29 Haziran 2011 Çarşamba

Kitapların Öğretemedikleri (İnsan Portreleri)


Sohbet etmeyi seven bir insanım. Otobüste durakta beklerken dahi, tanıdığım insanlar oldu ve ben o insanlardan epeyce şey öğrendim. Bu edindiğim izlenimlerin hiçbirini bana en usta yazar bile veremezdi. Demem o ki, insanı anlamak için romanlar, incelemeler, makaleler yetersiz kalıyor. Kitap okumak bazen o nüansları veremiyor, sığ koylarda yüzdürüyor sizi.

Geçen gün İnönü stadyumunun arkasında otobüs beklerken bir baba ve oğlunun kendi aralarında şakalaşarak konuşmalarını bir süre çaktırmadan kulak misafiri oldum. Neşeleri o yorgun günümü bana tamimiyle unutturdu. Otobüs de geç kalmıştı ve bende bu noktadan girizgâh yaparak sohbeti açtım. Sabah balığa gitmişler, hiçbir şey tutamadan dönmüşler, bu mevsimde balıkta bir azalma olurmuş denizde, şu tünelin yapımında zor mühendislik sorunlarıyla karşılaşılmış, iyi olmuş tünelin yapıldığı, şu otobüs seferlerini artırmak lazımmış, oğlu 2.sınıfa başlayacakmış, önümüzdeki günlerde hava yağışlıymış, bu saatte motorların şu hızı gereksiz ve tehlikeliymiş… Konuştukta konuştuk tam bir saat ve ben hayatımın bir kesitinde görece önemsiz bir günde bir baba ve oğlunun yaşamına kısada olsa müdahil oldum.   En başarılı romanların dahi veremeyeceği gözlemlerde, çıkarımlarda bulundum. İnsan tanıdım. Portreler defterime bir yüzü daha kaydettim böylelikle.

Demem o ki, bazen kafamızı çıkartıp dışarı bakmalıyız. Bizden başka insanların çizdiği insan portrelerinin yanı sıra bizde kendi portrelerimizi çizmenin peşine düşmeliyiz. Anlatılanlardan öteye ufakta olsa bir anahtar edinmeliyiz. Sonuçta her şey yaşamda gizli ve sadece birilerinin bizim için çıkarmasını beklememeliyiz.

19 Haziran 2011 Pazar

Machinarium (Bir Sıkıysa Oyna Oyunu)

Son birkaç yıl içinde tekdüze, görsel şovlarıyla zihinlerimize kazanmış epeyce oyun oynadım. Açıkçasını söylemek gerekirse, bu tarz oyunlar ne kadar mükemmel olursa olsun, oynadıkça tekdüzeleşmekten kurtulamıyor, zamanla oyuncuyu etkinsizleştiriyor, otomatikleştiriyor. İleriyi tahmin ettiğiniz ölçüde sizin gelişiminize hiçbir katkısı olmuyor, deyim yerindeyse makineleştiriyor beşeri.

Geçenlerde internette şöyle bir gezintiye çıkmıştım. Nasıl oldu hatırlamıyorum ama karşıma Machinarium adında bir oyun çıktı. Puzzle-Adventure tarzı bir oyundu ve görselleriyle dahi ilgimi cezbetti. Gittim, aldım oyunu. Tamam tamam, yalan söylemeyeceğim, indirdim internetten. Toplam bazda 600MB’ı buldu bulmadı.

Oyunun amacı etraftaki nesneleri kullanarak, yani onlarla etkileşime geçerek ilerlemek. Size gerekli nesnelerin diğerlerinden hiçbir farkı yok. Aynı parlaklığa sahip hepsi ve ayrı bir özellik göstermiyorlar. İşte bu da oyunu epey bir zorlaştırıyor, işin içine nesneleri kombine edebilme de girince zihinlerdeki dişlileri gıcırdatıyor.

Konuyu anlatmaya gerek yok, klasik kız kurtarma. Fakat atmosfer mükemmel. Wall-E animasyon filmine yakın fakat daha soğuk. Robotların dünyası, çöl gibi bir ortamda çürümüş, yağlı ve eski metallerden inşa edilen kuleye benzeyen yaşlı bir şehir. Çizimler çok detaylı ve üsluplu, usta ellerden çıktıkları belli olan bir ortam sunuyor oyuncuya. Mekân kadar diğer ilgi çekici nokta ise yönettiğimiz kısa boylu, sevimli bir demir yığını olan robot. Sempati duymanız için çaba harcatmayacak nitelikte bir makine. Çoğu kere -klavyeyi bırakıp- göbeğimi sıvazlayarak kahkahalar attırdı bu yaratık bana. Genç kızların “Ayy! Çok şeker” diyeceği cinsten yani anlayacağınız. Genç kızlar her şeyi mükemmel özetliyor şu betimleme çabam için. Sağ olsunlar.

Oyunu fazlaca anlatmak istemiyorum. Ama zor, öyle sıkıldım deyip çekip giden beyler ve bayan arkadaşlar için değil. Nesnelerin kullanılma zamanlamaları var. Mesela damdaki kediye elektrik çarpmasını istiyorsanız, öncelikle zor bir bulmacayı çözerek elektriği veriyorsunuz tepedeki tellere, sonra bir sürü işlemden sonra elektrik tellerinin kopmasını sağlamanız gerekiyor. Neyse anlatması bile zor. Bu kadar zorluk için yapımcı şirket Amanita Games oyuncusunu düşünmüş ve “bu insanlar bulamayıp ilerleyemezse” diyerek basit bir flash oyun karşılığında çözümü size sunmuşlar. Bu basit oyunu geçtikten sonra resimler eşliğinde ilerleme haritası verilmiş. Siz siz olun her takıldığınızda, kopya çeken bilmiş öğrenci gibi bakmayın çözüme. (Çoğu kişi çözümü gördükten sonra zaten hep “önceden düşünmüş” olur. Siz önceden düşünmüşlerden olmayın fazlaca.) Sistemi zorlayın. Ben itiraf ediyorum yalnızca iki kez baktım. Ama biz 3 kişi oynadık bu oyunu onu da belirtmek isterim.

Eğer aklınızdan zorunuz varsa, oynayın. Sağlıklı insanda takıntılar oluşturabilir bu arada uyarıyım. Bir suyu keseceğim diye kardeşimle beraber 2 saat kadar uğraştık. Sonuna doğru çıldırıyordum az daha.Çıldırmadım hatta şu 3-4 gündür kendimi daha zeki hissediyorum. Egoları tatmin için çok ideal Machinarium. Oyun içi müziklerde atmosferi ve kurguyu destekleyecek nitelikte. Hepsi birbirinden güzel bestelenmiş bu oyun için. Çekler müzikten anlıyor dedirtiyor. Müziklerini ayrıca satında alabiliyorsunuz sitesinden çok cüzi bir rakama. Ya da Youtube tercihiniz her zaman var tabi.

 Bizim siyasilerimize de bu oyunu şiddetle öneriyorum. Seçim sonrası özellikle Kemal  ve Devlet Beylere (Püskevit yerken güzel gidiyor.) tavsiyemdir. Hem seçimin açısını unutur hem de vaatlerindeki zekâsal tutarlılığı gözden geçirme şansına sahip olurlar. Başbakan’a ve diğer siyasi beylere de bu mesajı buradan veriyorum.(Kim takarsa artık.) Oyların yarısını aldılar tabi.

Oyun bir sürü önemli ödülde almış.2009’da muhteşem görsellikte dahil olmak üzere, yanlış hatırlamıyorsam 5-6 tane. Epey önemli bir başarı bu. İkinci oyunun yollarını gözlüyorum. Eğer siz de Machinarium  “oynama isteğine” sahipseniz, linklerini mesaj olarak atabilirim. İyi oyunlar, kolay gelsin.

http://machinarium.net/demo/(Demosunu indirmeden oynayabilirsiniz.)

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bir Tatlı Hayat Almaya Geldim

Geçen akşam televizyonda Yahşi Cazibe vardı. Sözde komedi dizisini izlemeye katlanmaya çalıştım ama olmadı. Kendimi odamda bilgisayar başında buldum. O akşam da canım bir komedi çekiyor ki anlatamam.Youtube’a girdim. Birkaç beni tatmin edemeyen, izleyeni gülmeye zorlamayacak kadar başarısız komedi film fragmanlarına takıldım biraz. Baktım olmuyor. Fragmanlardan sıkılmış zihnim başka düşünce alemlerine yelken açmışken aklıma beni “küçükken” kahkahalara boğan o dizi geldi. İnanır mısınız, iki saati aşkın bir süre boyunca Tatlı Hayat’ın eski bölümlerini izlemişim. İrfan’ı ve İhsan Yıldırım’ı gülerek hatırlamak, biraz da nostalji yapmak bana epey yaradı o akşam, çok tatlı geldi.

Tatlı Hayat uyarlama bir dizi. Yanlış anımsamıyorsam Amerika kökenli. Fakat Dadı dizisi gibi sırıtmıyor, karakterler ve olay örgüsü “Türk Zengin –sonradan görme- Şehirli” yaşamına çok uygun. Karakterler demişken Neco’nun canlandırdığı Yorga ve Çolpan İlhan’ın canlandırdığı Feraye, Amerikan aslında biri siyah diğeri beyaz karı-koca olarak yansıtılmış televizyona.

Bizim uyarlayanlarda bu etnik ayrımı vermek için Yunan-Türk zıtlaşmasına değinmişler. Dizinin özellikle bu açıdan birleştirici ve ırkçı olmayan kucaklayıcı yan amacı alkışlanmayı hak ediyor.

Benim İhsan Yıldırım ile diziyi sürükleyen Haluk Bilginer kadar izlemekten keyif aldığım İrfandır. Yani Celal Kadri Kınoğlu. İrfan şu ana kadar Türk komedi dizileri içinde çizilmiş en unutulmayacak karakterlerin başında geliyor. Eğer bir tesadüf, ihtimal dışı bir olay olarak bilmeyeniniz varsa, bu karakteri “aptal zeki” olarak tanımlamak doğru olur. Saatlerce kitap okuyan, yurtdışında eğitim almış, kendisine kitap hediye eden Yorgo’nun (okumamış olmasını umut ederek) ”Bu kitabı daha önce okudun mu?” sorusuna “Hayır, yalnızca dört kez” cevabını verecek kadar entelektüel bir kimlik olan İrfan’ın bazen İhsan yıldırım’ın oyunlarına gelerek giriş kapısını kendi yüzüne çarpması gibi en aptal ve saf hareketlerde dahi bulunması arasındaki zıtlıktan doğan komedi mükemmeldir. Az önceki cümlemi noktalamanın verdiği kıvançla Celal Kadri’nin oyunculuğu da dizideki belki de en iyi performanstı demek istiyorum. Haluk Bilginer gibi bir dev ile oynamak zor bir şey olsa gerek, tabi Celal Kadri’nin tiyatro geçmişi bunda, bu başarısında en büyük etken. Şimdilerde kendisini televizyonlarda göremiyoruz. Umarım en yakın zamanda iyi yapımlarla geri döner.

Öznel bir yorumla dizideki en başarısız ismin Sevinç karakteriyle Türkan Şoray olması ilgi çekici. Türkan Şoray komedi de pek başarılı değil ve onun buğulu ve güzel gözleri için de hiç ama hiç uygun değil sit-comlar. Bazı oyuncular bir tür için yaratılmıştır ne yapalım yani. Bu arada hakkını da fazla yememek lazım Sultan’ın, yine de Haluk Bilginer ve Asuman Dabak gibi fevkalade komedi ikilisine iyi uyum sağladı. Az kalsın en unutulmayacaklardan birini unutuyordum. Menekşe gibi zekice esprilerin kaynağını nasıl oldu bu kadar geç anımsadım. İhsan Yıldırım karakterinin bu kadar başarılı olarak oluşmasının en temel kaynaklarından biridir Asuman Dabak’ın canlandırdığı Menekşe. Bu simbiyotik durum her iki karakter içinde geçerli. Menekşe-İhsan Yıldırım çekişmesi Tatlı Hayat’ın komedi omurgalarından birini ve en önemlisini teşkil ediyordu. Asuman Dabak’ı da bildiğim kadarıyla Nuri dizisinde rol alıyor şu anda.Fakat Tatlı Hayat ile çizdiği karakterle Nuri'deki arasında büyük farklar var. Oyunculuğunu konuşturması için yeterli değil ne yazık ki. Asuman Dabak için daha sıra dışı roller gerekli gibime (yanlış bir kullanım mıdır bu "gibime") geliyor.

Türk televizyon tarihinin en başarılı sit-com dizisi olan Tatlı Hayat 2001’de başladı yayına ve 2003’te nihayete erdi.Show’un tutturduğu en başarılı diziydi o dönemde.Ben 2001 senesinde daha 10 yaşındaydım, oturup kardeşimle beraber izlerdik o zamanlar. Hala ara sıra açıp izlediğimde o dönemdeki kadar olmasa da yine de çok “tatlı” bir haz alıyorum. Tatlı Hayat gerçekten de tatlıydı. Allahtan Youtube varda arada sırada hasret giderebiliyoruz.



4 Haziran 2011 Cumartesi

Apolitika

Gelişen ya da gelişmesini tamamlamış toplumlar, gittikçe apolitikleşiyor. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ise herkes bir ayrı politik.

Geçenlerde Almanya’dan gelen bir arkadaşımla konuşuyorduk. Türkiye’de malum seçim dönemleri volkanların kızışmaya başladığı dönemlerdir, diken üstü dönemlerdir yani. Almanya’da seçim dönemlerinde bile bu kadar seçim tartışması yaşanmıyormuş halk nazarında öyle söyledi bana. Şaşırdım tabi biraz, ama doğalda karşıladım. Bu bana Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını hatırlattı, 1940 öncesi Almanya’yı düşündüm. Dikkat ederseniz,  Raif’in(Romanın başkahramanı) kaldığı pansiyonda, orada yaşayan diğer tüm Almanlar yoğun siyasi tartışmalara girerler, gecelerce ülke siyaseti üzerinde kafa patlatırlardı hem de hemen hepsi normal vatandaş olmasına rağmen. Tabi bu dönem ikinci dünya savaşı öncesi buhran dönemidir ve Hitler iktidardadır. Almanya büyük bir mali krizi daha yeni atlatmıştır. Şu anda Almanya Avrupa’nın en güçlü ekonomisi bildiğiniz üzere. Bu da demek oluyor ki, belli bir düzen kurulduktan, cepler dolduktan, pasta büyüdükten sonra sular duruluyor. Bireyler apolitikleşerek “zaten kim gelse ilerleme sürer” mantığıyla siyasetten uzaklaşıyor ister istemez. Gönüller ve cepler rahatsa kafalarda rahat oluyor pek tabi.

Türkiye’de son 70 yıldan bu yana bir türlü apolitikleşemiyor.(Büyük sorunlar bitemiyor demek ki.)  Her kafadan bir ses çıkıyor. Kahvehanelerde yaşlılar, okullarda gençler hepsinin bir fikri var bu ülke üzerinde. Siyasetin herkesin oyuncağı olabileceği düşüncesine yakalanıyoruz. Siyaset kurumunu başköşeye oturtuyor, diğer kurumları altlara öteliyoruz. Sözgelimi bir mühendislik öğrencisi projeler oluşturmak yerine, her eylemde meydanlara koşuyorsa ve bunun asıl işi olduğunu düşünüyorsa, bu ülkede oluşturulmaya çalışılan (Umut ediyorum.) uzmanlaşma idealine zarar veriyor demektir.(Demek istediğim seviyeleri hızlı atlamak.) Gelişmiş ülkeler işte bu noktada da bizden öndeler. Birincil görevle, ikincil görevlerinin ayrımındalar bu toplumlar. Apolitik bir yapıyı desteklemiyorum. Demek istediğim dengeyi başarılı bir şekilde sağlayacak kadar apolitikleşmek.Tam anlamıyla kayıtsızlık değil , terazi iyi kullanma bilinci sadece.

Türkiye’nin gelişmekte olan her ülke de görülen bu hastalığa yakalanması çok doğal. Bulunamayan yol aranır. Yalnız önemli olan bunun bronşite çevrilmemesidir. Kısacası Türkiye ne zaman halk nazarında biraz daha apolitikleşirse gelişiyoruz diyebiliriz gönül rahatlığıyla.

2 Haziran 2011 Perşembe

Hepsi Bu Kadar


Demokrasi bilincinin kimileri tarafından 21.yy başlarında “tam anlamıyla” ile sindirilebilmeye başlaması, o kimileri ve bu ülke için çok mutluluk verici bir ilerleme.

Artık CHP demokrasinin darbelerle veya sandık dışı düzenlemelerle sağlanamayacağının farkına vardı.Elinden kaçırdığı iktidarlarda, artık statükonun gelişimine ve müdahalesine çanak tutmayacak. 

Darbelerin Türkiye Cumhuriyeti’nin ayrılmaz bir parçası olduğu görüşünden sıyrılıyor. Artık sandığa çağırıyor.Darbe yerine halka yüzüne dönmeye başlıyor. Bunda iyi de ediyor.

Bir minnet göstergesi olarak içerdeki paşalara ya da gazetecilere yaranmaya çalışmasa ve artık bunlardan tam anlamıyla sıyrılabilse, ya da daha doğrusu kemikleşmiş seçmenini biraz daha göz ardı edebilse ve de bunu “rol” yapmadan gerçekleştirebilse çok daha iyi sonuçlar doğuracak bu Türkiye demokrasisi için.

Ha bir de unutmadan ülkeye sahip parti imajından da ve o “kibir”den de biran önce sıyrılması lazım bu beylerin. Evet, "bizkurdukçuluk" oynamaktan vazgeçmekten bahsediyorum.

Mehmet Barlas’ın birkaç yazısında da özelikle üzerinde durduğu gibi, “toplum mühendisi” anlayışından da kurtulup, “değişim mühendisi anlayışına geçilmeliler. Çünkü artık 1930’lu yıllarda yaşamıyoruz. Keskin, şemalanmış fikirlere saplanıp kalmaktan da kurtulmalılar “doğal” olarak.

İnkılâpçılık olan o oklardan birine “gerçek anlamda” sarılmalılar, sığınmamalılar.(Kelimenin anlamını idrak etmeye başlamalılar.) Örnekler düzinelerce artırılabilir. Sonuçta demek istediğim şu, yeni kurulan kurallara inanarak oynamalılar. Hepsi bu kadar.