda foto muhabiri Emin Özmen’e ait. Epey fotoğraf var ve yüksek kalite baskıyla ve metronun kendine has iyi ışıklandırılması altında güzel düzenlenmiş. Aradaki reklam afişleri haricinde konu bütünlüğünü etkileyen herhangi bir dikkat dağıtıcı unsur yok. Fakat o reklamların da kaldırılması gerekirdi diye düşünüyorum. Somali’de açlık ve kuraklığı anlatan iyi bir çalışmanın yanında bilmem ne markasının reklamının olması dünyadaki ikilemleri ve zıtları iyi anlatıyor yalnız serginin vuruculuğunu gölgeliyor.  Serginin amacı bu olmadığını göre dikkat edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. 

Bu tarz sergiler alkışlanmalı, sanatı kolay ulaşılabilir ve takip edilebilir bir düzeye indirerek, yaşamın içine gayret sarf etmeden enjekte ediyor. Metroda ilerlerken karşınıza çıkan Somali sergisi size gün boyu, farkında olmadan da olsa sanatsal bir aktivitenin imkanlarını sunuyor. Eğer siz biraz daha meraklıysanız yürüyen zeminde ilerlemeyerek ve fotoğraf altı yazılarını okuyarak 50’yi aşkın fotoğrafı teker teker izleyebiliyorsunuz.



Gelelim sanatçının fotoğraflarına. Anlatımları yapmacık değil, yani fotoğraflarında herhangi acındırma ya da küçük düşürmenin izi yok, duru ve iyi harmanlaşmış bir üslubu var Emin Özmen’in.Bu nedenle değerli bir çalışma.Özellikle bazı fotoğrafları var ki, karşısında birkaç dakika tutuyor insanı. Genç bir fotoğraf sanatçısı ve temmuz ayında sadece bir ay gibi bir sürede önceden plan edilmiş bu kadar başarılı bir sergi ortaya çıkarması, Türkiye foto muhabirliği ve sanatı için özgüven ve mutluluk verici.Ayrıca sanatçının izole ve elitist sanat galerileri yerine bir metro istasyonunu seçmesi, gerçek anlamda amacına kilitlendiğinin ve maddi beklentileri gözden çıkararak bir şeyler anlatabilmek için çabaladığının en açık kanıtı.Yolunuz düşerse, düşmese bile Taksim’e uğradığınızda inin görün, çünkü iki önemli bahanemizi ortadan kaldırıyor bu sergi.

+Fotoğraflar bana aittir.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Rehber

Notlarım

Esad ve rejimi dayanacak burası kesin ama nereye kadar işte tüm soru ve sorun aslında bu nokta. Kanaatimce BAAS iktidarının düşmesi Türkiye’nin menfaatine. Eğer böyle bir şey olursa Kürt kartını her zaman bize bir tehdit unsuru olarak sunan bu rejim düşerse ve Suriye’de seçimlerde Türkiye yanlısı bir politikaya (Tunus gibi) yönlendirilebilecek, güç dengesini iyi kuramamış ve yardım arayan bir iktidar gelirse bu gelişmelerin hepsi Türkiye lehine  olacak. (Gencer Özcan'ın da yorumları bu paralelde oldu.Sorduğum soruya "Ne geleceğini bilmeden erken konuşuruz ama Türkiye her zaman demokratik ve sabit görüşe sahip olmayan bir Arap ülkesiyle daha iyi geçinir." cevabını verdi. )

Kaddafi öldürüldü. Gelecekte, yani yakın gelecekte Libya daha mı mutlu olacak? Hayır. Ülkede demokrasi kültürü hemen hiç yok. Zannediyorum yeni bir dikta rejimi yakın. Belki baskıcı bir şeriat rejimi kurulabilir.(Altta eklediğim video bu aralar sosyal medyada çok revaçta ve gerçekten dikkat çekici.Acaba tüm dünya basını ile birlikte bizim basınımızda bir galeyana mı geldi? )

Van depreminin önemi yani siyasi açıdan önemini kavrayamamış gazeteci müsvettelerinin yaptığı bölücü yorumları okuyoruz, görüyoruz. Emin olun ki, PKK’dan hiçbir farkları yok bölücü söylem konusunda.

Tunus’u her anlamda kutluyorum ve umarım yeni ve huzurlu bir gelecek onların olur.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Dikta Siyasetinin Matematiği

Artık matematiksel bir formül gibi hep aynı sonucu veriyor. Uzun yıllar dikta edenler gün geliyor dikta ettiklerinin ellerinde hiç oluyor ya da kendi elleriyle kendilerini boğazlıyor. Çok azı “huzur” içinde ölüyor, öldükten sonra kendi halkı uğursuz bir sözcükmüş gibi asla onun adını ağzına almıyor, ağızlarda küfür oluyor, unutulması gereken acı bir hatıra gibi tozlu rafların altına itiliyor.Zihinlerde acı bir hatıra şeklini alıyor.

Kimdi bu insanlar? Zalimlikleri, diktaları ve baskılarıyla kimlere zulüm ettiler ve sonları nasıl oldu?

Benito Mussolini (1883-1945)
Mussolini güçsüz, siyasi birliğini bile yeni tamamlamış, baskı ve kurtlar sofrasındaki İtalya’nın Forli şehrinde doğdu. Başarılı bir öğrenci değildi fakat siyasi bilimlere ilgisi vardı, okurdu. Önceleri gençliğinde sosyalizme ilgi duydu, bunun üzerine yazdı, çizdi.Kısa bir süre sonra çalıştığı  gazetenin baş yazarı oldu. Savaştan sonra ise Faşizme yöneldi ve iktidarı kısa bir süre içinde tehdit ve şantajla ele geçirdi. 20.Yüzyılın en büyük diktatörlerinden biri doğuyordu.

Söylevde Mussolini
Diktatörlerin hemen hepsinde bulunan narsisizme Benito'da yakalanmıştı fakat  karşıt gruplara baskı yapmasına rağmen ülkeyi gerçek anlamda kalkındırdı. Zaten geniş halk kitlelerinin gözünü başarı ile boyayarak ve gelecek vaat ederek yükselmek, nüfuz elde etmek şimdi olduğu gibi o zamanlarda da bir diktatörün ana silahıydı. Nitekim Mussolini bunu kullanmakta çok başarılıydı. İşsizlik ülkede azaldı, enflasyon düştü, ülkeyi otobanlarla ve demir ağlarla ördü. Fakat tüm bunları yaparken sansür ve manipülasyon gerek basın gerekse devlet kurumları üzerinde had safhadaydı. İtalyan halkının geniş kitleleri “Para geliyorsa ses çıkarmayalım” düsturuyla onu desteklemeye ve yaptığı faşist söylevleri dinlemek için kitleler halinde sokaklara dökülmeye devam etti tüm bunlara rağmen. Güzel bir ifadeyle“Mussolini halkın kadehini zafer ve ünle dolduruyordu.”Kadeh doluyorsa sıkıntı yoktu İtalya için. Bunun doğurduğu özgüven ve iştahla siyaset sofrasına oturdu Benito vakit kaybetmeden, ülkesinin dışında ün ve itibar için sıra gelmişti artık  ve göz göre göre Etiyopya’yı işgal etti 1936'da.Adriyatik'in karşısına da el attı veBalkanlarda bilhassa Arnavutluk üzerinde nüfus elde etmeyi başardı.”Büyük Roma yeniden doğuyor”du.

Bruno'nun Evlilik Töreninde(LİFE)
  Her çıkışın bir inişi vardır. Mussoli’nin şişesindeki zafer ve ün şarabının bitmeye ve geniş halk kitlelerinin kem küm etmeye başlaması Libya savaşı neticesinde had safhaya çıktı. Şanlı ve Büyük Roma 120.000 kişilik ordusuyla ondan nicelik bakımından çok daha zayıf İngiltere karşısında büyük ve utanç dolu bir yenilgi almıştı. Şişenin dibi gözükmeye Mussolini için ayrılık rüzgârları esmeye başlamıştı. Karşıt gruplar yuvalarından başlarını daha çok çıkarmaya başladılar. Büyük bir itibar ve onur kaybeden Mussolini İtalyası -son çare olarak- “kıçını kurtarması” için Hitlerden yardım dilendi. Hitler yardım etti Balkanlarda ve Kuzey Afrika’da “kıçını kurtardı” fakat yolun sonu gözüküyordu Duçe  için. Bindiği Almanya dalı da bir bir çökmeye başlayınca ve 1943’te Müttefikler Sicilya harekâtında başarıya ulaşınca eski sözde kral III. Emmanuel, Benito’yu görevden aldı. O da son kozunu oynamak için Almanların yardımıyla Viyana’ya kaçtı ve kendi yandaş gruplarıyla mücadeleyi bir iki yıl daha sürdürdü.

Nisan 1945 iki isim için çok hazindir. Adolf Hitler ve Benito Mussolini. En tepedeyken gözleri yaşlı izlenen, ufak bir söyleviyle halkı sarhoş eden, fakat o ortanca ilkbahar ayında, 1945’in o barut kokan Avrupa topraklarında şimdi yüzüne tükürülmeye bile gerek görülmeyen bu iki liderden Faşist olanı yağmurlu bir günde, sevgilisiyle beraber kaçarken İtalyan partizanlarca yakalandı ve kurşuna dizildi. Duvarın dibine yığılırken Benito son olarak ne geçirmişti acaba aklından? Kim bilir.

Birkaç gün sonra o ve sevgilisinin ölü bedenleri bir zamanlar Benito adına çığlıklar atılan Loreto Meydanında sallandırılıyordu. Şimdi ise çığlıklar başka sebeptendi.







Devam Edecek…

20 Ekim 2011 Perşembe

Kime Öfkelenmeli

Öfke hataları sindirmemeli, verilen canların “sözde” hesabı sorulurken yeni canların kaybedilmemesi için yapılmayan aslında apaçık cinayetlerin azmettiricisi olan eylemler göz ardı edilmemeli.

Sonuçlara odaklanıp nedenler süistimele uğratılmamalı.

Sorgulanmalı, çözümsüzlüğü çözüm saydığımız sürece sorunlar ve hatalar suratımıza çarpılacak bu unutulmamalı.

 Üretmeli, can kaybetmemek için üretmeli, insan kurtarmak için boş bir disiplinin ardına sığınılmamalı, yan gelip yatılmamalı.

Tutukluk yapan soğuk savaştan kalma piyade silahları verilmemeli mesela o çocukların ellerine, daha baştan onlar dağa sürülmemeli, bile bile ağlanmamalı sonra artlarından, boş laflar edilmemeli onlar üzerinden.

Dağların başında ikinci dünya savaşından kalma siperliklerin arasında 20’lik delikanlılar heba edilmemeli. Tüm bunlar “unutulduğunda” yürekler soğuduğunda da bir sonraki sefere bırakılmamalı bir şeyler yapmak için. 

Kısacası düşünmeli, kime öfkelenmeli?

PKK’a o şehit çocukların katili evet,  yalnız ders çıkarmayı bilmeyen bürokratik ve askeri zekâlar da en az onlar kadar suçlu, çok yazık…Öfkeleri suçlarını gizleyemiyor ne yazık ki.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fahir Armaoğlu için Üç Paragraflık Saygı Duruşu

Raflar arasında siyasi tarihi, özellikle 19 ve 20.Yüzyıl’ı kapsayacak nitelikte bir eser arıyordum. Bir ton kitap vardı ve ben açıkça söylemek gerekirse bir iki isim dışında kimseyi bilmiyordum modern siyasi tarih konusunda. Üç tane kitap seçmiştim ve eleme yoluyla istediğime en uygun olanı alacaktım. İlkini boyutlarından dolayı hemen eledim. Masa üzerinde oturarak okumamı gerektirecek ve gerçek anlamda kol kası yapmanızı sağalacak bir kitaptı bu. Bir diğerini de meseleyi sadece Avrupa perspektifinden anlattığı için eledim. Elimde Alkım yayınlarından çıkmış olan 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi adlı, Prof.Dr. Fahir Armaoğlu tarafından yazılmış uygun boyutta ve içerikte bir kitap kaldı. Kimdi Fahir Armaoğlu,  bilmiyordum. Kitabın arkasını çevirdim ve kendisiyle ilgili yazılanları okumaya başladım. Mükemmel bir kariyeri vardı. Ankara Siyasal, Minnesota, Harvard ve Stanford gözlerime inanamadım ve bilinmesi gereken bir şeyi bilmediğim anda duyduğum o iç burkucu duyguyu bir tür hayal kırıklığını yeniden duyumsadım. Nasıl dedim, nasıl adını duymam ben bu şahsiyetin, sonradan öğrendim ki siyasal tarihte duayenmiş kendisi.

Eve geldim, aldığım bir kitabı hemen okumam. Gece olmasını bekledim. Odama yayılan tatlı loş, sıcak ışık altında okumaya başladım. Yazarın üslubunun esnek ve yormayan büyüsü beni Alman Milli Birliğine kadar getirmişti. Duruluğu ve doyurucu içeriğiyle kendini okutmayı başaran kitaba ilerleyen gecelerde de devam ettim.
Siyasal tarih bir hobidir, dersle öğrenilemez ve kişisel merakın had sayfada olması gerekir. Buna da Armaoğlu vakıf olmuş olmalı ki ders kitabı havasında kesinlikle aktarmıyor. Ders değil, tarih bilimi anlatıyor, sohbet ediyormuş gibi yazıyor. Fakat belirtmeden geçemeyeceğim bir hususta kendi çıkarımlarını ve “siyasal” görüşlerini kullandığı sıfatlarla bilinçli olarak hissettiriyor yazar. Objektif evet fakat sanki arada doğrusu budur der gibi, mesela kitabın ( Yazarın iki cilt halinde 19.Yüzyıl ve 20.Yüzyıl olarak ) başında Avrupa’da filizlenen fikirleri anlattığı bölümde alenen Marx’a karşı Bernstein’i savunuyor. İlerleyen bölümlerde de Sovyet karşıtı olduğunu anlıyorsunuz.Birkaç yerde Türkiye hakkında da bu tarz çıkarımlarda bulunuyor.Ama bunların hiçbiri esere değerinden bir şey kaybettirmiyor.Çünkü tarih, yorumsuz olunca tatsız tutsuz wikipedianın sunduğu bilgiler gibi oluyor.

Söylemeden geçilmemesi gereken diğer bir noktada, yazarın Osmanlı Devletine ve Türkiye Cumhuriyetini de genişçe yer ayırması. Genelde siyasi tarih yazarları (Avrupa merkezli olanlar) Osmanlı’yı ve Türkiye’yi görmezden gelirler eserlerini kaleme alırken (Bernard Lewis hariç). Armaoğlu bu fikirden sıyrılarak özellikle Türk Dış Politikasına özel bir hassasiyet göstererek, bu iki devleti dünya siyasetinde görmezden gelinmemesi gereken bir yere konumlandırıyor. Kitap bu nedenle bu topraklarda yaşayan insanlar için de bambaşka bir önem arz ediyor.

Kitap iki cilt olarak(19 ve 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi) Alkım Yayınları tarafından yenilenmiş,  şık ve ergonomik baskısıyla okuyucuya sunuldu. Alın, okuyun derim, ilginiz olmasa bile arada kaynak olarak kullanabileceğiniz nadide bir eser ve gerçek manada büyük bir birikimin ürünü. Bugünü yorumlarken geçmişi bilmemek, boşboğazlıktan öteye gitmez. Biraz daha az boşboğazlılık yapmak için kurtarıcı bir yapıt.

Bırak Mahalleliliği Dön Twitter'a



Mahallede Feysbukhane
Fatih Balat’ın dar ve eski sokaklarında bağırarak ahaliye önemli havadisleri veren insanlar vardı. Bunların dışında mahallede günlük havadisleri kadınlar günlerde, erkeklerse işten sonraları akşamları kahve sohbetlerinde konuşurlardı. Mahallede dedikodular eksik olmaz, herkes Neriman ablanın da(Bilhassa güzel kızı hakkında bitmezdi dedikodular.), Arif beylerinde ne halde olduğunu, nelerle meşgul olduğunu bilirdi. Bazen edinilmesi zor bilgileri almak için esnaf( berberler bir tür gazetecidir hala), bazen de kapıya gelen bohçacı bulunmaz Hint kumaşıydı. İşini bilen biri beş dakika da yolunu bulur, konudan konuya atlayıp kafa karıştırır, en gizli sırları bile elde edebilirdi. Bir yeniçerinin tanıdığı olabilmekse cabası. Ocakta neler olmuş, padişah ne durumda, sikkeler nasıl kesiliyor, cülus bol mu ve daha ne istersen hepsi ayağına kadar gelirdi. Bu merak tek taraflı da değildi elbet. Gizli memurlar halkın arasına karışır onu bunu konuşturup bilgi alırlardı mahalleli hakkında. Çok nadir de olsa bazen de padişah inerdi tebaasının arasına. İletişim vazgeçilmezdi herkes için.

Şimdi mahalleli artık bıraktı bohçacıyı onu bunu. Facebook’a Twitter’a giriyor. Artık Neriman ablanın kızının ne mal olduğunu, profil resminden ve üstteki kişisel bilgiler bölümündeki “ilişkisi var” sütunundan herkes biliyor. Bohçacılar yerini bildirimlere bıraktı. Pencereye taş atıp,”Annem sizi yemeğe bekliyor” nidaları atan çocuklar görülmez oldu, sol üst köşede edimsel koşullanmanın insani deney tatbiki olan –eğer mesajınız varsa- kırmızı bir şekle bürünen mesaj bildirim butoncuğu yeterli artık. Öyle gerekte yok milletle çene çalmaya akşamları sarayda yeni havadisler ne diye. Giriyorsun sosyal medyaya şimdi, bırak senin sarayını Beyaz Saray’dakileri bile öğreniyorsun.( Clinton şanslıydı, çünkü sosyal medyanın kurucuları daha çocuktu o zamanlar, ama Obama böyle bir faaliyete girişirse, bu havadis bir saatte milyonlarca mahalleye yayılır.) Ayrıca öyle ekstra ocaktan tanıdık manıdığı da gerek yok. Takip et devlet erkânının tweetlerini, paylaşımlarını, ocağa dinleme cihazı koymuş gibi olursun. Ah bir de sosyal medyanın nimetlerinden biri de gizli memurlar sokakları arşınlamaktan vazgeçip hesaplarımızı arşınlıyorlar şimdilerde. Hepimiz kütük defterlerine işlenir gibi “rahat rahat” takip listelerine(!)alınıyoruz. Hala iletişim vazgeçilmez pek tabi. Fakat bunu daha “medeni” yollarla yapıyoruz, ilkel değiliz yani yüz yüze yerine klavye klavyeye. İşin özü şu ki: Bırak mahalleliği dön Twitter’a.

25 Eylül 2011 Pazar

Işık Hızı Mı? O da Ne?


Dünkü (24.09.2011) tarihindeki manşet tavrımız bir kez daha, kendi yarattığı acı tablosuyla Türk basının sığ bakış açısını ve vizyonu apaçık ortaya koyuyor. Bizim gazeteciler - özellikle o manşetleri hazırlayan ve hazırlattıran zihniyetler için- Ajda Pekkan’ın yeni sevgilisi,  belki de insanın hikâyesini değiştirebilecek bir buluştan daha çok yer kaplayabiliyor. Bazen de bu buluş ya da önemli bir devrim hiç yer bile bulamayabiliyor. İşte dünde buna benzer bir fiyaskoyla yeniden karşılaştık. İzafiyet teorisi fizik bilimi ve insanlık için en önemli teorilerden biri ve bunun antilenmesi gibi bir durum söz konusu. Işık hızının aşılabildiğine dair yeni bulgulara ulaşıldı ve bu bir “devrim” olabilir. Tüm dünya bunun üzerine düşünürken bizim gazeteciler vur patlasın çal oynasın durumundalar. Çok yazık ve hazin olan bu tablonun Türk basını için yeni -ve tarihinde çok olan-  bir fiyasko olduğunu belirtmekten “kıvanç” duyuyorum. Bu arada bundan sonra manşet bile yapsalar bir şey değişmez, bunu ya zorunluluktan ya da vakitsiz utançlarından dolayı yapacaklardır.

Bu arada burada iki, hadi çok küçük bir yer vermiş olan Bugün’ü de ekleyelim 3 gazeteyi tebrik ederim. İşte büyük gazetecilik başarımız.


Dünkü Tarihli Gazetesi-En Ufak Yer Bile Yok.



Her Zamanki Gibi Hükümete Giydirmekle Meşguller



Ben Göremedim  Ya Siz

Bunların Derdi de Bayan Miller


Tasarımı Bile Zaten Bir Hakaret Başlı Başına  



Radikal Manşetten Duyurmamış, Fakat Yer Verdi.Ama Neden İlk Sayfada Değil.





Yıkama Yağlamaya Devam



Zaman ve THY



Takdirlikler







Fotofinish




       +Diğerlerinden de durum hiç farklı değil Vatan, Birgün ve diğer inceleyebildiklerim de canım yandı.                                   

10 Eylül 2011 Cumartesi

Portreler 2

Yakın Dostlarla Yola Devam

















Fotoğraf 1:İbrahim Fırat
Fotoğraf 4: Oğuzhan Damgacı

.İkisine de sonsuz teşekkürler.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Portreler 1 (Ailem)

Fotoğrafta izah ne kadar azsa o kadar makbuldür.Aile portrelerimle paylaşımlarıma başlamak istiyorum.Portrede amaç kişinin ruh halini ve kişilik özelliklerini iyi betimleyebilmektir der büyük isimler.Fotoğraflanan kişinin "güzel" çıkmasından kasıt  işte tam da budur.Doğal, net ve etkileyici bir ifade yakalamak bu sebeple ana amaçtır güzel bir portre fotoğrafı için.Bakalım biz söylediklerimizi yerine getirebilmiş miyiz takdir sizlerin.

Babam Her Zaman İyi İfade Verir.



















Yukarıdan Aşağıya

Fotoğraf 1.Babam

Fotoğraf 2.Babam

Fotoğraf 3.Annem (En Değerli Tebessüm Anneminki)

Fotoğraf 4.Kızkardeşim

Fotoğraf 5.Dudaklarını bazen şöyle bükmesi yok mu, bana onu hatırlatır ve dünyada sadece o sahiptir bu tebessüme

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Özgürlükte İnecek Var.

Soljenitsin’in Anısına
                                                                                                                             
Tutuklu Kampında Soljenitsin
En azından özgür ölebilmek, en azından bu kadarı bile yeterli olacaktır benim için, en azından uyandığında mutlu olmak ve gülümsemek güneşe tüm içtenliğinle…

The Way Back filmini henüz  yeni izledim ve beynimdeki izleri  daha çok sıcakken bu yazıyı yazmak istedim. Dolduğum şevk ve duygu yoğunluğunu kaybetmemek için klavyemin başına geçtim hemen… Özgürlüğe çok değer biçtim her zaman,  bunu konu edinen romanlar, hikâyeler, filmler ve her şey beni derinden etkiledi, etkiliyor. Ölüler Evinden Anıları gözlerim yaşlı noktalamıştım. İvan Denisoviç’te ise garip bir burukla ayrılmıştım kitabın başından. The Shawshank’te özgürlük beni mest etmişti. The Way Back’te ise bu duyguların hepsini birden yeniden yaşadım tüm yoğunluğuyla içimde fırtınalar koparak.

Sovyet Rusya’nın Sibirya’ya sürdüğü birkaç  gulagın kaçış öyküsünün anlatıldığı “değerli” bir yapım The Way Back. Özgürlüklerine 4000 km yürüyen insanların her anlamda ders niteliğindeki göz yaşartan kaçış öyküsü. İnsanlığı ve her şeyden önce kendini keşfeden ya da yeniden hatırlayan insanların mükemmel yansıtılmış gerçek hikâyesi.

Mest oldum ve gecenin bir yarısında bu satırları inanın öyle bir şevkle yazıyorum ki, söyleyeceklerim ön sıraları almak için birbiriyle kavga ediyorlar. Bu kavgayı kazanan “özgürlük” her şeyin çok önünde tabi. Ardından onu “insanlık” takip ediyor ve insanlık makasla kesilmiş kağıt gibi onu oluşturan erdemlerine ayrılıyor. Hayır, konusundan fazla bahsetmeyeceğim filmin. Sadece gerçek hayatlardan uyarlandığını söylemem kâfi… Gerçekten varmış, gerçekten yaşamış bu insanlar inanılır gibi değil. Sibirya’dan Hindistan’a özgürlük peşinde koşan insan ruhları. Bedenlerini ruhları pahasına hiçe sayan bu insanları insanlığın üst sıralarında bir yerlere koymak yaraşır. Oyunculuklardan da bahsetmeyeceğim, klasik film inceleme yazılarında olduğu gibi içi boş “karakteri mükemmel oynamış” da demeyeceğim. Yazımın her zerresine sinmesini istediğim koku bu naylon kokusu değil ki benim, reklamın  naylon kokusunu def edelim gitsin en iyisi. Sinmesini istediğim koku o baş döndüren koku özgürlüğün yürek şahlandıran kokusu sadece.


Özgür olduğunu, onu kaybedince anlarsın, sağlık gibidir o da. İnsan özgür ve sağlıklı olduğunu onlara sahipken  hissetmez. Jelâtinden yapılmış kan gibidir ikisi de. İçinde dolaşır dolanır, seni besler, yaşam verir ama aktığını damarlarından çıktığında, cildini boyadığında anlarsın. Sonra fedakârlıkta vardır seni sen yapan ve hayvandan farklı kılan, nezaketten doğan, sana yürekten çok farklı bir ruhsal haz sunan. Umut vardır peşinden koştuğun, şimdiki zamanın dışında hep gelecek zamanda olan. Gelecek zaman gelse bile yine de gelecek zamanda el sallayan. Bir de bunları iyi ifade eden sanatkarlar ve onların yansımaları olan eserleri vardır.İşte The Way Back tüm bunların mükemmel bir ifadesi yalnızca.