25 Kasım 2013 Pazartesi

Güvenlik (Yazan: Kağan Sezgin)

Sevgili dostlarım benim durduğum, münzevi dönemlerimde de üretmeye devam ediyorlar. Yazılarını bana gönderep bloguma koymamı istiyorlar. Bu blog pek bir halta yaramasa da en azından "benim için" çok önemli. Düşünün bir kere, karşılığında maddi hiçbir şey beklemediğiniz bir şey için okumalar yapıyorsunuz, birkaç gün bir yazı üzerinde çalışıp ortaya dişe dokunur yazılar çıkarmaya gayret ediyorsunuz. Kimsenin size bakmadığı ve bu kadar gürültünün içinde de kolay kolay bakmayacağını tahmin ettiğiniz bir sokakta inadına bağırıyorsunuz. Ne için pekii tüm bunlar?

Kendi adıma her şey burada ben de varım demek için. Tarihten önce mağaranın duvarlarına el izlerini bırakan insanlarla aynı motivasyonu paylaşıyorum. Çok uzun vadede hiçbir şey önemli olmayabilir. Ama madem geldik bu dünyaya, varsın biz de olalım.

Ben Önder Öndeş ve bir böcek gibi bir görünüp bir yok olacak olsam da ben de vardım be dünya!

Bu romantik girişten sonra gelelim asıl mevzuya. Kağan Sezgin benim dersaneler özelinde yazdığım yazıma bir taşlama kaleme almış, beni arayarak "Önder, yazıyorum, bak, yayınlayacaksın" demişti telefonda. Ben de bana küfür dahi etse yayınlayacağıma söz verip birkaç gün önce yazısını yayınlamıştım.

Kağan'ın hikayeciliği çok büyük bir merakı var ve henüz işin çok başında olmasına rağmen kaydeder hikayelerini  "benim" ile paylaşacak sağolsun. Birlikten güç doğar ama Kağan'la  aradağımız sanırım güç değil, birbirini kıran kırana eleştirebilecek bir insan.



 Kısa bir hikaye: Güvenlik

“Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba mı var!?.” Dedi orta boylu, kahverengi giyimli, şapkalı güvenlik görevlisine Kapalı Çarşı’nın sahhaflar tarafındaki girişinden girerken. Ve göz göze geldiler görevliyle.

Sırt çantası gülle gibi ağırdı. Sekiz on kitap, bir dizüstü bilgisayar...  Onlarca dakika yürümüş, yorulmuş, omuzları çökmüş, yorgunluğun verdiği bezginlikten ötürü bir an önce yolun bitmesini arzu ediyordu. Sahhaflar Çarşısı’ndan geçtikten sonra Kapalı Çarşı’ya uğrayıp yolu kısaltacaktı. Çarşı akşam vakti kalabalık olmadığı için rahatlıkla yürüyebilirdi.

Sahhaflar Çarşı’sının güney tarafındaki merdiven basamaklarını atladı, sağa yöneldi. Biraz ileride Kapalı Çarşı’nın girişinde güvenlik görevlisini gördü, birden kendini suçlu gibi hissetti gün içerisinde yaşamış olduğu küçük bir tatsızlıktan ötürü.

Akşama doğru Yalova’dan feribota binmişti. Kontrolden geçerken x-ray cihazının monitöründeki görüntü, güvenlik görevlisi hanımefendiyi şüphelendirmiş ve çantasını açmasını rica etmişti. Çantayı sinirli sinirli açmış, görevliye, “Merak etmeyin, çantamda bomba yok!” demişti biraz alaycı bir şekilde. Ama bu müstehzi tavrı güvenlikçiye karşı değildi, çünkü o vazifesini yapıyordu. Güvenlik görevlisi, şüphenin sebebini bulmuştu: Dizüstü bilgisayarın adaptörünün kablosu. Zira kablo bozulmuş ve içini açıp tamir etmeye çalışmıştı. Siyah bant da bulamayınca kalın kablonun içindeki sarı, kırmızı ve kahverengi üç kablonun yaklaşık yirmi santimlik kısmı açıkta kalmıştı. İçinde diş fırçasından, kalemine; kitap okuma fenerinden, pillere kadar birçok küçük eşya karmaşasının olduğu çantanın ön gözüne bir de adaptör koyulunca çantanın ön kısmı iyice pazar yerine dönmüştü.  Çantayı sırt üstü yatırınca çantanın ön kısmı yukarı denk gelmişti. Bu karmaşanın arasında kablolar da iyice kırışmış, bir “bomba düzeneği”ni andırmıştı güvenlik görevlisi hanımefendiye göre.
Güvenlikten geçerken yaşadığı bu tatsız durum moralini bozmuş, yaşadığı devire biraz da sitem etmişti: “güvenlik’li güvensizlik devri!”

İşte böyle bir hâlet-i ruhiyeyle Kapalı Çarşının girişindeki görevliyle göz göze geldi. Kendisini acayip derecede rahatsız hissetti, suçlu hissetti. Neredeyse kendisinden şüphe duyacaktı. Hemen aklına, teknoloji marketlerin çıkış kısmına koyulan genelde gri renkli, bir insan boyuna yakın uzunlukta olan x-ray cihazları geldi. Bu cihazlar yan yana bulunuyor ve her iki cihazın arasından bir kişi geçebiliyor. Ve tabi bu soğuk, suratsız cihazların arasından geçerken nasıl tedirgin olduğunu derince hatırladı. O cihazların arasından geçerken kendini baskı altında hissediyordu. Hayatında komşuların meyve bahçelerinin haricinde en ufak bir hırsızlık vukuatının olmamasına rağmen, (ki o da zaten küçüklüğündeydi) bu saçma sapan aletlerin arasından geçerken “acaba bir şey çaldım mı!?” tedirginliğinde oluyordu. Hattâ çalmadığından emin olmak için düşünüyordu: “Evet, o kulaklığı yerine bıraktım.” “hafıza kartı da yerinde.” Gibi. Emin olmaya çalışsa da o cihazların arasından geçtikten sonra cihazların alarmlarının çalmaması, neredeyse “oh be..!” dedirtecek şekilde tamamen emin olmasına vesile oluyordu herhangi bir şey çalmadığından.

Güvenlik görevlisiyle göz göze geldiler. Sadece bir an. Belki yarım saniye bile değil. O kısacık zaman diliminde kendisini suçlu hissetti. Tedirgin bakışlarından şüphelenip o görevli de çantayı arayabilirdi pekâlâ.
Görevlinin yanından geçerken, bakışlarını görevlinin kıyafetine yöneltti.  Uyduruk apoletine baktı. Yuvarlak apoletin çubuk şeklindeki kırmızı ve siyah renklerinin ortasında tüfeğe benzeyen saçma sapan bir silah figürü vardı. Aynı apoletten kafasındaki kepte de vardı.

Kendisinden şüphelenmemişti güvenlikçi. Görevlinin kendisine bakmadığını görünce kendisini “rahatlamış” hissetti ve yoluna devam etti. Hızlı hızlı yürürken güvenlikçiye seslendi: “Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba var mı!?.” “N’olur, kurtar beni! Kendimi şüpheli hissediyorum. Bir bak yoksa ben canlı bomba mıyım!!! Aydınlat beni! Bomba taşımadığımı göster bana!! Aç şu çantamı içimdeki şüpheyi gider..!”

Ama içinden.

17 Kasım 2013 Pazar

Teyakkuz

Bugün sabah Samanyolu'nda pek şahit olamacağımız bir haberle karşılaştım. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'yla ilgili bir haberdi bu. Şaşırtıcıydı. Çünkü pek alışık olmadığımız cinsten  Kılıçdaroğlu'nu öven bir dili vardı.

Cemaati böyle bir haber yapmaya iten şey neydi? Bu haberden önce neredeyse yarım saatlik bir öğle haberleri kuşağında dersaneleri kapatılması tabiri caizse lanetlenmiş, bu kaldırma girişimi "Eğitime Darbe Planı" adı altında birleştirerek sansasyonal bir başlık altında verilmişti.

Bildiğiniz üzere FEM dersanesi cemaatin güdümünde olan bir kuruluş. Çok büyük bir rant kapısı. Aynı zamanda cemaate mürit bulmak için kullanılan bir "hoşgeldin" merkezi. Henüz lise çağındaki gençlerin gittiğini düşünürsek etkili bir araç. Bir toplanma merkezi.

İşte bu nedenle cemaat teyakkuzda. Samanyolu yaptığı haberlerde; dersanelerin kapatılmasının eğitime büyük bir darbe olduğunu, bu kuruluşların çocukların gelişiminde çok önemli bir yer kapladığını, olmazsa olmaz bir özellik teşkil ettilerini, kapatılacaksa okulların kapatılması gerektiğini yüksek sesle dile getiriyor. Konunun uzmanları çağrılıyor, Dubai gibi dersaneleri kaldıran yerlerdeki eğitim kargaşası (Böyle bir şey var mı? Bu da ayrıca araştırma konusu) örnek gösterilerek izleyici telkin edilmeye çalışıyor. Hatta Gülen'in yaptığı açıklama ekranlara bir fon müziği eşliğinde yansıtılarak metanet çağrısı yapılıyor.

Ancak!
Ancak hak üzerine kurulduğunu iddia eden ve İslami bir temelde teşekkül ettiğini söyleyen Gülen Hareketi birkaç noktayı gözden kaçırmıyor mu?

Yıllığı 3-4 tane askeri ücrete denk gelen dersanelerinin eğitim eşitliği önünde büyük bir engel olduğunu göremiyor mu? Dersaneye gidemeyecek durumda ve zaman zaman "verdiği bursun bir işe yaramayacağını öngördüğü çizgidışı gençlerin" haklarına tecavüz değil midir dersaneler? Avrupa ülkelerinde de dersane olduğunu söylerken, zaman zaman uygulamarıyla lanetlediği Avrupa'yı neden misalen kullanıyor? İslami bir hareket olduğunu iddia eden cemaat, gelenekleri, sosyal tarihi, kendi geleneğinden ve tarihinden farklı olduğunu hemen her fırsatta dile getiren bu hareket, şimdi neden Avrupa'yı yardıma çağırıyor?  Neden gard olarak Avrupa'ya sarıldı birdenbire?

Bu ağlamaklı ses tonuyla haber yapacaklarına Türkiye'deki eğitim sistemine revizyon getirerek gelecek nesillerin hakkına girmeden onları yetiştirmenin yolunu neden aramıyorlar?(Tabi bu onların göreviyse eğer; çok su götürür ayrı bir tartışma konusu bu.) Neden bu yönde yol haritaları çıkarmak yerine, büyük bir red kampanyasına giriştiler? Çok övündükleri sağ duyuları nerede?

Yoksa ekonomik ve sosyal çıkar gereği yeri geldiğinde tüm bunlar gözardı edilebiliyor mu?


Kimi teyakkuz haberleri linki;
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById.action?newsId=36086
http://www.dinihaberler.com/haber/62412/avrupa-dershaneler-birligi--girisim-ve-egitim-ozgurlugune-darbe-vurulamaz.html

13 Kasım 2013 Çarşamba

Böyle paylaşıları pek yapmam. Fakat  Sabahattin Ali'nin Hapishane Şarkıları adı altında yayınladığı şiirlerinden en sevdikleriminden birinin Volkan Konak yorumunu paylaşıyorum.

Edebiyatımızın çok abartılı bir yorumla Türkçe'yi en güzel kullanan yazarını arada bir hatırlamak eski bir dostla beklenmedik bir sokakta karşılaşmak gibi.

Göklerde kartal gibiydim,
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım.

Yar olmadı bana devir,
Her günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde demir
Parmaklıklara sarıldım.

Çoşkundum pınarlar gibi;
Sarhoştum rüzgarlar gibi;
İhtiyar çınarlar gibi
Bir gün içinde devrildim.

Ekmeğim bahtımdan katı,
Bahtım düşmanımdan kötü;
Böyle kepaze hayatı
Sürüklemekten yoruldum

Kimseye soramadığım,
Doyunca saramadığım,
Görmesem duramadığım
Nazlı yarimden ayrıldım.

5 Eylül 1932, Konya



10 Kasım 2013 Pazar

Arzuladığım Seyyah Programının İzinde

Birkaç sene evvel İlber Ortaylı'nın Viyana'da yaptığı gezi programına denk gelmiştim NTV'de. Viyana'nın engin imparatorluk arşivlerinde çalışmış ve -bu ülkenin tarihi konusunda uzman olmasa da en azından- Türkiye'de Avusturya İmparatorluğu konusunda çok şey öğrenebilinecek bir isim olarak Ortaylı bana beklediğim seyahat programını vermiş "gibiydi".

Tarihi yapılar, meydanlar ve müzeler eşliğinde Viyana tarihi beni tatmin etmişti. Ancak Ortaylı hala bariz
tarihçiydi. Seyyahların o kendilerine özgü düş aleminden uzak, tarihçilerin şehir turuna çıkması gibi bir izlenim edinmiştim doğal olarak. Nitekim Ortaylı "kendisinden beklenileni" kusursuz vermişti.

Fakat bir seyyah programında sadece derin bir bilgi birikimi ne yazık ki yeterli olamıyor. Bilgi birikimi ön-şart olarak zaten var olmalı. Ancak bu ön-şartın unutulduğu, görmezden gelindiği gezgin programları dönüp duruyor ekranlarda. Bu nedenle gelin görün ki  gezilen yer konusunda fevkalade duyarsız bir  cehaletle karşı karşıya kalıyoruz bu programlarda. İngilizce bilen bir kadın muhabiri ya da adamı uçağa bindirip yurt dışına gönderiyorlar ve program yapmasını istiyorlar. Zerre futbol bilgisi olmayan birini spor sayfasında köşe yazarı yapmak gibi bir şey bu. İzaha gerek yok  yapılan programlara bir bakıyorsunuz;  hediyelik eşya çerçevesinde, alelade bir turistin alacağından pek farklı olmayan noktalar çevresinde "doğal olarak" saplanıp kalmışlar.

Gülhan'ın Galaksisi, Saim'in Aynası.
Arada işi sempatikliğiyle kotararak fark yaratanlar yok değil. Mesela Gülhan bu konuda kendi kulvarını açmayı başarmış biri. Evet, programları benim beklediklerimi verecek düzeyde değil, ancak işini
iyi bilen bir turisti tatmin edecek yeterlilikte. Nüktedan bir kadınla caddeleri arşınlıyormuş gibi hissettiren bir yapım Gülhan'ın Galaksi Rehberi.  Gülhan izleyici kitlesini iyi analiz etmiş ve istenileni vermeyi başarıyor. İyi bir televizyoncu, zira iyi bir seyyah değil.

Bilindiği üzere Gülhan'ın siyasetle yakından uzaktan bir ilgisi  yok programda. O gözle bakmıyor gittiği
ülkelere.  STV ekranlarında yayınlanan Ayna, siyasi ve bu nedenle farklı bir kulvarda.  Bir amaç etrafında, yani siyasi görüşün perspektifinde şekillenen bir program olduğu için -zaman zaman yakalamış olsam da- aradığım seyyah ruhundan uzak bir yapım.  Aynı zamanda bir gezgin programından ziyade "ülke tanıtımı" na daha yakın olduğunu belirtmeliyim Ayna'nın. Yapımın kalitesi üst düzey; çekimler çok başarılı, seslendirme ve kurgu harikulade. Ancak  o da bu saydıklarım dışında beklediklerimi verecek nitelikte değil.

Şu ana kadar özetleyecek olursak, üç programdan bahsettim. Ortaylı'nınki, Gülhan'ın Galaksi Rehberi ve Saim Orhan'ın Ayna'sı. Benim tercihim Ortaylı'nın kısa süren programı olmasına rağmen, adı geçen tüm programlar bir şeyi doğru yapıyor, bazı şeyleri yanlış. Gülhan'ın kendine ait bir havası var ama bilgisi sınırlı. Ayna çok iyi kurguya sahip ama ülke tanıtımı gibi. Ortaylı ise çok büyük bir entelektüel ama seyyahların  kendine has romantikliğinden uzak.

Romantik, meraklı, spontane ve entelektüel.
Şu anda beklentilerimi tatmine en çok yaklaşan yapım "Sevgili Dost" Ayhan Sicimoğlu'nun yaptığı ve CNN-Türk'te yayınlanan Renkler. Renkler seyyah ruhuna en yakın olanı; romantik, meraklı, spontane ve entelektüel.  Sicimoğlu, Renkler'de bu  aranan dört seyyah unsurunu tutturmuş gibi.

Program çok düzenli durmuyor, Sicimoğlu şehrin sokaklarını spontane arşınlıyor. Kimi zaman Fransa'da bir
köyün estetik açıdan güzel görünen bir penceresini yorumluyor, bazen tarihi bir evi gezerken didaktik bir tavırdan ya da mecburiyetten uzak sohbet edermiş gibi bilgiler veriyor. Gittiği yerde eski dostlarıyla buluşuyor, güzel yemekler tadıyor. Mesela Pierre Auguste Renoir'in evini geziyor. Evin bahçesinde meraklı gözlerle doluşuyor. Mimarisini yorumluyor. Arada dozunda ama ayrıntılı bilgilerle  Renoir anlatıyor sohbet ediyormuş gibi. Wikipedia'dan programdan birkaç saat önce edinilmiş bilgilerle değil kesinlikle. Evi merakla ve entelüktüel arayışlarla yansıtıyor ekrana.

Sonra evden çıkıp  sokağın başına vardığında bir ayrıma geliyor. Tabiri caizse o piti piti yaparak seçiyor gideceği yönü. Mükemmel bir üslup. Tamamıyla spontane ve bu nedenle de heyecanlı. Acaba bir sonraki dar sokak aralığında neyle karşılaşacak diye izleyici meraklanıyor. Kendisi de. Önceden çizilmiş bir rota olsa dahi, bu kat'iyen izleyiciye yansıtılmadan takip ediliyor. Ayna'nın önceden hazırlanmış belirli rotalarını düşündüğümüzde Renkler'in bu manada başarısını dahi iyi kavrıyoruz.

Renklerin bu spontane havası bir nebze olsa da Gülhan'da var. "Dolaşıyormuş" havasını veriyor Gülhan. Ama bu Sicimoğlu'nda çok daha sessiz ve gizemli yürütülüyor. Gülhan ise konsept gereği şen, şakrak ve yaramaz bir kız gibi.

Ortaylı ile Sicimoğlu'nu karşılaştırdığımızdaysa( kaç ek aldı bu sözcük) Ortaylı'nın Sicimoğlu'nu farklı kılan dört özellik içerisinde sadece entelektüel sekmesini karşılayabildiğini görüyoruz. Ortaylı'da merak yok. Yani Ortaylı, Viyana'yı gezerken "önceden biliyor". Katiyen romantik değil ve rota önceden belirlendiği için  spontanelikten çok ama çok uzak.

Sicimoğlu'nda  ne eksik?
Sicimoğlu'nun tek eksisi çekimleri. Daha detaycı olabilirdi çekimler. Daha fotografik görüntüler tercih edilebilirdi. Bu eksik aşılırsa Sicimoğlu "benim aradığım seyyah ruhuna" en yakın olanını olacaktır.
 Yakın olanı diyorum. Çünkü ben yapmıyorum.

http://tv.cnnturk.com/renkler

Yüzleşme, özür ve Türkiye

Koordinatör Asena Günal'a göre “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergideki soykırım örnekleri, kanlı geçmişiyle yüzleşmeyen Türkiye’yi hatırlatıyor.

Şükürler olsun ki, bugüne dek hiçbir soykırım manzarasına şahit olmadım. Ancak, kimsenin tanık olmasını dileyemeyeceğim bu insanlık suçunun yarattığı korku ve endişe ile birlikte gelen o soğuk ürpertiyi Bosna savaşının katliamlarıyla simgeleşmiş Srebrenitsa'yı ziyaretimde yaşamıştım. 

Yan yana dizili binlerce mezarın altında yatanlar, tüm dillerin anlatmakta yetersiz kalacağı bir korkunun yerleştiği yardım dileyen gözleriyle sanki bana bakıyordu. Öfkemin aman vermeyen eşliğinde üzüntüyle saatlerce dolaştım. Boşnak Müslüman işçilerin, yıllarca yan yana çalıştıkları arkadaşları tarafından anlamsız bir kinle katledildiği, soykırımın müzelerinden biri haline dönüştürülmüş fabrikaya gittim. Ölüm sessizliğinin ortasında, katliamın sesini, öldürülenlerin çığlıklarını yanı başımda hissettim. 

Aradan geçen yaklaşık iki yıldan sonra bu kez İstanbul’da, aynı yakıcı hissi vermekten bir hayli uzak olsa da katliamlar ve soykırımlarla dolu dünya tarihinden küçük bir kesit sunan bir sergideydim: “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür”.
Soykırım belgeleri 

15 Aralık 2013’e kadar açık olan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisiyle ilgili proje dâhilinde iki de kitap hazırlandı. Serginin tamamlayıcısı niteliğindeki katalog, sergiye ev sahipliği yapan Depo'dan ücretsiz edinilebilir. 

Sergi kapsamında ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı kitap ise Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür adıyla İletişim Yayınları tarafından basıldı. 

Sergide özel olarak incelenen vakaların yanı sıra, günümüze kadar dilenmiş olan resmî özürlerin kapsamlı bir haritası da yer alıyor. Elazar Barkan ve Graham G. Dodds'un danışmanlığında hazırlanan, tasarımcı ve sanatçı Mahir M. Yavuz'un görselleştirdiği bu özel proje, resmî özürleri, tarihsel bağlam ve mekân ilişkisi üzerinden ele alıyor.
Türkiye neden yok?

Günün erken saatlerinde geldiğimden, Tophane Tütün Deposu’ndaki serginin doğal olarak o günkü ilk ziyaretçisiydim. 

Üç katlı binanın iki katı, Açık Toplum Vakfı veAnadolu Kültür tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen sergiye ayrılmış vaziyetteydi. Özel bir ışıklandırma ile aydınlatılan Almanya'nın tarihe geçen eski şansöylesi Willy Brandt'ın Varşova Gettosunun önünde diz çöktüğü o ünlü fotoğraf dikdörtgen biçimindeki salonun tam ortasındaydı. Sağında Srebrenitsa Katliamı, solundaysa Kanlı Pazar için özür dileyenİngiltere Başbakanı David Cameron'ın videosunun döndüğü Britanya bölümü yer alıyordu. 

Diğer köşelerde; ABD'nin Amerikalı Japonlardan özrü ve belgeleri, Fransa'nın bir türlü gelememiş özrünün tarihi arka planının fotoğraflarla gösterildiği kısım, Bulgaristan'ın Türklere yaptıklarının anlatıldığı birkaç videonun yer aldığı panolar ve boş bir duvar. Sergiye adını veren yüzleşme ve özür sözcükleri olunca salonda genişçe bir yer kaplayan boş duvarın Türkiye'ye mi ayrıldığı sorusu geçti aklımdan. 

Yakın Türkiye tarihinin kanlı geçmişinde önemli yer tutan Ermeniler, Aleviler ve Kürtler ile 6-7 Eylül olaylarında Rum ve Yahudilerin başlarına gelenleri düşününce, bu çalışma Türkiye’de yaşayanlar için olanlarıyla değil olmayanlarıyla konuşulacak bir sergiydi.

Geçmişle yüzleşme deneyimlerini ve özür dileme eylemini, toplumların ortak demokrasi kültürünü oluşturma mücadelesi bağlamında ilişkisel olarak ele almaya çalışan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisi tam da bu nedenle Türkiye'de çok önemli bir misyonu üstleniyor. Dünya tarihinden sekiz vakaya yakından bakarak geçmişte yaşanan hak ihlalleri, katliamlar, soykırım ve insanlık suçlarıyla devletlerin nasıl yüzleştikleri, hangi süreçlerden geçtikleri, nasıl özür diledikleri ve dilenen özrün anlamı üzerine düşündürtmeye çalışan serginin teması olan geçmişle yüzleşme ve özür, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz ve nasıl bir ortak gelecek kurmak istediğimizle de ilgili. 

Ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı İletişim Yayınları tarafından basılan sergiyle aynı adı taşıyan kitabın editörü ve bu önemli çalışmanın program koordinatörü Asena Günal sorularımızı yanıtladı.

Kitap boyunca birçok ülkeden vaka incelemeleriyle karşılaşıyoruz ve çalışma bitmemiş bir hava taşıyor. "Sanki sıra Türkiye'de" der gibi bir ifade var. Amaç bu soruyu okuyucuya sordurmak sanırım değil mi?
Aslında evet, uluslararası örneklere bakmanın yararlı olacağını düşündük. Türkiye'nin de yapması gereken şeyler olduğuna inanıyoruz. Bu soykırımları ve katliamları yapanların bulunması, yargılanması ve cezalandırılması da hesaplaşmanın bir parçası. İşte bunun için bazı vicdan mekânları, hafıza mekânları kurulmasının uygun olacağını düşündük. Tüm bunlar bize geçmişi hatırlamak için imkân sağlayacak girişimler. Biz Türkiye de bunu yapsın diyoruz. 

"Türkiye var. Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum."

Kitapta ve sergide Türkiye yok ama aslında var. Ben Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum. Avustralya'daki Aborjinlerin beyazlaştırılmasını Türklerin Kürtlere yaptıklarıyla bağdaştırıyorum. Kimi ülkelerde yaşanan toplama kamplarında Aşkale'yi görüyorum mesela. Aslında kitapta bahsi geçen tüm vakalar Türkiye'yi anlatmadan hatırlatan şeyler. Bu nedenle sergideki görselleri seçerken bile Türkiye'yi hatırlatacak olanları seçtik. Sizin de bildiğiniz o ünlü Kanlı Pazar fotoğrafı Gezi'yi anımsatıyor. Bizim amacımız tüm anlatmaya çalıştıklarımızın akabinde siyasette yaşananların sivil toplumun ne kadar gerisinde olduğunu yansıtabilmek. Bu çalışmayla "Sen de adım at artık Türkiye" diyoruz kısacası.

Kitapta hukuk, psikoloji, felsefe gibi çok çeşitli alanlardan uzman isimlerin imzası var. Neden?
Soykırım, katliam gibi konular hukukun, psikolojinin, sosyolojinin, felsefenin de çalışma alanında olduğu için, zaten bu konuyla ilgili çalışmalar yapan bu isimleri özellikle seçtik.

Makalelerin arasında Yıldız Ramazanoğlu'nu da rastlıyoruz.

Evet, geniş bir kitleye seslenmek istedik. Daha önce bu konuda yazan, bilinen insanların yanı sıra AKP çizgisine daha yakın kitleye de seslenmek istiyoruz. Ben Yıldız Ramazanoğlu'nun da olmasını istedim özellikle. Çünkü İslami perspektiften baktığımızda da özür çok önemli bir yere sahip. Öte yandan güncel siyaset konusunda yazan Yetvart Danzikyan'ın da bir makalesi var kitapta. Bilgi Üniversitesi'nde görev yapan ve bu tür konularla ilgilenen Hukuk profesörü Turgut Tarhanlı ile psikoloji doçenti Murat Paker’den de destek aldık.

"Özür, bağlayıcı bir niteliğe sahip." 


Yetvart Danzikyan makalesinde özür kelimesinin üzerinde özellikle duruyor ve Türkiye'nin (Ömer Çelik'in açıklaması üzerinden) "oldu bir kere" diyerek ısrarla özür kelimesinden kaçındığını söylüyor. Nedir bu özür kelimesindeki sihir?

Doğal olarak özür kelimesinin bağlayıcı bir niteliği var. Bunun ferdi özürden ayrı bir tarafı olduğunu söylemeye gerek yok. En başta resmi bir ifade bu ve resmi olan özür törensel bir şekilde dileniyor. Dev ekranlar kuruluyor önemli meydanlarda. İnsanlar toplanıyor. Canlı yayında başbakan televizyonda bir özür metni okuyor. Yani bu işin bir ritüeli var. Bu özür aynı zamanda bir sözü de bünyesinde barındırıyor. 'Ben özür diledim' diyerek kenara çekilemiyorsunuz. Özrün hukuki ve maddi gereklerini yapmak durumundasınız.

Kitabın önsözünü İshak Alaton'un yazmasının nedeni nedir?

Aynı zamanda projenin fikir babası olan İshak Alaton’un 6-7 Eylül'de yaşadıkları çok trajik. Nitekim kendisi özür meselesiyle bir zamandır ilgileniyordu. Açık Toplum Vakfı'nın yönetim kurulu başkanı olarak serginin kitaplaşmasını öneren de kendisidir.

Şili'nin Eski Başkanı Patricio Aylwin halkından özür dilerken, "Yalanlar şiddetin bekleme odalarıdır. Bu nedenle de barışla bağdaşmazlar" demiş. Özür barışmanın teminatı mıdır her zaman?
Tabii ki hayır. Biz özre öyle bir anlam yüklemedik. Özür dilendiğinde her şey hallolur gibi bir şey söylemiyoruz. Özür bu manada her şeye ilaç değil. İçinde cezalandırma, hakikat komisyonları ve müzeleri de barındıran daha geniş bir alanın parçası. Mesela ne zamanki Britanya, IRA ile barıştı ondan sonra özür meselesi gündeme geldi. Aslında özür barışı mümkün kılıyor değil. Bazen de barış, özrü mümkün kılabiliyor. Birbirine hazırlamak gibi anlaşılmamalı. Özür ve barış at başı gidebilir. İngiltere ve Şili'de hazırlanan samimi raporlardan sonra atılan adımları örnek verebiliriz bu duruma.

Türkiye'de bu yönde raporlar hazırlamak için bir komisyon kurulması lazım o zaman.
Bu zaten Kürt meselesinde çok tartışılıyor. Bir hakikat komisyonun kurulması lazım. Bunun için Hafıza Merkezi adıyla faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşu var. 1990’lı yıllarda gözlatında kaybedilenlerle ilgili bir veri tabanı, hafıza arşivi oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun her alan için yapılması gerekir.

Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir

Peki bu bağlamda Tanıl Bora'nın, kitapta yer alan makalesinde bahsettiği "hafıza arşivi" ne demek?
Hafıza arşivi; kim, kime karşı, ne yaptı; onu ortaya çıkarmak demek. “Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir” sözünü anımsayacak olursak hafıza arşivi faillerin ortaya çıkarılması, cezalandırılması konusunda çok mühim genel bir çalışmayı ifade ediyor. Kimi özür örnekleri ne yazık ki bu sağlamaktan uzak gibi görünüyor. Yetersiz ve yapmacıklar.

Srebrenitsa'da olduğu gibi mi?

Evet, oradaki annelerden birinden kitapta bir alıntı yaptık. O anne diyor ki; "Bu özür benim için bir anlam ifade etmiyor. Ben oğullarımın, kocamın katillerinin bulunmasını istiyorum." Faillerin ortaya çıkarılmayıp gereken cezanın verilmediği ve onların ellerini kollarını sallayarak normal hayatlarına devam ettikleri bir "özür sonrası ortam" ne yazık ki bir şey ifade etmiyor. Özür, sonrasında yapılması gereken tahkikat ve cezayla birlikte yürümesi gereken bir adım.

Ünlü Alman Filozof Karl jasper,"Dünyada insanlar hakkımızda ne düşünüyor" diyerek özre yöneldiğimizi iddia ediyordu. Reelpolitik olarak değerlendirdiğimizde doğruluk payı taşısa da sizce sorumluluk perspektifinden baktığımızda özür bu denli kolay sınırlandırabilecek tek taraflı bir deneyim midir?
Burada ben daha çok reelpolitik ve etik karşıtlığına değinmek isterim. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü sadece reelpolitik bir anlama sahip değil. Etikle de ilgili. Bence burada reelpolitik hesaptan çok etik bir nokta var. Ahlaklı olmak için yapılması gereken şeyler gibi. Aslında bu Elezar Barkan'ın yazısında daha geniş bir biçimde var. O makalesinde "Yeni Uluslararası Moral"den bahsediyor. Bu tanıma göre ulus-devletler bir şeyler yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar, geçmişleriyle yüzleşmek zorundalar. Şu anda yaşanan eşitsizlikleri giderme yönünde bir adımdır bu. Çünkü birilerinden özür dilemek aslında onları eşitin kabul etmektir.

Hatta Willy Brandt'ın yaptığı gibi önünde eğilmektir.

Aynen. Aslında eşit konuma gelmek demokrasiyle de ilgili. Sadece etik ve reelpolitikle değil. Mesela Sırbistan'ın özrü tamamıyla reelpolitik.

Haberin devamı için:
http://www.habervesaire.com/news/yuzlesme-ozur-ve-turkiye-2614.html