29 Ekim 2011 Cumartesi

Ucuz ve Ayaküstü Sanat

Ucuz sanat, elitist sanat galerilerinin uzağında sadece amaca yönelmiş ucuz sanat. Rol yapmak yok, zahiri entelektüel tavır yok. Sadece bir şeyler anlatabilmek ve reklam yapmadan dikkat çekmek var. Ne kadar samimi ve “gerçek” amaca yönelik.

Sanat galerilerini takip etmek gerekir. Zordur bu ve sürekli takip işidir.Takip edenlerden bazıları sadece reklam için gider buralara, “ben de gittim” diyebilmek için, kimileri ise gerçek manada özümseyerek takip eder. Ama şurası da bir gerçektir ki, genel endekslendiğinde yine de "her ne amaçla olsun" gidenlerin sayısı gitmeyenlerin yanında neredeyse hiçtir. Siz bu hiçliğin sebebini sorduğunuzda gitmeyenler, gidemediklerini(!) söyleyeceklerdir ve iki önemli bahane sunacaklardır size, zaman ve para.

Fakat siz onlara ücretsiz müzelerin ve sergi salonlarının da olduğunu söylediğinizde, bu sefer diğer bahaneye sarılacaklardır zaman. İşte bu aralar Taksim Metrosundaki  “Son 60 Yılın En Büyük Kuraklığı-Somali” sergisi onların bu zaman bahanelerini bile alaşağı edecek bir panzehir.15 Ekim’de açılan sergi yolcu aktarımların olduğu Taksim Metrosu tünellerinde. Yürüyen zeminin her iki yanında konuşlandırılmış  fotoğraflar geçmekte olan –ve tabi bakan- insanlara hoş ve akılda kalıcı bir sergi deneyimi sunuyor.

Sergi Sabah gazetesinin sponsorluğunda foto muhabiri Emin Özmen’e ait. Epey fotoğraf var ve yüksek kalite baskıyla ve metronun kendine has iyi ışıklandırılması altında güzel düzenlenmiş. Aradaki reklam afişleri haricinde konu bütünlüğünü etkileyen herhangi bir dikkat dağıtıcı unsur yok. Fakat o reklamların da kaldırılması gerekirdi diye düşünüyorum. Somali’de açlık ve kuraklığı anlatan iyi bir çalışmanın yanında bilmem ne markasının reklamının olması dünyadaki ikilemleri ve zıtları iyi anlatıyor yalnız serginin vuruculuğunu gölgeliyor.  Serginin amacı bu olmadığını göre dikkat edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. 

Bu tarz sergiler alkışlanmalı, sanatı kolay ulaşılabilir ve takip edilebilir bir düzeye indirerek, yaşamın içine gayret sarf etmeden enjekte ediyor. Metroda ilerlerken karşınıza çıkan Somali sergisi size gün boyu, farkında olmadan da olsa sanatsal bir aktivitenin imkanlarını sunuyor. Eğer siz biraz daha meraklıysanız yürüyen zeminde ilerlemeyerek ve fotoğraf altı yazılarını okuyarak 50’yi aşkın fotoğrafı teker teker izleyebiliyorsunuz.



Gelelim sanatçının fotoğraflarına. Anlatımları yapmacık değil, yani fotoğraflarında herhangi acındırma ya da küçük düşürmenin izi yok, duru ve iyi harmanlaşmış bir üslubu var Emin Özmen’in.Bu nedenle değerli bir çalışma.Özellikle bazı fotoğrafları var ki, karşısında birkaç dakika tutuyor insanı. Genç bir fotoğraf sanatçısı ve temmuz ayında sadece bir ay gibi bir sürede önceden plan edilmiş bu kadar başarılı bir sergi ortaya çıkarması, Türkiye foto muhabirliği ve sanatı için özgüven ve mutluluk verici.Ayrıca sanatçının izole ve elitist sanat galerileri yerine bir metro istasyonunu seçmesi, gerçek anlamda amacına kilitlendiğinin ve maddi beklentileri gözden çıkararak bir şeyler anlatabilmek için çabaladığının en açık kanıtı.Yolunuz düşerse, düşmese bile Taksim’e uğradığınızda inin görün, çünkü iki önemli bahanemizi ortadan kaldırıyor bu sergi.

+Fotoğraflar bana aittir.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Rehber

Notlarım

Esad ve rejimi dayanacak burası kesin ama nereye kadar işte tüm soru ve sorun aslında bu nokta. Kanaatimce BAAS iktidarının düşmesi Türkiye’nin menfaatine. Eğer böyle bir şey olursa Kürt kartını her zaman bize bir tehdit unsuru olarak sunan bu rejim düşerse ve Suriye’de seçimlerde Türkiye yanlısı bir politikaya (Tunus gibi) yönlendirilebilecek, güç dengesini iyi kuramamış ve yardım arayan bir iktidar gelirse bu gelişmelerin hepsi Türkiye lehine  olacak. (Gencer Özcan'ın da yorumları bu paralelde oldu.Sorduğum soruya "Ne geleceğini bilmeden erken konuşuruz ama Türkiye her zaman demokratik ve sabit görüşe sahip olmayan bir Arap ülkesiyle daha iyi geçinir." cevabını verdi. )

Kaddafi öldürüldü. Gelecekte, yani yakın gelecekte Libya daha mı mutlu olacak? Hayır. Ülkede demokrasi kültürü hemen hiç yok. Zannediyorum yeni bir dikta rejimi yakın. Belki baskıcı bir şeriat rejimi kurulabilir.(Altta eklediğim video bu aralar sosyal medyada çok revaçta ve gerçekten dikkat çekici.Acaba tüm dünya basını ile birlikte bizim basınımızda bir galeyana mı geldi? )

Van depreminin önemi yani siyasi açıdan önemini kavrayamamış gazeteci müsvettelerinin yaptığı bölücü yorumları okuyoruz, görüyoruz. Emin olun ki, PKK’dan hiçbir farkları yok bölücü söylem konusunda.

Tunus’u her anlamda kutluyorum ve umarım yeni ve huzurlu bir gelecek onların olur.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Dikta Siyasetinin Matematiği

Artık matematiksel bir formül gibi hep aynı sonucu veriyor. Uzun yıllar dikta edenler gün geliyor dikta ettiklerinin ellerinde hiç oluyor ya da kendi elleriyle kendilerini boğazlıyor. Çok azı “huzur” içinde ölüyor, öldükten sonra kendi halkı uğursuz bir sözcükmüş gibi asla onun adını ağzına almıyor, ağızlarda küfür oluyor, unutulması gereken acı bir hatıra gibi tozlu rafların altına itiliyor.Zihinlerde acı bir hatıra şeklini alıyor.

Kimdi bu insanlar? Zalimlikleri, diktaları ve baskılarıyla kimlere zulüm ettiler ve sonları nasıl oldu?

Benito Mussolini (1883-1945)
Mussolini güçsüz, siyasi birliğini bile yeni tamamlamış, baskı ve kurtlar sofrasındaki İtalya’nın Forli şehrinde doğdu. Başarılı bir öğrenci değildi fakat siyasi bilimlere ilgisi vardı, okurdu. Önceleri gençliğinde sosyalizme ilgi duydu, bunun üzerine yazdı, çizdi.Kısa bir süre sonra çalıştığı  gazetenin baş yazarı oldu. Savaştan sonra ise Faşizme yöneldi ve iktidarı kısa bir süre içinde tehdit ve şantajla ele geçirdi. 20.Yüzyılın en büyük diktatörlerinden biri doğuyordu.

Söylevde Mussolini
Diktatörlerin hemen hepsinde bulunan narsisizme Benito'da yakalanmıştı fakat  karşıt gruplara baskı yapmasına rağmen ülkeyi gerçek anlamda kalkındırdı. Zaten geniş halk kitlelerinin gözünü başarı ile boyayarak ve gelecek vaat ederek yükselmek, nüfuz elde etmek şimdi olduğu gibi o zamanlarda da bir diktatörün ana silahıydı. Nitekim Mussolini bunu kullanmakta çok başarılıydı. İşsizlik ülkede azaldı, enflasyon düştü, ülkeyi otobanlarla ve demir ağlarla ördü. Fakat tüm bunları yaparken sansür ve manipülasyon gerek basın gerekse devlet kurumları üzerinde had safhadaydı. İtalyan halkının geniş kitleleri “Para geliyorsa ses çıkarmayalım” düsturuyla onu desteklemeye ve yaptığı faşist söylevleri dinlemek için kitleler halinde sokaklara dökülmeye devam etti tüm bunlara rağmen. Güzel bir ifadeyle“Mussolini halkın kadehini zafer ve ünle dolduruyordu.”Kadeh doluyorsa sıkıntı yoktu İtalya için. Bunun doğurduğu özgüven ve iştahla siyaset sofrasına oturdu Benito vakit kaybetmeden, ülkesinin dışında ün ve itibar için sıra gelmişti artık  ve göz göre göre Etiyopya’yı işgal etti 1936'da.Adriyatik'in karşısına da el attı veBalkanlarda bilhassa Arnavutluk üzerinde nüfus elde etmeyi başardı.”Büyük Roma yeniden doğuyor”du.

Bruno'nun Evlilik Töreninde(LİFE)
  Her çıkışın bir inişi vardır. Mussoli’nin şişesindeki zafer ve ün şarabının bitmeye ve geniş halk kitlelerinin kem küm etmeye başlaması Libya savaşı neticesinde had safhaya çıktı. Şanlı ve Büyük Roma 120.000 kişilik ordusuyla ondan nicelik bakımından çok daha zayıf İngiltere karşısında büyük ve utanç dolu bir yenilgi almıştı. Şişenin dibi gözükmeye Mussolini için ayrılık rüzgârları esmeye başlamıştı. Karşıt gruplar yuvalarından başlarını daha çok çıkarmaya başladılar. Büyük bir itibar ve onur kaybeden Mussolini İtalyası -son çare olarak- “kıçını kurtarması” için Hitlerden yardım dilendi. Hitler yardım etti Balkanlarda ve Kuzey Afrika’da “kıçını kurtardı” fakat yolun sonu gözüküyordu Duçe  için. Bindiği Almanya dalı da bir bir çökmeye başlayınca ve 1943’te Müttefikler Sicilya harekâtında başarıya ulaşınca eski sözde kral III. Emmanuel, Benito’yu görevden aldı. O da son kozunu oynamak için Almanların yardımıyla Viyana’ya kaçtı ve kendi yandaş gruplarıyla mücadeleyi bir iki yıl daha sürdürdü.

Nisan 1945 iki isim için çok hazindir. Adolf Hitler ve Benito Mussolini. En tepedeyken gözleri yaşlı izlenen, ufak bir söyleviyle halkı sarhoş eden, fakat o ortanca ilkbahar ayında, 1945’in o barut kokan Avrupa topraklarında şimdi yüzüne tükürülmeye bile gerek görülmeyen bu iki liderden Faşist olanı yağmurlu bir günde, sevgilisiyle beraber kaçarken İtalyan partizanlarca yakalandı ve kurşuna dizildi. Duvarın dibine yığılırken Benito son olarak ne geçirmişti acaba aklından? Kim bilir.

Birkaç gün sonra o ve sevgilisinin ölü bedenleri bir zamanlar Benito adına çığlıklar atılan Loreto Meydanında sallandırılıyordu. Şimdi ise çığlıklar başka sebeptendi.







Devam Edecek…

20 Ekim 2011 Perşembe

Kime Öfkelenmeli

Öfke hataları sindirmemeli, verilen canların “sözde” hesabı sorulurken yeni canların kaybedilmemesi için yapılmayan aslında apaçık cinayetlerin azmettiricisi olan eylemler göz ardı edilmemeli.

Sonuçlara odaklanıp nedenler süistimele uğratılmamalı.

Sorgulanmalı, çözümsüzlüğü çözüm saydığımız sürece sorunlar ve hatalar suratımıza çarpılacak bu unutulmamalı.

 Üretmeli, can kaybetmemek için üretmeli, insan kurtarmak için boş bir disiplinin ardına sığınılmamalı, yan gelip yatılmamalı.

Tutukluk yapan soğuk savaştan kalma piyade silahları verilmemeli mesela o çocukların ellerine, daha baştan onlar dağa sürülmemeli, bile bile ağlanmamalı sonra artlarından, boş laflar edilmemeli onlar üzerinden.

Dağların başında ikinci dünya savaşından kalma siperliklerin arasında 20’lik delikanlılar heba edilmemeli. Tüm bunlar “unutulduğunda” yürekler soğuduğunda da bir sonraki sefere bırakılmamalı bir şeyler yapmak için. 

Kısacası düşünmeli, kime öfkelenmeli?

PKK’a o şehit çocukların katili evet,  yalnız ders çıkarmayı bilmeyen bürokratik ve askeri zekâlar da en az onlar kadar suçlu, çok yazık…Öfkeleri suçlarını gizleyemiyor ne yazık ki.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fahir Armaoğlu için Üç Paragraflık Saygı Duruşu

Raflar arasında siyasi tarihi, özellikle 19 ve 20.Yüzyıl’ı kapsayacak nitelikte bir eser arıyordum. Bir ton kitap vardı ve ben açıkça söylemek gerekirse bir iki isim dışında kimseyi bilmiyordum modern siyasi tarih konusunda. Üç tane kitap seçmiştim ve eleme yoluyla istediğime en uygun olanı alacaktım. İlkini boyutlarından dolayı hemen eledim. Masa üzerinde oturarak okumamı gerektirecek ve gerçek anlamda kol kası yapmanızı sağalacak bir kitaptı bu. Bir diğerini de meseleyi sadece Avrupa perspektifinden anlattığı için eledim. Elimde Alkım yayınlarından çıkmış olan 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi adlı, Prof.Dr. Fahir Armaoğlu tarafından yazılmış uygun boyutta ve içerikte bir kitap kaldı. Kimdi Fahir Armaoğlu,  bilmiyordum. Kitabın arkasını çevirdim ve kendisiyle ilgili yazılanları okumaya başladım. Mükemmel bir kariyeri vardı. Ankara Siyasal, Minnesota, Harvard ve Stanford gözlerime inanamadım ve bilinmesi gereken bir şeyi bilmediğim anda duyduğum o iç burkucu duyguyu bir tür hayal kırıklığını yeniden duyumsadım. Nasıl dedim, nasıl adını duymam ben bu şahsiyetin, sonradan öğrendim ki siyasal tarihte duayenmiş kendisi.

Eve geldim, aldığım bir kitabı hemen okumam. Gece olmasını bekledim. Odama yayılan tatlı loş, sıcak ışık altında okumaya başladım. Yazarın üslubunun esnek ve yormayan büyüsü beni Alman Milli Birliğine kadar getirmişti. Duruluğu ve doyurucu içeriğiyle kendini okutmayı başaran kitaba ilerleyen gecelerde de devam ettim.
Siyasal tarih bir hobidir, dersle öğrenilemez ve kişisel merakın had sayfada olması gerekir. Buna da Armaoğlu vakıf olmuş olmalı ki ders kitabı havasında kesinlikle aktarmıyor. Ders değil, tarih bilimi anlatıyor, sohbet ediyormuş gibi yazıyor. Fakat belirtmeden geçemeyeceğim bir hususta kendi çıkarımlarını ve “siyasal” görüşlerini kullandığı sıfatlarla bilinçli olarak hissettiriyor yazar. Objektif evet fakat sanki arada doğrusu budur der gibi, mesela kitabın ( Yazarın iki cilt halinde 19.Yüzyıl ve 20.Yüzyıl olarak ) başında Avrupa’da filizlenen fikirleri anlattığı bölümde alenen Marx’a karşı Bernstein’i savunuyor. İlerleyen bölümlerde de Sovyet karşıtı olduğunu anlıyorsunuz.Birkaç yerde Türkiye hakkında da bu tarz çıkarımlarda bulunuyor.Ama bunların hiçbiri esere değerinden bir şey kaybettirmiyor.Çünkü tarih, yorumsuz olunca tatsız tutsuz wikipedianın sunduğu bilgiler gibi oluyor.

Söylemeden geçilmemesi gereken diğer bir noktada, yazarın Osmanlı Devletine ve Türkiye Cumhuriyetini de genişçe yer ayırması. Genelde siyasi tarih yazarları (Avrupa merkezli olanlar) Osmanlı’yı ve Türkiye’yi görmezden gelirler eserlerini kaleme alırken (Bernard Lewis hariç). Armaoğlu bu fikirden sıyrılarak özellikle Türk Dış Politikasına özel bir hassasiyet göstererek, bu iki devleti dünya siyasetinde görmezden gelinmemesi gereken bir yere konumlandırıyor. Kitap bu nedenle bu topraklarda yaşayan insanlar için de bambaşka bir önem arz ediyor.

Kitap iki cilt olarak(19 ve 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi) Alkım Yayınları tarafından yenilenmiş,  şık ve ergonomik baskısıyla okuyucuya sunuldu. Alın, okuyun derim, ilginiz olmasa bile arada kaynak olarak kullanabileceğiniz nadide bir eser ve gerçek manada büyük bir birikimin ürünü. Bugünü yorumlarken geçmişi bilmemek, boşboğazlıktan öteye gitmez. Biraz daha az boşboğazlılık yapmak için kurtarıcı bir yapıt.

Bırak Mahalleliliği Dön Twitter'a



Mahallede Feysbukhane
Fatih Balat’ın dar ve eski sokaklarında bağırarak ahaliye önemli havadisleri veren insanlar vardı. Bunların dışında mahallede günlük havadisleri kadınlar günlerde, erkeklerse işten sonraları akşamları kahve sohbetlerinde konuşurlardı. Mahallede dedikodular eksik olmaz, herkes Neriman ablanın da(Bilhassa güzel kızı hakkında bitmezdi dedikodular.), Arif beylerinde ne halde olduğunu, nelerle meşgul olduğunu bilirdi. Bazen edinilmesi zor bilgileri almak için esnaf( berberler bir tür gazetecidir hala), bazen de kapıya gelen bohçacı bulunmaz Hint kumaşıydı. İşini bilen biri beş dakika da yolunu bulur, konudan konuya atlayıp kafa karıştırır, en gizli sırları bile elde edebilirdi. Bir yeniçerinin tanıdığı olabilmekse cabası. Ocakta neler olmuş, padişah ne durumda, sikkeler nasıl kesiliyor, cülus bol mu ve daha ne istersen hepsi ayağına kadar gelirdi. Bu merak tek taraflı da değildi elbet. Gizli memurlar halkın arasına karışır onu bunu konuşturup bilgi alırlardı mahalleli hakkında. Çok nadir de olsa bazen de padişah inerdi tebaasının arasına. İletişim vazgeçilmezdi herkes için.

Şimdi mahalleli artık bıraktı bohçacıyı onu bunu. Facebook’a Twitter’a giriyor. Artık Neriman ablanın kızının ne mal olduğunu, profil resminden ve üstteki kişisel bilgiler bölümündeki “ilişkisi var” sütunundan herkes biliyor. Bohçacılar yerini bildirimlere bıraktı. Pencereye taş atıp,”Annem sizi yemeğe bekliyor” nidaları atan çocuklar görülmez oldu, sol üst köşede edimsel koşullanmanın insani deney tatbiki olan –eğer mesajınız varsa- kırmızı bir şekle bürünen mesaj bildirim butoncuğu yeterli artık. Öyle gerekte yok milletle çene çalmaya akşamları sarayda yeni havadisler ne diye. Giriyorsun sosyal medyaya şimdi, bırak senin sarayını Beyaz Saray’dakileri bile öğreniyorsun.( Clinton şanslıydı, çünkü sosyal medyanın kurucuları daha çocuktu o zamanlar, ama Obama böyle bir faaliyete girişirse, bu havadis bir saatte milyonlarca mahalleye yayılır.) Ayrıca öyle ekstra ocaktan tanıdık manıdığı da gerek yok. Takip et devlet erkânının tweetlerini, paylaşımlarını, ocağa dinleme cihazı koymuş gibi olursun. Ah bir de sosyal medyanın nimetlerinden biri de gizli memurlar sokakları arşınlamaktan vazgeçip hesaplarımızı arşınlıyorlar şimdilerde. Hepimiz kütük defterlerine işlenir gibi “rahat rahat” takip listelerine(!)alınıyoruz. Hala iletişim vazgeçilmez pek tabi. Fakat bunu daha “medeni” yollarla yapıyoruz, ilkel değiliz yani yüz yüze yerine klavye klavyeye. İşin özü şu ki: Bırak mahalleliği dön Twitter’a.