29 Aralık 2013 Pazar

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali Belgeselinin Yönetmeni Metin Avdaç ile

Metin Avdaç'ın yönetmenliğini yaptığı Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali belgeseli, büyük yazarın kısa fakat dolu geçen fırtınalı ömrünü gündeme getiriyor. Ölümü hala aydınlanmamış yazarın belgeselini "vefa borcu" nu ödemek için yaptığını söyleyen Avdaç'la, belgeselcilik, belgeselin dağıtımındaki sıkıntılar, ilgisizlik ve Sabahattin Ali hakkında, Barış Manço Kültür Merkezinde organize ettiği ikinci toplu gösteriminden sonra konuştuk.

Geçen sene ilk gösterimi gerçekleştirilen, fakat maddi imkansızlıklar yüzünden dağıtımında sıkıntılar  yaşanan Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali  belgeselinin yeniden gösteriminin yapılacağı Barış Manço Kültür Merkezindeki sinema salonundayım. Gösterimin başlamasına çeyrek saatten az bir zaman kalmış olmasına rağmen, kapısı kapalı salonun önündeki koltukta bekliyorum.  Gösterimin başlamasına dakikalar kala insanlar tek tük  gelmeye başlıyor.Bu nedenle az fakat ilgili bir insan topluluğunun koridordaki vızıltısı giderek artıyor. Sonra salona alınıyoruz. Yüz kişilik salonda koltukların yarısı boş.

Gösterimden sonra belgeselin yönetmeni, yapımcısı Metin Avdaç, izleyicilerin sorularını yanıtlıyor. Eleştirileri cevaplayıp herkes gittikten sonra bomboş salonda Metin Avdaç'a röportaj randevumuzu hatırlatıyorum. Tam bu esnada içeri bir güvenlik görevlisi girerek, biraz sonra bir tiyatro provası yapılacağını bildiriyor. Yüzyüze konuşabileceğimiz bir yer bulamayınca sahnenin köşesine oturuyoruz.

Neden Sabahattin Ali?
Sabahattin  Ali hiç usumda olan bir isim değildi. Sabahattin Ali belgeselini yapmak sürpriz oldu diyebilirim.
Afyon Kocatepe Üniversitesinden dönerken yolculuk sırasında bu fikir ortaya çıktı. Bu film bana Ali hakkında çok şey öğretti. Bundan önce Sabahattin Ali'i çok iyi bilmezdim. Belgeselin yapım aşamasında sürekli romanlarını, şiirlerini ve öykülerini okudum. Fakat Ali'de daha baştan beni çeken tabiri caizse adam gibi bir duruş vardı. Karakteri de ilgimi çekmişti. Nüktedan, insan aşkıyla dolu ve aynı zamanda politik idealleri de olan bir yazardı. Aynı zamanda o fırtınalı dönemlerde sözünü esirgemeyen, yüreği ile dilinin aynı olduğu, dik başlı bir insandı Ali. Belgeseli çekmeye karar verdikten sonra okumalarımı hızlandırdım. Sabahattin Ali'nin hayatında yer alan insanlarla görüşmeden önce konumda derinleşmek şarttı. Daha sonra kızı Filiz Ali ile tanıştım ve böylelikle Ali'nin hayatına dolaylı da olsa dahil olmuş oldum. Bu nedenle Sabahattin Ali'nin belgeselini yapmaktan gurur duyuyorum. Aynı zamanda bu belgeseli yapmak, onu hatırlayarak, vefa borcunu ödemektir. Türkiye, Sabahattin Ali'ye çok şey borçlu çünkü.

Bugünkü gösterimde salondaki koltuklar bile dolmadı. Belgeselinize ilgi gösterilmediği için mi yeni bir gösterim yaptınız?  Bu sizin belgeselinize karşı bir tavır mı? Yoksa genel olarak Türkiye'de belgesellere karşı bu yönde genel bir tutum mu var?
Öncelikle böyle kritiklerden hoşlanmam ama şunu söylemeliyim. Bizim insanımız belgesel sinemaya karşı kendini tam manada geliştirmiş değil. Yani sinemaya gidip belgesel izlemek gibi bir alışkanlığı yok. Bildiğiniz üzere gazete okuma alışkanlıklarında da bunu görüyoruz, spor sayfalarına baktıkları kadar kültür-sanat sayfalarına bakmıyorlar. Bu bilinen bir şey tabi. Belgeselime gelince, hiç ilgi olmadığını söyleyemem. Kimi gazeteler ilgi gösterdiler. Ama ana akımda yer alan gazetelere defalarca bülten göndermeme rağmen herhangi bir geri dönüş alamadım, alamıyorum. Medyanın ilgisizliği had safhada olunca ki medya bir bildiri ve reklam vasıtasıdır sinemada, halkımızın da haberi olmuyor. Ben de elimden geldiğince sosyal medya üzerinden sesimi duyurmaya çalışıyorum.

Bir reklam sıkıntısı var o zaman?
Şimdi ben bu belgeselin nasıl reklamını yapayım. Zaten tırnağımızla kazıyarak ortaya bir şeyler çıkarmaya çalıştık. Bir de reklam için bir kaynak ayırmamız imkansızdı. Tabi burada toptancı olmamamız da gerekiyor. Bazı medya kuruluşları Sabahattin Ali gibi önemli bir ismi atlamak istemedikleri için haberlerimizi yaptılar. Oradan dem vurdular yani. Ama yeterli değildi tabi.

Buradaki seyirci sıkıntısına geri dönecek olursak, bugün gösterimi gerçekleştirdiğimiz salon bile dolmadı.
Aslına bakarsanız, bunu fazla yadırgamıyorum artık. Kimi büyük festival filmleri bile Türkiye'de bazen seyirci bulamayabiliyor. İnanır mısınız? Bugün ben yine de mutluyum. Salon dolmasa da 40-50 kişi filmi izlemeye geldi.  Mesela Zeki Demirkubuz'un Kader filminin ilk gösterimini üç kişiyle izledik. Bu bir utançtır. Kader gibi insan ilişkilerini bu denli iyi anlatan ve gerçeğe oldukça yaklaşan bu filmin birkaç kişiyle izleniyor olması yüz kızartacak bir şeydi. Mesela TV8'i Acun Ilıcalı aldı ve Ilıcalı'nın açıklamalarına bakınca kanalda habere yer verilmeyeceğini, salt eğlenceye yöneleceklerini söyledi. Halkı uyutacak mükemmel bir kanal ortaya çıkmış olacak böylelikle. Sinema ve kültür-sanatsız sadece reality showlarla yürüyen bir kanal olan TV8 Türkiye'deki görsel sanatlardan beklenileni  çok güzel yansıtıyor.

Medyadan bahsetmişken aklıma sponsorluk geliyor. Belgeseliniz için herhangi bir sponsor bulabildiniz mi? 
Güzel bir soru sordunuz. Özellikle böyle belgesellere sponsorluk almak daha da güçleşiyor. Çünkü hedef kitle düşünüldüğünde, kimi büyük firmalar reklamlarını yapamayacaklarını düşünüyorlar. Bu nedenle bu türde belgesellere bir sponsor bulabilmek oldukça zor oluyor. Biz Sabah Yıldızı için kimi münferit yardımlar aldık. Ben İFSAK üyesiyim. İFSAK'taki yönetim, sağ olsun, ışık kitini verdi. Şişli Belediyesi bir haftalığına bir araç tahsis etti. O da Ali Kocatepe'nin aracılığıyla oldu. Yoksa o aracı olmasa bu yardımı alamazdık. Aydın'a, Kırklareli'ne gittiğimizde belediyeler ulaşım konusunda yardımcı oldular.

Berlin'deki çekimleri nasıl gerçekleştirdiniz?
Tamamıyla kendi kredi kartımdan. Orada hiçbir destek alamadık. Tek başıma gittim, ekibim gelemedi. Çekimlerin hepsini izinsiz yaptım. Bildiğiniz gibi bazı yerlerde çekimlerden önce izin almanız gerekiyor. Ben kimseden izin almadan tripotumu kurdum ve bir turist gibi çekimlerimi gerçekleştirdim. Yoksa izin almış olsaydık, onun bir maliyeti olduğunu belirtmeliyim.

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali'ye  Ertuğrul Günay' da destek olmuş. O nasıl oldu?
Kültür Bakanlığı'na bağlı Sinema Genel müdürlüğü yılda birkaç defa seçilmiş uzun metrajlı filmlere ve belgesellere yardımda bulunuyor. Bir de gizli ödenek dediğimiz bir ödenek varmış. Şu anda o kalktı. Benim bu gizli ödenekten haberim oldu. Bunun üzerine ben  bu açık ve kapalı ödeneklerin her ikisi içinde birer dosya gönderdim bakanlığa. Açık olan ödenek biraz uzun sürüyordu görüşmeleri, bu nedenle ondan pek umudum yoktu. Aynı zamanda vaktim de yoktu. Gizli ödenekte benim dosya görüşülmüş, fakat içeride hiçbir kontağım olmadığı için dosya reddedilmişti. Fakat ben yılmadım. Bakan müsteşarıyla, özel kalem müdürlüğüyle bağlantı kurdum. Ama yine bir sonuç çıkmadı. Kapıdan giriyorum, pencereden atıyorlardı beni.  Kara Altından Altın Mikrofona belgeselinden kazandığım parayı Sabah Yıldızı'na harcadığım için elimde avucumda bir şey kalmamıştı. Destek şarttı. Sonra birgün orada çalışan memurlardan biri bana başkana direkt olarak mektup yazmamı tavsiye etti. Çünkü bakana gönderilen mektuplar, Ertuğrul Beye ulaştırılmak zorundaymış. Bunun üzerine ben de meramımı anlatan güzel bir mektup yazıp Günay'a gönderdim. Böylelikle bakanlıktan 50 bin TL yardım almış oldum. Bununla beraber tüm belgesel  120 bin TL'ye mal oldu.

Filminiz sinema salonlarında yer aldı değil mi?
Evet, çok sınırlı yerde de olsa gösterimler yaptık. İstanbul'da Majestic, Ankara'da Büyülü Fener, İzmir'de İzmir Sineması'nda gösterimi yapıldı. Sadece bu üç sinemada bir hafta gösterildi. Hepsi o kadar. Para olmayınca, dağıtımcı da olmuyor, dağıtım olmayınca ancak bu kadar göz önünde kalabiliyorsunuz. Şimdi Tiglon ile görüşüyoruz.

Yani Sabah Yıldızı dvd olarak satışa çıkacak. Yanılıyor muyum?
Tiglon işe ticari yaklaşıyor doğal olarak. Belgeselin dağıtımını kabul etseler memnun olurum.  Kabul etmezlerse ben kendi yoluma devam ederim.

Peki, belgeseliniz herhangi bir ticari dağıtım olanağı bulamazsa, Vimeo veya Youtube gibi kanallar vasıtasıyla paylaşmayı düşünür müsünüz?
Size az önce de söylediğim gibi bu belgeselin bana bir maliyeti oldu. En azından gelecekte yapacağım projelerim için bir birikime ihtiyacım olacak. Video sitelerine biraz daha var sanırım. Tiglon ile bir anlaşmaya varılamazsa ücretli sitelere yönelebilirim. Kredi kartıyla film izleyebildiğiniz sitelerden bahsediyorum.  Ama her şeyden önce filmin raflarda yerini almasını istiyorum. Bu  arşiv açısından da çok önemli.  Ayrıca şunu da belirteyim. Özel davetler üzerine üniversitelerde de gösterim yapıyorum. Hacettepe Üniversitesi'nde önümüzdeki günlerde ücretsiz bir gösterim yapacağız.

İşin ekonomik boyutundan belgeselin  içeriğine geçmek istiyorum. Her yaşam öyküsü belgeselinde yönetmen karakterine ne ölçüde objektif yaklaşmaya çalışsa da, en nihayetinde ortaya çıkan yönetmenin kendi gördüğü, yarattığı oluyor. Siz Sabahattin Ali'ye nasıl yaklaştınız bu manada?
Ben belgeseli yapmadan önce cumhuriyetin ilk dönemlerinden alarak öldürülen aydınlara odaklanmak istemiştim. Mustafa Suphi'lerden başlayıp, Hrant Dink'e kadar katledilen aydınların belgeselini yapacaktım.

Yani Sabah Yıldızı'nın arkasında siyasi bir duruş var?
Evet, Ali bir omurgadır. En trajik katledilenlerden biridir. Büyük bir edebiyat ustası olmasına karşın, aynı zamanda kalemi siyasi anlamda sivri biridir. Ben ilk belgesel tasarımlarımda  odağa Ali'yi alarak öldürülen aydınlara genel bir göz atacaktım. Ama sonradan gördüm ki, sadece Sabahattin Ali olayı bile her şeyi anlatmakta yeterli olacak. Belgeselin sonuç bölümünde öldürülen ve kaybolan kimi aydınlara göndermeler olmakla birlikte, işin rengi kaçmasın düşüncesiyle bunu olabildiğince kısa ama öz tuttum.

Belgeselinizi daha önceden izleyen insanların bazı eleştirilerini de size sormak isterim.  Ölümüne çok fazla odaklanıldığı fakat Sabahattin Ali'nin yaşarken yaptıklarına yeterince değinilmediği yönündeki bir eleştiriyi nasıl cevaplarsanız?
Sabahattin Ali'yi bilen kişi zaten eserlerini tanıyor. Nitekim belgeselde eserlerini dile getirdik. Alıntılar yaptık. Şiirlerini paylaştık.  Dikkat ederseniz ben Sabahattin Ali'yi anlatmadım. Ali kendini mektupları vasıtasıyla anlattı.  Aşkları vasıtasıyla anlattı. Ayrıca halkın en çok ilgisini çeken nokta Ali'nin nasıl öldürüldüğüdür. Ben onun eserlerini biliyorum diyor izleyici. Bana onun cinayetini anlat. Sanırım izleyici bunu bekliyor. Bu eserlerini, yaşadıklarını beklemediği anlamına gelmiyor ama bu cinayet daha çok dikkatlerini çekiyor. Bence ölümü ve hayatı yarı yarıya yer aldı belgeselde. Cinayetin göze batması sizin de bildiğiniz gibi çok normal.

Naçizane benim de bir eleştirim olacak. Sabahattin Ali'nin, eşi Aliye Ali ve kızı Filiz Ali ile olan ilişkisine çok az yer verilmiş. Bence Sabahattin Ali'nin özellikle kızı ve eşiyle olan ilişkisine ve yaşadıklarına daha çok yer ayrılmalıydı. Bir "baba" olarak Ali eksikti belgeselde.
Ben Aliye Ali'nin sesini kullanmayı çok isterdim.  Aliye hanım 1998'de hayatını kaybetmiş. Nitekim Aliye hanım evlilik dönemlerinde çok mutlu olmamış. Yaşadıkları çok hüzünlüdür. Bu nedenle mutlu olmayan bir kadının özel hayatını yansıtmak istemedim. İnsanların bu anlamda rahatsız etmek istemedim.

Filiz Ali'nin babasıyla ilişkisi noktasında ne  söylemek isterdiniz? Filiz Ali bana çok mükemmel bir baba-kız ilişkileri olduğundan bahsetmişti kendisiyle tanıştığımda.
Filiz Ali babam benle çok ilgilendi diyor. Evet, çok derinlerine inilmese de o noktaya kısaca değindiğimi söylemeliyim.  Sizinde az önce söylediğiniz gibi herkesin kafasında kurduğu bir Sabahattin Ali'si var ve bundan dolayı her şeyi belgeselde işlemiş olsaydık,  filmin üç-dört saati bulması gerekirdi. İki saat süren bir belgeselde tabi ki bazı şeyler eleniyor ya da daha az işleniyor. Doyumluk olmasa da tadımlık olsun dedim.

Büyük bir yazar olan Sabahattin Ali'yi, büyük yapan şey neydi? Bu noktanın da gözden kaçırıldığı eleştiriler arasındaydı. Kimleri okurdu, yazma serüveni, etkilendiği yazarlara yeterince yer vermediğiniz yönünde ne söylemek istersiniz?
Alman ve Rus Edebiyatı'nın etkilerinden az da olsa bahsediyoruz. Ama bunlar teknik konular olduğu için olabildiğince az vermeye çalıştık.

Belgeselde önemli birçok  isimle röportaj yapmışsınız. Ancak bir edebiyat eleştirmeni ya da tarihçisi dahil edilmemiş, Sabahattin Ali'nin Türkiye Edebiyatındaki yerini sorgulayan bir bölüm göremiyoruz.
Sabahattin Ali'nin edebiyatının nereden gelip, nereye gittiği ve onun bir eleştirisini doğru bulmam. Hem teknik bir konu olduğu için benim haddim olmadığını düşündüm, yani Sabahattin Ali'nin edebiyatını büyüteç altına alacak yeterlilikte görmedim kendimi. Bunu yapmaktan kaçındım. Neler yazdığını söyledim, alıntılarla paylaştım. Ama onun yazın serüveni çok farklı bir kulvar olacaktı. Siz de haklısınız, Sabahattin  Ali gibi bir ismin belgeselinden bile beklentiler çok büyük olacaktır. Herkesin aradığı noktalar var ve ben de elimden geldiğince kotararak vermeye çalıştım.

Sinematografik olarak belgeselin eleştirildiğini söyleyebilir misiniz? Bu anlamda daha iyisini yapabilir miydiniz?
Kesinlikle, ben  hatalarımı görüyorum. Ekibimdeki hiçbir ismin sinema açısından yeterli olduklarını söyleyemem. Hepsi benim eşim dostum. Edebiyatçı bir kadın arkadaşıma mikrofonu tutturdum mesela. Kızcağınızın gücü o uzun sopayı tutmaya yetmiyordu. Ses konusunda da sıkıntılar var. Bir sesçinin günlük olarak maliyeti var. Ben bunu karşılayamazdım. Kameraya bağlı bir mikrofonla ses aldım. Bu nedenle ses konusunda kulağı çok tırmalamasa da hatalar oldu tabi. Edremit'de sokağın trafiğe kapatılması gerekiyordu. Zamanımız ve gücümüz olmadığı için sokaktan geçen arabaların sesleri çok olmasa da mikrofona yansımış. Montajda da hatalar var. Bunu da biliyorum. İyi bir kameramın ve görüntü yönetmenim olsaydı, çok daha iyi bir iş çıkmış ortaya çıkarmış olurdum. Ancak New York'ta yaşayan belgeselci bir arkadaşım şunu söylemişti bana geçenlerde. Belgesel her zaman için hatayı kabul eder, önemli olan bir hikaye anlatabilmektir.Belgeselin bakış açısı ve bir dili olması ki ben bunu yaptığıma inanıyorum, bu hataları kabul edilebilir kılıyor.

Metin Avdaç
1962 yılında Batman’da doğdu. Çocukluk döneminde sinemaya olan tutkusu, yıllar sonra fotoğraf çekmeye yönlendirdi. 1998 yılında İFSAK’ta fotoğraf kursu alınca, daha disiplinli fotoğraflar çekmeye başladı. Belgesel fotoğrafçılığa önem veriyor. Doğa ve yaşam üzerine fotoğraflar çekiyor. Beş belgesel çalışması yaptı: 2002 yılında “Işığımızın Emekçileri” ve 2003 yılında “Torakçılar” ve 2004 yılında “Beyaz Saray”. 19. İFSAK Fotoğraf Günleri içinde yer alan 8. Dia gösteri yarışmasında “Torakçılar” başarı ödülü aldı. Ulusal ve Uluslararası fotoğraf yarışmalarında ödül ve sergilemeleri bulunuyor. Son olarak Sabahattin Ali'nin yaşam öyküsünü anlattığı Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali belgeseline imza attı.

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESEL FİLMLER
Sabah Yıldızı - 2011
TRT Belgesel Ödülleri, Ulusal Profesyonel Kategori, Finalist. 2012
Antalya 49. Altın Portakal Film Festivali, NTV Dünya Belgeselleri Bölümü Gösterim. 2012
Kara Altından, Altın Mikrofona - 2009
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Belgesel Film Yarışması, Finalist. 2009
TRT Belgesel Film Yarışması, Ulusal Profesyonel Dal, Birincilik Ödülü. 2010
Çotanak Yolunda - 2008
Torakçılar - 2006




Cemal Uşşak (Habervesaire)

Cemal Uşak: “Başbakan ismimizi doğrudan söylemediği sürece üzerimize alınmayız”

cemal uşak
Cemal Uşak’a göre iktidar, Cemaat'in düşman olduğuna inandırılmış. Ama Başbakan Erdoğan doğrudan söylemediği sürece Cemaat, “Dış güçlerin Türkiye’deki yardımcıları” sözünü üzerine almayacak.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) Mütevelli Heyeti Üyesi Cemal Uşak’a göre Başbakan Tayyip Erdoğan, “Dış güçlerin Türkiye’deki yardımcıları” sözüyleGülen Cemaati'ni kast etmiyor. Erdoğan’ın sözlerinden niyet okuması yapamayacağını söyleyen Uşak, “Tayyip Bey’de çok sarih söylemediği müddetçe bu ithamları üzerimize almayız” görüşünde. 

Silahtarağa Cemiyeti
’nin davetiyle "Hizmet Hareketi" konulu toplantıda  İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğrencilerle bir araya gelen Uşak, 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonunda Gülen Cemaati’nin parmağı olduğunu söyleyenlerin yanıldığını dile getiriyor: “Ortada bir yolsuzluk iddiası varken, bu operasyonu Cemaat’in yaptığını söylemek iftiradır.” 

“Soruşturma açılabildiğine göre savcıların elinde çok kuvvetli belgeler var”


İşin ucunun bakan çocuklarına kadar uzandığı bir soruşturmanın gerçekleşmesinin Türkiye şartlarında kolay olmadığını da belirten Uşak “Bu nedenle yargının kendisini moral olarak güçlü hissetmesi lazım. Ama bu soruşturma açılabildiğine göre savcıların elinde çok kuvvetli belgeler olduğu muhakkak. Aksi takdirde bunu yapan kişi Türkiye şartlarında başına ne geleceğini çok iyi bilir. Eğer bir ihbar gelmişse ve bunun dayanakları varsa, bu yönde bir soruşturma yapmamak görevi kötüye kullanmaktır. Burada öncelikli muhatap kolluk kuvveti değil, savcıdır” diyor.

Gülen Cemaati lideri ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen’in yolsuzluk ve Emniyet’teki atamalar için beddua etmediğini de sözlerine ekleyen Uşak, Gülen’in bedduasının nedenini uzun bir sürece dayandırıyor: 

“Bu beddua yolsuzluk ya da emniyetteki atamalarla ilgili değil. Birkaç senedir devam etmekte olan tasarrufların, uygulamaların üzerine edilmiş olduğunu düşünüyorum o bedduanın.”

cemal uşak şahnacı“İktidar Cemaat’i düşman görüyor”

İktidarın son birkaç senedir cemaati kendisine düşman gördüğünü ve buna inandırıldığını söyleyen Uşak, “Otorite adeta iki üç senedir şuna inandırılmış: Bu hareket ya da bu camia benim düşmanım. Bana tavır alıyor. İktidar emniyetteki, yargıdaki kişilerin kendisine karşı tavır aldığını düşünüyor.  Şu ana kadar yüzlerce, belki binlerce öğretmen, polis, bürokrat, yargı mensubu hallaç pamuğu gibi oradan oraya tayin ediliyor, görevden alınıyor.  Mesela birçok kez doğuda görev yapmış kimi memurların tekrar tekrar doğuya sürülmesi Hoca Efendi’yi de rahatsız etti. Asıl mesele otoritenin camiayı düşman telakki etmesinden ileri geliyor” dedi.
Yazının devamı için:

Kalaşnikof: Sadece silah değil (Habervesaire)

Kalaşnikof: Sadece silah değil

GündemAbidin Önder Öndeş,   
kalaşnikof
Batı’yla Doğu’nun, egemenle ona direnenin kanlı mücadelesinin sembolü... Mucidi Mikhail Kalaşnikof’u önceki gün 94 yaşında yitiren AK-47, silahtan öte bir kimliğe dönüşmüştü.
Kalaşnikof sadece bir tüfek değil. O dünya tarihini değiştirmiş, simgeleşmiş bir silah. Modern çağın Ekskalibur'u. Hayatlar değiştirmiş alaycı bir yangın, canlar almış bir katil, milyonlarca kez satılarak üretici ülkelere milyar dolarlar kazandırmış bir nimet. Bu nedenle Kalaşnikof sadece bir silah değil . Kendine ait bir tarihi yaratmış lambadaki cin.

Çocuk yaşta edindiğim bir izlenim kafamda dolanır durur. Bir akşam haberi bu. Kötü bir çekimin el verdiği ölçüde “terörist” olduğu söylenen insanlar gösteriliyor televizyon ekranında. Ellerinde daha sonra binlerce kez daha göreceğim bir tüfek var. Sıraya dizilmiş bir halde dağın sırtı boyunca yürüyorlar.

Akranlarım kalaşnikofu muhtemelen ilk olarak bu haberlerde görmüş olmalı. Silah teknolojisiyle hiç ilgisi olmayan insanların bile tanıdığı ve belki de dünyada kılıçtan sonra en ünlü saldırı aracıdır kalaşnikof. Bu müthiş ve korkunç üne hayat veren mucit Rus Mikhail Kalaşnikof önceki 94 yaşında öldü. Ölmeden birkaç ay evvel bir muhabirin kalaşnikofu icat ettiği için pişman olup olmadığını sorması üzerine bu silahı vatanını korumak için geliştirdiğini söylemiş, herhangi bir pişmanlık duymadığını belirtmişti. Kalaşnikof pişmanlık duysun ya da duymasın, icat ettiği ve ülke bayraklarında sembol olabilecek kadar güçlü bir psikolojik etkiye sahip otomatik saldırı tüfeğini kimileri eşi bulunmaz bir kahraman, kimileri de azılı bir katil olarak görüyor. 

Katilin avantajı


Kalaşnikofun kısa fakat etkili tarihini AK-47: The Story of a Gun (AK-47: Bir Silahın Hikâyesi) adlı kitabıyla mercek altına alan Micheal Hodges, dehşet saçan bu tüfeğin avantajlarını şöyle dile getiriyor: 

"Kalaşnikofun gücü basitliğinden ileri geliyor. Sadece sekiz hareketli parçası var. Bu onu hem kolay kullanır kılıyor, hem de ucuz. Gerçekten çok kısa bir eğitimin ardından, çocuk ya da yetişkin herkes dakikada 650 mermi ateşleyebilecek düzeye gelebiliyor. AK-47 aynı zamanda bir dakikanın altında bir sürede tamamıyla parçalanabilir ve temizliği de bu nedenle çok kolaydır. Her iklim koşuluna rahatça uyum sağlar. Karda ya da çölde hiç fark etmez. İlginçtir ki bir AK-47 hemen hiç temizlenmemiş olsa bile, muhtemelen bir çatışmada rakibinizi baskı altında tutmanıza yetecek kadar performans gösterecektir."
"O kendisine üç numara büyük gelen haki renkte pamuklu bir pantolon giyiyordu. Üzerindeyse Mickey Mouse'un resminin olduğu bir tişört vardı. Sağ elinde namlusunu kavradığı bir kalaşnikof tutuyordu."

Robert Fisk, (Pity Of Nation)
Bu nedenle bulunmaz Hint kumaşı olarak görülmüş olmalı ki geliştirildiği 1947'den beri 100 milyonun üzerinde satmış. Sadece Suriye'deki iç savaşta değil, geliştirilmiş ve modernize edilmiş muadilleriyle birlikte resmi olarak 80'e yakın ülkenin silah envanterinde yerini uzun yıllar önce almış. Yani bu 80 ülkede standart piyade saldırı tüfeği olarak erlere herhangi bir çatışma durumunda verilmesi öngörülen tüfek hâlâ AK-47.


Yazının devamı için:
http://www.habervesaire.com/news/kalasnikof-sadece-silah-degil-2642.html

25 Kasım 2013 Pazartesi

Güvenlik (Yazan: Kağan Sezgin)

Sevgili dostlarım benim durduğum, münzevi dönemlerimde de üretmeye devam ediyorlar. Yazılarını bana gönderep bloguma koymamı istiyorlar. Bu blog pek bir halta yaramasa da en azından "benim için" çok önemli. Düşünün bir kere, karşılığında maddi hiçbir şey beklemediğiniz bir şey için okumalar yapıyorsunuz, birkaç gün bir yazı üzerinde çalışıp ortaya dişe dokunur yazılar çıkarmaya gayret ediyorsunuz. Kimsenin size bakmadığı ve bu kadar gürültünün içinde de kolay kolay bakmayacağını tahmin ettiğiniz bir sokakta inadına bağırıyorsunuz. Ne için pekii tüm bunlar?

Kendi adıma her şey burada ben de varım demek için. Tarihten önce mağaranın duvarlarına el izlerini bırakan insanlarla aynı motivasyonu paylaşıyorum. Çok uzun vadede hiçbir şey önemli olmayabilir. Ama madem geldik bu dünyaya, varsın biz de olalım.

Ben Önder Öndeş ve bir böcek gibi bir görünüp bir yok olacak olsam da ben de vardım be dünya!

Bu romantik girişten sonra gelelim asıl mevzuya. Kağan Sezgin benim dersaneler özelinde yazdığım yazıma bir taşlama kaleme almış, beni arayarak "Önder, yazıyorum, bak, yayınlayacaksın" demişti telefonda. Ben de bana küfür dahi etse yayınlayacağıma söz verip birkaç gün önce yazısını yayınlamıştım.

Kağan'ın hikayeciliği çok büyük bir merakı var ve henüz işin çok başında olmasına rağmen kaydeder hikayelerini  "benim" ile paylaşacak sağolsun. Birlikten güç doğar ama Kağan'la  aradağımız sanırım güç değil, birbirini kıran kırana eleştirebilecek bir insan.



 Kısa bir hikaye: Güvenlik

“Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba mı var!?.” Dedi orta boylu, kahverengi giyimli, şapkalı güvenlik görevlisine Kapalı Çarşı’nın sahhaflar tarafındaki girişinden girerken. Ve göz göze geldiler görevliyle.

Sırt çantası gülle gibi ağırdı. Sekiz on kitap, bir dizüstü bilgisayar...  Onlarca dakika yürümüş, yorulmuş, omuzları çökmüş, yorgunluğun verdiği bezginlikten ötürü bir an önce yolun bitmesini arzu ediyordu. Sahhaflar Çarşısı’ndan geçtikten sonra Kapalı Çarşı’ya uğrayıp yolu kısaltacaktı. Çarşı akşam vakti kalabalık olmadığı için rahatlıkla yürüyebilirdi.

Sahhaflar Çarşı’sının güney tarafındaki merdiven basamaklarını atladı, sağa yöneldi. Biraz ileride Kapalı Çarşı’nın girişinde güvenlik görevlisini gördü, birden kendini suçlu gibi hissetti gün içerisinde yaşamış olduğu küçük bir tatsızlıktan ötürü.

Akşama doğru Yalova’dan feribota binmişti. Kontrolden geçerken x-ray cihazının monitöründeki görüntü, güvenlik görevlisi hanımefendiyi şüphelendirmiş ve çantasını açmasını rica etmişti. Çantayı sinirli sinirli açmış, görevliye, “Merak etmeyin, çantamda bomba yok!” demişti biraz alaycı bir şekilde. Ama bu müstehzi tavrı güvenlikçiye karşı değildi, çünkü o vazifesini yapıyordu. Güvenlik görevlisi, şüphenin sebebini bulmuştu: Dizüstü bilgisayarın adaptörünün kablosu. Zira kablo bozulmuş ve içini açıp tamir etmeye çalışmıştı. Siyah bant da bulamayınca kalın kablonun içindeki sarı, kırmızı ve kahverengi üç kablonun yaklaşık yirmi santimlik kısmı açıkta kalmıştı. İçinde diş fırçasından, kalemine; kitap okuma fenerinden, pillere kadar birçok küçük eşya karmaşasının olduğu çantanın ön gözüne bir de adaptör koyulunca çantanın ön kısmı iyice pazar yerine dönmüştü.  Çantayı sırt üstü yatırınca çantanın ön kısmı yukarı denk gelmişti. Bu karmaşanın arasında kablolar da iyice kırışmış, bir “bomba düzeneği”ni andırmıştı güvenlik görevlisi hanımefendiye göre.
Güvenlikten geçerken yaşadığı bu tatsız durum moralini bozmuş, yaşadığı devire biraz da sitem etmişti: “güvenlik’li güvensizlik devri!”

İşte böyle bir hâlet-i ruhiyeyle Kapalı Çarşının girişindeki görevliyle göz göze geldi. Kendisini acayip derecede rahatsız hissetti, suçlu hissetti. Neredeyse kendisinden şüphe duyacaktı. Hemen aklına, teknoloji marketlerin çıkış kısmına koyulan genelde gri renkli, bir insan boyuna yakın uzunlukta olan x-ray cihazları geldi. Bu cihazlar yan yana bulunuyor ve her iki cihazın arasından bir kişi geçebiliyor. Ve tabi bu soğuk, suratsız cihazların arasından geçerken nasıl tedirgin olduğunu derince hatırladı. O cihazların arasından geçerken kendini baskı altında hissediyordu. Hayatında komşuların meyve bahçelerinin haricinde en ufak bir hırsızlık vukuatının olmamasına rağmen, (ki o da zaten küçüklüğündeydi) bu saçma sapan aletlerin arasından geçerken “acaba bir şey çaldım mı!?” tedirginliğinde oluyordu. Hattâ çalmadığından emin olmak için düşünüyordu: “Evet, o kulaklığı yerine bıraktım.” “hafıza kartı da yerinde.” Gibi. Emin olmaya çalışsa da o cihazların arasından geçtikten sonra cihazların alarmlarının çalmaması, neredeyse “oh be..!” dedirtecek şekilde tamamen emin olmasına vesile oluyordu herhangi bir şey çalmadığından.

Güvenlik görevlisiyle göz göze geldiler. Sadece bir an. Belki yarım saniye bile değil. O kısacık zaman diliminde kendisini suçlu hissetti. Tedirgin bakışlarından şüphelenip o görevli de çantayı arayabilirdi pekâlâ.
Görevlinin yanından geçerken, bakışlarını görevlinin kıyafetine yöneltti.  Uyduruk apoletine baktı. Yuvarlak apoletin çubuk şeklindeki kırmızı ve siyah renklerinin ortasında tüfeğe benzeyen saçma sapan bir silah figürü vardı. Aynı apoletten kafasındaki kepte de vardı.

Kendisinden şüphelenmemişti güvenlikçi. Görevlinin kendisine bakmadığını görünce kendisini “rahatlamış” hissetti ve yoluna devam etti. Hızlı hızlı yürürken güvenlikçiye seslendi: “Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba var mı!?.” “N’olur, kurtar beni! Kendimi şüpheli hissediyorum. Bir bak yoksa ben canlı bomba mıyım!!! Aydınlat beni! Bomba taşımadığımı göster bana!! Aç şu çantamı içimdeki şüpheyi gider..!”

Ama içinden.

17 Kasım 2013 Pazar

Teyakkuz

Bugün sabah Samanyolu'nda pek şahit olamacağımız bir haberle karşılaştım. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'yla ilgili bir haberdi bu. Şaşırtıcıydı. Çünkü pek alışık olmadığımız cinsten  Kılıçdaroğlu'nu öven bir dili vardı.

Cemaati böyle bir haber yapmaya iten şey neydi? Bu haberden önce neredeyse yarım saatlik bir öğle haberleri kuşağında dersaneleri kapatılması tabiri caizse lanetlenmiş, bu kaldırma girişimi "Eğitime Darbe Planı" adı altında birleştirerek sansasyonal bir başlık altında verilmişti.

Bildiğiniz üzere FEM dersanesi cemaatin güdümünde olan bir kuruluş. Çok büyük bir rant kapısı. Aynı zamanda cemaate mürit bulmak için kullanılan bir "hoşgeldin" merkezi. Henüz lise çağındaki gençlerin gittiğini düşünürsek etkili bir araç. Bir toplanma merkezi.

İşte bu nedenle cemaat teyakkuzda. Samanyolu yaptığı haberlerde; dersanelerin kapatılmasının eğitime büyük bir darbe olduğunu, bu kuruluşların çocukların gelişiminde çok önemli bir yer kapladığını, olmazsa olmaz bir özellik teşkil ettilerini, kapatılacaksa okulların kapatılması gerektiğini yüksek sesle dile getiriyor. Konunun uzmanları çağrılıyor, Dubai gibi dersaneleri kaldıran yerlerdeki eğitim kargaşası (Böyle bir şey var mı? Bu da ayrıca araştırma konusu) örnek gösterilerek izleyici telkin edilmeye çalışıyor. Hatta Gülen'in yaptığı açıklama ekranlara bir fon müziği eşliğinde yansıtılarak metanet çağrısı yapılıyor.

Ancak!
Ancak hak üzerine kurulduğunu iddia eden ve İslami bir temelde teşekkül ettiğini söyleyen Gülen Hareketi birkaç noktayı gözden kaçırmıyor mu?

Yıllığı 3-4 tane askeri ücrete denk gelen dersanelerinin eğitim eşitliği önünde büyük bir engel olduğunu göremiyor mu? Dersaneye gidemeyecek durumda ve zaman zaman "verdiği bursun bir işe yaramayacağını öngördüğü çizgidışı gençlerin" haklarına tecavüz değil midir dersaneler? Avrupa ülkelerinde de dersane olduğunu söylerken, zaman zaman uygulamarıyla lanetlediği Avrupa'yı neden misalen kullanıyor? İslami bir hareket olduğunu iddia eden cemaat, gelenekleri, sosyal tarihi, kendi geleneğinden ve tarihinden farklı olduğunu hemen her fırsatta dile getiren bu hareket, şimdi neden Avrupa'yı yardıma çağırıyor?  Neden gard olarak Avrupa'ya sarıldı birdenbire?

Bu ağlamaklı ses tonuyla haber yapacaklarına Türkiye'deki eğitim sistemine revizyon getirerek gelecek nesillerin hakkına girmeden onları yetiştirmenin yolunu neden aramıyorlar?(Tabi bu onların göreviyse eğer; çok su götürür ayrı bir tartışma konusu bu.) Neden bu yönde yol haritaları çıkarmak yerine, büyük bir red kampanyasına giriştiler? Çok övündükleri sağ duyuları nerede?

Yoksa ekonomik ve sosyal çıkar gereği yeri geldiğinde tüm bunlar gözardı edilebiliyor mu?


Kimi teyakkuz haberleri linki;
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById.action?newsId=36086
http://www.dinihaberler.com/haber/62412/avrupa-dershaneler-birligi--girisim-ve-egitim-ozgurlugune-darbe-vurulamaz.html

13 Kasım 2013 Çarşamba

Böyle paylaşıları pek yapmam. Fakat  Sabahattin Ali'nin Hapishane Şarkıları adı altında yayınladığı şiirlerinden en sevdikleriminden birinin Volkan Konak yorumunu paylaşıyorum.

Edebiyatımızın çok abartılı bir yorumla Türkçe'yi en güzel kullanan yazarını arada bir hatırlamak eski bir dostla beklenmedik bir sokakta karşılaşmak gibi.

Göklerde kartal gibiydim,
Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim,
Bahar vaktinde kırıldım.

Yar olmadı bana devir,
Her günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde demir
Parmaklıklara sarıldım.

Çoşkundum pınarlar gibi;
Sarhoştum rüzgarlar gibi;
İhtiyar çınarlar gibi
Bir gün içinde devrildim.

Ekmeğim bahtımdan katı,
Bahtım düşmanımdan kötü;
Böyle kepaze hayatı
Sürüklemekten yoruldum

Kimseye soramadığım,
Doyunca saramadığım,
Görmesem duramadığım
Nazlı yarimden ayrıldım.

5 Eylül 1932, Konya



10 Kasım 2013 Pazar

Arzuladığım Seyyah Programının İzinde

Birkaç sene evvel İlber Ortaylı'nın Viyana'da yaptığı gezi programına denk gelmiştim NTV'de. Viyana'nın engin imparatorluk arşivlerinde çalışmış ve -bu ülkenin tarihi konusunda uzman olmasa da en azından- Türkiye'de Avusturya İmparatorluğu konusunda çok şey öğrenebilinecek bir isim olarak Ortaylı bana beklediğim seyahat programını vermiş "gibiydi".

Tarihi yapılar, meydanlar ve müzeler eşliğinde Viyana tarihi beni tatmin etmişti. Ancak Ortaylı hala bariz
tarihçiydi. Seyyahların o kendilerine özgü düş aleminden uzak, tarihçilerin şehir turuna çıkması gibi bir izlenim edinmiştim doğal olarak. Nitekim Ortaylı "kendisinden beklenileni" kusursuz vermişti.

Fakat bir seyyah programında sadece derin bir bilgi birikimi ne yazık ki yeterli olamıyor. Bilgi birikimi ön-şart olarak zaten var olmalı. Ancak bu ön-şartın unutulduğu, görmezden gelindiği gezgin programları dönüp duruyor ekranlarda. Bu nedenle gelin görün ki  gezilen yer konusunda fevkalade duyarsız bir  cehaletle karşı karşıya kalıyoruz bu programlarda. İngilizce bilen bir kadın muhabiri ya da adamı uçağa bindirip yurt dışına gönderiyorlar ve program yapmasını istiyorlar. Zerre futbol bilgisi olmayan birini spor sayfasında köşe yazarı yapmak gibi bir şey bu. İzaha gerek yok  yapılan programlara bir bakıyorsunuz;  hediyelik eşya çerçevesinde, alelade bir turistin alacağından pek farklı olmayan noktalar çevresinde "doğal olarak" saplanıp kalmışlar.

Gülhan'ın Galaksisi, Saim'in Aynası.
Arada işi sempatikliğiyle kotararak fark yaratanlar yok değil. Mesela Gülhan bu konuda kendi kulvarını açmayı başarmış biri. Evet, programları benim beklediklerimi verecek düzeyde değil, ancak işini
iyi bilen bir turisti tatmin edecek yeterlilikte. Nüktedan bir kadınla caddeleri arşınlıyormuş gibi hissettiren bir yapım Gülhan'ın Galaksi Rehberi.  Gülhan izleyici kitlesini iyi analiz etmiş ve istenileni vermeyi başarıyor. İyi bir televizyoncu, zira iyi bir seyyah değil.

Bilindiği üzere Gülhan'ın siyasetle yakından uzaktan bir ilgisi  yok programda. O gözle bakmıyor gittiği
ülkelere.  STV ekranlarında yayınlanan Ayna, siyasi ve bu nedenle farklı bir kulvarda.  Bir amaç etrafında, yani siyasi görüşün perspektifinde şekillenen bir program olduğu için -zaman zaman yakalamış olsam da- aradığım seyyah ruhundan uzak bir yapım.  Aynı zamanda bir gezgin programından ziyade "ülke tanıtımı" na daha yakın olduğunu belirtmeliyim Ayna'nın. Yapımın kalitesi üst düzey; çekimler çok başarılı, seslendirme ve kurgu harikulade. Ancak  o da bu saydıklarım dışında beklediklerimi verecek nitelikte değil.

Şu ana kadar özetleyecek olursak, üç programdan bahsettim. Ortaylı'nınki, Gülhan'ın Galaksi Rehberi ve Saim Orhan'ın Ayna'sı. Benim tercihim Ortaylı'nın kısa süren programı olmasına rağmen, adı geçen tüm programlar bir şeyi doğru yapıyor, bazı şeyleri yanlış. Gülhan'ın kendine ait bir havası var ama bilgisi sınırlı. Ayna çok iyi kurguya sahip ama ülke tanıtımı gibi. Ortaylı ise çok büyük bir entelektüel ama seyyahların  kendine has romantikliğinden uzak.

Romantik, meraklı, spontane ve entelektüel.
Şu anda beklentilerimi tatmine en çok yaklaşan yapım "Sevgili Dost" Ayhan Sicimoğlu'nun yaptığı ve CNN-Türk'te yayınlanan Renkler. Renkler seyyah ruhuna en yakın olanı; romantik, meraklı, spontane ve entelektüel.  Sicimoğlu, Renkler'de bu  aranan dört seyyah unsurunu tutturmuş gibi.

Program çok düzenli durmuyor, Sicimoğlu şehrin sokaklarını spontane arşınlıyor. Kimi zaman Fransa'da bir
köyün estetik açıdan güzel görünen bir penceresini yorumluyor, bazen tarihi bir evi gezerken didaktik bir tavırdan ya da mecburiyetten uzak sohbet edermiş gibi bilgiler veriyor. Gittiği yerde eski dostlarıyla buluşuyor, güzel yemekler tadıyor. Mesela Pierre Auguste Renoir'in evini geziyor. Evin bahçesinde meraklı gözlerle doluşuyor. Mimarisini yorumluyor. Arada dozunda ama ayrıntılı bilgilerle  Renoir anlatıyor sohbet ediyormuş gibi. Wikipedia'dan programdan birkaç saat önce edinilmiş bilgilerle değil kesinlikle. Evi merakla ve entelüktüel arayışlarla yansıtıyor ekrana.

Sonra evden çıkıp  sokağın başına vardığında bir ayrıma geliyor. Tabiri caizse o piti piti yaparak seçiyor gideceği yönü. Mükemmel bir üslup. Tamamıyla spontane ve bu nedenle de heyecanlı. Acaba bir sonraki dar sokak aralığında neyle karşılaşacak diye izleyici meraklanıyor. Kendisi de. Önceden çizilmiş bir rota olsa dahi, bu kat'iyen izleyiciye yansıtılmadan takip ediliyor. Ayna'nın önceden hazırlanmış belirli rotalarını düşündüğümüzde Renkler'in bu manada başarısını dahi iyi kavrıyoruz.

Renklerin bu spontane havası bir nebze olsa da Gülhan'da var. "Dolaşıyormuş" havasını veriyor Gülhan. Ama bu Sicimoğlu'nda çok daha sessiz ve gizemli yürütülüyor. Gülhan ise konsept gereği şen, şakrak ve yaramaz bir kız gibi.

Ortaylı ile Sicimoğlu'nu karşılaştırdığımızdaysa( kaç ek aldı bu sözcük) Ortaylı'nın Sicimoğlu'nu farklı kılan dört özellik içerisinde sadece entelektüel sekmesini karşılayabildiğini görüyoruz. Ortaylı'da merak yok. Yani Ortaylı, Viyana'yı gezerken "önceden biliyor". Katiyen romantik değil ve rota önceden belirlendiği için  spontanelikten çok ama çok uzak.

Sicimoğlu'nda  ne eksik?
Sicimoğlu'nun tek eksisi çekimleri. Daha detaycı olabilirdi çekimler. Daha fotografik görüntüler tercih edilebilirdi. Bu eksik aşılırsa Sicimoğlu "benim aradığım seyyah ruhuna" en yakın olanını olacaktır.
 Yakın olanı diyorum. Çünkü ben yapmıyorum.

http://tv.cnnturk.com/renkler

Yüzleşme, özür ve Türkiye

Koordinatör Asena Günal'a göre “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergideki soykırım örnekleri, kanlı geçmişiyle yüzleşmeyen Türkiye’yi hatırlatıyor.

Şükürler olsun ki, bugüne dek hiçbir soykırım manzarasına şahit olmadım. Ancak, kimsenin tanık olmasını dileyemeyeceğim bu insanlık suçunun yarattığı korku ve endişe ile birlikte gelen o soğuk ürpertiyi Bosna savaşının katliamlarıyla simgeleşmiş Srebrenitsa'yı ziyaretimde yaşamıştım. 

Yan yana dizili binlerce mezarın altında yatanlar, tüm dillerin anlatmakta yetersiz kalacağı bir korkunun yerleştiği yardım dileyen gözleriyle sanki bana bakıyordu. Öfkemin aman vermeyen eşliğinde üzüntüyle saatlerce dolaştım. Boşnak Müslüman işçilerin, yıllarca yan yana çalıştıkları arkadaşları tarafından anlamsız bir kinle katledildiği, soykırımın müzelerinden biri haline dönüştürülmüş fabrikaya gittim. Ölüm sessizliğinin ortasında, katliamın sesini, öldürülenlerin çığlıklarını yanı başımda hissettim. 

Aradan geçen yaklaşık iki yıldan sonra bu kez İstanbul’da, aynı yakıcı hissi vermekten bir hayli uzak olsa da katliamlar ve soykırımlarla dolu dünya tarihinden küçük bir kesit sunan bir sergideydim: “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür”.
Soykırım belgeleri 

15 Aralık 2013’e kadar açık olan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisiyle ilgili proje dâhilinde iki de kitap hazırlandı. Serginin tamamlayıcısı niteliğindeki katalog, sergiye ev sahipliği yapan Depo'dan ücretsiz edinilebilir. 

Sergi kapsamında ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı kitap ise Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür adıyla İletişim Yayınları tarafından basıldı. 

Sergide özel olarak incelenen vakaların yanı sıra, günümüze kadar dilenmiş olan resmî özürlerin kapsamlı bir haritası da yer alıyor. Elazar Barkan ve Graham G. Dodds'un danışmanlığında hazırlanan, tasarımcı ve sanatçı Mahir M. Yavuz'un görselleştirdiği bu özel proje, resmî özürleri, tarihsel bağlam ve mekân ilişkisi üzerinden ele alıyor.
Türkiye neden yok?

Günün erken saatlerinde geldiğimden, Tophane Tütün Deposu’ndaki serginin doğal olarak o günkü ilk ziyaretçisiydim. 

Üç katlı binanın iki katı, Açık Toplum Vakfı veAnadolu Kültür tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen sergiye ayrılmış vaziyetteydi. Özel bir ışıklandırma ile aydınlatılan Almanya'nın tarihe geçen eski şansöylesi Willy Brandt'ın Varşova Gettosunun önünde diz çöktüğü o ünlü fotoğraf dikdörtgen biçimindeki salonun tam ortasındaydı. Sağında Srebrenitsa Katliamı, solundaysa Kanlı Pazar için özür dileyenİngiltere Başbakanı David Cameron'ın videosunun döndüğü Britanya bölümü yer alıyordu. 

Diğer köşelerde; ABD'nin Amerikalı Japonlardan özrü ve belgeleri, Fransa'nın bir türlü gelememiş özrünün tarihi arka planının fotoğraflarla gösterildiği kısım, Bulgaristan'ın Türklere yaptıklarının anlatıldığı birkaç videonun yer aldığı panolar ve boş bir duvar. Sergiye adını veren yüzleşme ve özür sözcükleri olunca salonda genişçe bir yer kaplayan boş duvarın Türkiye'ye mi ayrıldığı sorusu geçti aklımdan. 

Yakın Türkiye tarihinin kanlı geçmişinde önemli yer tutan Ermeniler, Aleviler ve Kürtler ile 6-7 Eylül olaylarında Rum ve Yahudilerin başlarına gelenleri düşününce, bu çalışma Türkiye’de yaşayanlar için olanlarıyla değil olmayanlarıyla konuşulacak bir sergiydi.

Geçmişle yüzleşme deneyimlerini ve özür dileme eylemini, toplumların ortak demokrasi kültürünü oluşturma mücadelesi bağlamında ilişkisel olarak ele almaya çalışan “Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisi tam da bu nedenle Türkiye'de çok önemli bir misyonu üstleniyor. Dünya tarihinden sekiz vakaya yakından bakarak geçmişte yaşanan hak ihlalleri, katliamlar, soykırım ve insanlık suçlarıyla devletlerin nasıl yüzleştikleri, hangi süreçlerden geçtikleri, nasıl özür diledikleri ve dilenen özrün anlamı üzerine düşündürtmeye çalışan serginin teması olan geçmişle yüzleşme ve özür, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz ve nasıl bir ortak gelecek kurmak istediğimizle de ilgili. 

Ele alınan vakaların ayrıntılı olarak incelendiği metinlerle beraber, geçmişle yüzleşme üzerine çalışan yazar ve akademisyenlerin katkılarının yer aldığı İletişim Yayınları tarafından basılan sergiyle aynı adı taşıyan kitabın editörü ve bu önemli çalışmanın program koordinatörü Asena Günal sorularımızı yanıtladı.

Kitap boyunca birçok ülkeden vaka incelemeleriyle karşılaşıyoruz ve çalışma bitmemiş bir hava taşıyor. "Sanki sıra Türkiye'de" der gibi bir ifade var. Amaç bu soruyu okuyucuya sordurmak sanırım değil mi?
Aslında evet, uluslararası örneklere bakmanın yararlı olacağını düşündük. Türkiye'nin de yapması gereken şeyler olduğuna inanıyoruz. Bu soykırımları ve katliamları yapanların bulunması, yargılanması ve cezalandırılması da hesaplaşmanın bir parçası. İşte bunun için bazı vicdan mekânları, hafıza mekânları kurulmasının uygun olacağını düşündük. Tüm bunlar bize geçmişi hatırlamak için imkân sağlayacak girişimler. Biz Türkiye de bunu yapsın diyoruz. 

"Türkiye var. Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum."

Kitapta ve sergide Türkiye yok ama aslında var. Ben Şili'ye baktığımda 12 Eylül darbesini hatırlıyorum. Avustralya'daki Aborjinlerin beyazlaştırılmasını Türklerin Kürtlere yaptıklarıyla bağdaştırıyorum. Kimi ülkelerde yaşanan toplama kamplarında Aşkale'yi görüyorum mesela. Aslında kitapta bahsi geçen tüm vakalar Türkiye'yi anlatmadan hatırlatan şeyler. Bu nedenle sergideki görselleri seçerken bile Türkiye'yi hatırlatacak olanları seçtik. Sizin de bildiğiniz o ünlü Kanlı Pazar fotoğrafı Gezi'yi anımsatıyor. Bizim amacımız tüm anlatmaya çalıştıklarımızın akabinde siyasette yaşananların sivil toplumun ne kadar gerisinde olduğunu yansıtabilmek. Bu çalışmayla "Sen de adım at artık Türkiye" diyoruz kısacası.

Kitapta hukuk, psikoloji, felsefe gibi çok çeşitli alanlardan uzman isimlerin imzası var. Neden?
Soykırım, katliam gibi konular hukukun, psikolojinin, sosyolojinin, felsefenin de çalışma alanında olduğu için, zaten bu konuyla ilgili çalışmalar yapan bu isimleri özellikle seçtik.

Makalelerin arasında Yıldız Ramazanoğlu'nu da rastlıyoruz.

Evet, geniş bir kitleye seslenmek istedik. Daha önce bu konuda yazan, bilinen insanların yanı sıra AKP çizgisine daha yakın kitleye de seslenmek istiyoruz. Ben Yıldız Ramazanoğlu'nun da olmasını istedim özellikle. Çünkü İslami perspektiften baktığımızda da özür çok önemli bir yere sahip. Öte yandan güncel siyaset konusunda yazan Yetvart Danzikyan'ın da bir makalesi var kitapta. Bilgi Üniversitesi'nde görev yapan ve bu tür konularla ilgilenen Hukuk profesörü Turgut Tarhanlı ile psikoloji doçenti Murat Paker’den de destek aldık.

"Özür, bağlayıcı bir niteliğe sahip." 


Yetvart Danzikyan makalesinde özür kelimesinin üzerinde özellikle duruyor ve Türkiye'nin (Ömer Çelik'in açıklaması üzerinden) "oldu bir kere" diyerek ısrarla özür kelimesinden kaçındığını söylüyor. Nedir bu özür kelimesindeki sihir?

Doğal olarak özür kelimesinin bağlayıcı bir niteliği var. Bunun ferdi özürden ayrı bir tarafı olduğunu söylemeye gerek yok. En başta resmi bir ifade bu ve resmi olan özür törensel bir şekilde dileniyor. Dev ekranlar kuruluyor önemli meydanlarda. İnsanlar toplanıyor. Canlı yayında başbakan televizyonda bir özür metni okuyor. Yani bu işin bir ritüeli var. Bu özür aynı zamanda bir sözü de bünyesinde barındırıyor. 'Ben özür diledim' diyerek kenara çekilemiyorsunuz. Özrün hukuki ve maddi gereklerini yapmak durumundasınız.

Kitabın önsözünü İshak Alaton'un yazmasının nedeni nedir?

Aynı zamanda projenin fikir babası olan İshak Alaton’un 6-7 Eylül'de yaşadıkları çok trajik. Nitekim kendisi özür meselesiyle bir zamandır ilgileniyordu. Açık Toplum Vakfı'nın yönetim kurulu başkanı olarak serginin kitaplaşmasını öneren de kendisidir.

Şili'nin Eski Başkanı Patricio Aylwin halkından özür dilerken, "Yalanlar şiddetin bekleme odalarıdır. Bu nedenle de barışla bağdaşmazlar" demiş. Özür barışmanın teminatı mıdır her zaman?
Tabii ki hayır. Biz özre öyle bir anlam yüklemedik. Özür dilendiğinde her şey hallolur gibi bir şey söylemiyoruz. Özür bu manada her şeye ilaç değil. İçinde cezalandırma, hakikat komisyonları ve müzeleri de barındıran daha geniş bir alanın parçası. Mesela ne zamanki Britanya, IRA ile barıştı ondan sonra özür meselesi gündeme geldi. Aslında özür barışı mümkün kılıyor değil. Bazen de barış, özrü mümkün kılabiliyor. Birbirine hazırlamak gibi anlaşılmamalı. Özür ve barış at başı gidebilir. İngiltere ve Şili'de hazırlanan samimi raporlardan sonra atılan adımları örnek verebiliriz bu duruma.

Türkiye'de bu yönde raporlar hazırlamak için bir komisyon kurulması lazım o zaman.
Bu zaten Kürt meselesinde çok tartışılıyor. Bir hakikat komisyonun kurulması lazım. Bunun için Hafıza Merkezi adıyla faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşu var. 1990’lı yıllarda gözlatında kaybedilenlerle ilgili bir veri tabanı, hafıza arşivi oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun her alan için yapılması gerekir.

Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir

Peki bu bağlamda Tanıl Bora'nın, kitapta yer alan makalesinde bahsettiği "hafıza arşivi" ne demek?
Hafıza arşivi; kim, kime karşı, ne yaptı; onu ortaya çıkarmak demek. “Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir” sözünü anımsayacak olursak hafıza arşivi faillerin ortaya çıkarılması, cezalandırılması konusunda çok mühim genel bir çalışmayı ifade ediyor. Kimi özür örnekleri ne yazık ki bu sağlamaktan uzak gibi görünüyor. Yetersiz ve yapmacıklar.

Srebrenitsa'da olduğu gibi mi?

Evet, oradaki annelerden birinden kitapta bir alıntı yaptık. O anne diyor ki; "Bu özür benim için bir anlam ifade etmiyor. Ben oğullarımın, kocamın katillerinin bulunmasını istiyorum." Faillerin ortaya çıkarılmayıp gereken cezanın verilmediği ve onların ellerini kollarını sallayarak normal hayatlarına devam ettikleri bir "özür sonrası ortam" ne yazık ki bir şey ifade etmiyor. Özür, sonrasında yapılması gereken tahkikat ve cezayla birlikte yürümesi gereken bir adım.

Ünlü Alman Filozof Karl jasper,"Dünyada insanlar hakkımızda ne düşünüyor" diyerek özre yöneldiğimizi iddia ediyordu. Reelpolitik olarak değerlendirdiğimizde doğruluk payı taşısa da sizce sorumluluk perspektifinden baktığımızda özür bu denli kolay sınırlandırabilecek tek taraflı bir deneyim midir?
Burada ben daha çok reelpolitik ve etik karşıtlığına değinmek isterim. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü sadece reelpolitik bir anlama sahip değil. Etikle de ilgili. Bence burada reelpolitik hesaptan çok etik bir nokta var. Ahlaklı olmak için yapılması gereken şeyler gibi. Aslında bu Elezar Barkan'ın yazısında daha geniş bir biçimde var. O makalesinde "Yeni Uluslararası Moral"den bahsediyor. Bu tanıma göre ulus-devletler bir şeyler yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar, geçmişleriyle yüzleşmek zorundalar. Şu anda yaşanan eşitsizlikleri giderme yönünde bir adımdır bu. Çünkü birilerinden özür dilemek aslında onları eşitin kabul etmektir.

Hatta Willy Brandt'ın yaptığı gibi önünde eğilmektir.

Aynen. Aslında eşit konuma gelmek demokrasiyle de ilgili. Sadece etik ve reelpolitikle değil. Mesela Sırbistan'ın özrü tamamıyla reelpolitik.

Haberin devamı için:
http://www.habervesaire.com/news/yuzlesme-ozur-ve-turkiye-2614.html