27 Temmuz 2011 Çarşamba

Heinrich Böll

Heinrich’i yıllar önce çok küçükken okumuştum, kitabın elime nerden geçtiğini hatırlamıyorum ama içerisinde kısa hikâyeler olan toplama bir yayındı. Geçenlerde kitapçıda kitapların arasında kampanyaya girmiş olan romanlarını aldım. Kendime şaşıyorum, neden bu aydını göz ardı ettim diye, son birkaç haftadır onun kitaplarıyla yatıp kalkıyorum ve içten içe yeni bir cevheri yeniden, daha uyanık halde keşfetmenin hazzını yaşıyorum.

Aldıklarım arasında ilk okuduğum “İlk Yılların Ekmeği” adlı uzun öyküsü. Savaş sonrası Köln şehrinin yeni  yeni dirilen arka planında yoksul hayatlar ve adından da anlaşılacağı üzerine ilk yılların bulunması zor ekmeği. Hikâye bir tek günde geçiyor, bir pazartesi günü. Fakat yazar geçmişe geri dönüşler yaparak size başkahraman hakkında uzunca bir biyografi okutmuş gibi hissettiyor. Böll’deki çağrışım açılımlarına hayran kaldım. Sözgelimi ufak bir kol saatinden yola çıkarak, size karakterin gizli kalmış, kör duygularını özümsettiriyor, sinema dili tabiriyle yönetmen karakterleri iyi çalışmış dedirtiyor.

Bu hikâyedeki benzetmeleri ve kendine has tasvirleri hayranlık uyandırıcı Böll'ün. Mekânı ve karakterlerin hissiyatlarını birkaç “püf” kelimeyle mükemmel oturtuyor. Mesela şurayı bir dinleyin:”…Ama bir Pazar günü kapıyı birdenbire açan Fundahl’ın yüzünü görünce, bir daha ekmek alamayacağımızı hemen anladım. Büyük karanlık gözleri sert bakıyordu:”Yalnız karne karşılığında ekmek verebilirim, Pazar akşamları karnede geçmez.” Kapıyı çarparak yüzümüze kapattı. Bugün semtteki caz kulübünün konserler verdiği bir kahvehaneye açılan aynı kapıyı… Kan kırmızı plakayı görmüştüm: Dudaklarını trompetlerin altın ağızlıklarına bastırmış sırıtkan zenciler…

O dönem Almanya için çok zor, savaş sonrası dönem ve ülke yerle bir. Büyük bir inat ve şevkle başlayan Hitler hareketi ve onun doğurduğu savaşın yerle bir olmuş halk ve şehirler üzerindeki etkisi.Ama kesinlikle rant için duygu sömürüsü söz konusu değil bu uzun hikayesinde,Heinrich Böll asla kitabına acındırmıyor ya da sömürü yapmıyor.Sitem ediyor evet, arada bu yıkımın nedeni olan insan ya da insanlara kızgınlığı, eleştirisi var ama asla sizi yıpratmıyor. Eski bir anıdan bahsediyormuş gibi yazıyor, yaşlı bir adamın çocukluğunu ayrıntılarıyla ve alaycı, yorgun gözlerle anlatması gibi işliyor kalemi. Direk yıkımı, açlığı ve başıbozukluğu değil, yara almış ve bu yaraların kanını durdurmaya çalışan insanları, bu kanları emmek isteyenleri, karakterlerin ve onların kendi içlerindeki savaşlarını anlatıyor savaş sonrası Alman toplumcusu Böll. 

Ardından Trenin Tam Saatiydi adlı yapıtını okudum. Bir erin, tren yolculuğu, geçmiş tasavvurları, aşkları ve nihayetinde “yakındaki” ölümü. Üslubu çok güzel, düşünceleri, yani karakterlerinin düşünceleri arasında geçişler yapıyor, konuşmalara sebep olan ham düşünceleri zihinlerden geçerek öyle öz bir hissedişle anlatıyor ki çok şairane, mesela şurayı bir dinleyin:”Şimşek gibi bir hızla, uyanmış olduğu saniyenin binde biri içinde bu ‘yakında’nın kaybolup gideceğini ummuştu gece gibi, sonsuz bir gevezelik, sonsuz bir sigara içiminden sonra hayaleti andıran gece gibi… Ama o burada işte, amansızcasına…

Konusu hakkında kısa, ufakta olsa bir bilgi vermem de gerekir gibime geliyor. Yo! En iyisi birkaç kelime yazayım şuraya da zaten siz anlarsınız.Bu seçtiğim kelimeleri roman boyunca bir nöbetteymiş sayıklıyor baş kahraman Andreas. Tren, asker, soğuk, korku, sakalı uzamış er, tacize uğramış Sarı er, geçmiş, unutulmuş bir silah, içki, sucuklu, tereyağlı sandviç, astsubay, son durak, subay evi, son akşam yemeği, genelev, Schubert ve piyano, Polonyalı fahişe, bir gece, fahişe ve aşk, yitip giden son güneş, vakit, sabah ve bıçak gibi Stryi…

Şu fotoğrafı kimin çektiğini bilmiyorum ama mükemmel
Şimdi Âdemoğlu Neredeydin’i okuyorum. Bitmeden anlatmak olmaz, daha sonra onun üzerine ayrı bir yazı daha yazmak istiyorum. Her eseri okunmayı hak ediyor yazarın, daha yolun başında olmam mutluluk verici. Heinrich Böll’e gelince Köln şehrinde büyüyor ve kitapçılık eğitimi alıyor, çok geçmeden Alman ordusuna giriyor ve 1939’dan 1945’e kadar İngiliz ve Amerikan esiri olarak tutsak kalıyor. Serbest kalıyor 1947’de ilk kısa öyküsü Haberci ve Âdemoğlu Neredeydin’i kaleme alıyor. Üniversiteye devam ediyor ve bir yandan da abisinin marangozhanesinde çalışıyor. Eserlerinde savaş ve militarizmin karşısında yer alan bir tavır takınan Böll, insan hakları ve özgürlük konularında sesini yükseltmekten çekinmemiş bir aydın. Fakat ne yazık ki dünya 16 Temmuz 1985’te bu değerli kalemi kaybediyor. Unutmadan Böll 1972 Nobeli de alıyor ve uzun yıllar (Almanya ve Uluslararası) PEN’in başkanlığını da yürütüyor.

Kendi eliyle yazdığı kısa bir otobiyografisine linkten ulaşabilirsiniz.
Onun vizyonuyla şekilleniş derneğinin adresi de:
Bu arada D&R mağazalarında kitapları indirimde(Reklam yapmıyorum, yok öyle bir şey.)

Niccolo Machiavelli

Lisede bir komposizyon yarışması için bir yazı istenmişti benden. Bende YGS sınavında yaptıkları gibi, anlaşılması zor, uzun ve okunması epey güç olan cümlelerle dolu bir yazıyı edebiyat hocama vermiştim. Birkaç gün sonra ders bitti ve hocam beni yanına çağırdı. Öğretici bir kızgınlıkla edebiyatın anlam olduğunu ve meselenin anlaşılması zor cümleler kurmak değil, anlatılmak istenilenin en kısa ve en öz olarak verilmesi olduğunu söyledi. O gündür bu gündür ne zaman içimden bir şeyler yazmak gelse kulağıma küpe ettim, hocamın bu öğüdünü.

Niccolo Machiavelli 1469-1527
Acaba Niccolo Machiavelli’nin de başından buna benzer bir olay geçmiş midir bilinmez ama o gün hocamın bana verdiği nasihatı en etkin uygulayan aydınlardan biri İtalyan yazar. Siyaset ve felsefe üzerine ne zaman bir kitabı okumak için heveslensem, okuyabilmek için epey çaba harcıyorum. Bazen sanki bilerek böyle karmaşıklaştırıyorlar gibime geliyor. Çünkü bir çıkarımda bulunan kimse bunu aktarabilmek için kolaylaştırma yolunu seçmelidir diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?Machiavelli'nin beni doğruladığını duyar gibiyim.

İşte bu nedenle ne kadar geç okudum diye kafayı yediğim bir eser Prens. Avrupa’da modern siyaset biliminin kurucusu sayılan Machiavelli’nin bir hükümdar nasıl olmalıdır sorusunu irdelediği harikulade bir yapıt. Makyavelciliğin kutsal kitabı da denebilir.

Prens devlet yönetme sanatının Batı’da yapılan ilk incelemelerinden biri.(Doğuda Nizamülmülk'ün siyasetnamesinden yüzyıllar sonra) Yazar  karşısındakine -sanki geleceğin prensi olmak isteyen birine- önerilerini sunuyor.(Zaten bu amaçla yazılmış.) Machiavelli babacan ve kibirden arınmış bir tavırla ve çok duru bir dille bunu gerçekleştiriyor 16 yüzyıla adımını atarken insanlık.Eserin neden yazıldığını inanın onun kadar net açıklayamayacağım.Niccolo Prens’i yazma amacını şöyle açıklamış: … Bu konu hakkındaki görüşleri elimden geldiğince derinlemesine irdeliyor, prensliklerin doğası nedir, ne tür prenslikler vardır, nasıl ele geçirilirler, nasıl elde tutulurlar, nasıl yitirilirler onu işliyorum…


Prens bir siyasetçi profili çiziyor demiştim. Kendi kuracağım cümlelerin onun kadar özetleyici olamayacağı kanısındayım. Sözün sahibinden alıntılarla devam etmek istiyorum. Kitabın 15 bölümden: (İnsanların, Özellikle Prenslerin Övülmelerine ya da Yerilmelerine Neden Olan Şeyler Üzerine) 

…o yüzden, prensin devletini yitirmesine yol açacak kusurların kötü ününden kaçınmayı bilecek kadar öngörülü olması gerekir ve mümkünse,  devletini yitirmeyecek olanlardan da kaçınmalıdır, ama kaçınamıyorsa, fazla dert etmeden bunlara kendini verebilir. Şu da var ki onlar olmaksızın devletini korumakta güçlük çekeceği kusurların adını lekelemesine aldırış etmesin, çünkü her şeyi iyice gözden geçirirse, erdem gibi görünen bir şeyin, peşinden gidildiğinde, yıkımına yol açacağını, kusur gibi görünen başka bir şeyin ise, peşinden gidildiğinde, güvenliği ve esenliğiyle sonuçlanacağını görecektir.

Gayet açık ve net tahlilleriyle devam etmek istiyorum. Prens; Acımasızlık ile merhamet üzerine ve sevilmek korkulmaktan daha mı iyidir, yoksa tersi mi? adlı bölümden: ...Ve insanlar kendini sevdiren birisini mağdur etmeyi, korku uyandıran birisine oranla daha az önemserler; çünkü sevgiyi hatır bağı ayakta tutar; insanlar kötü oldukları için, kişisel çıkarlarının söz konusu olduğu her fırsatta, bu bağ kopar; oysa korku, insanı hiç terk etmeyen bir ceza korkusuna dayanır.

Bölüm 22, Prenslerin Özel Danışmanları Üzerine adlı bölümden: …bir senyörün zekasını değerlendirmenin en iyi yolu, yanındaki adamlara bakmaktır; bu kişiler becerikli  ve sadık iseler, bu senyörün adamlarının becerilerini görebildiği ve onları sadık tutabildiği için, bilge olduğu kabul edilebilir.

Not aldığım daha epey  yer var neredeyse kitabın tamamı desem yalan olmaz.140 sayfadan oluşan bir eserin bu kadar geniş kapsamlı olması şaşırtıcı.

Prens, Katolik klisenin yasaklı kitapları arasında yer almayı yayımlandıktan sonra  hemen başarmış(!) .Siyasette her yolun açık ve doğru olabileceği(o dönemde klisenin sırlarını verdiği için kızmış olabilirler.)  gibi bir izlenim uyandıran eserdeki ana zemin uyrukların mutluluğu ve refahı. Halkın desteğini almak ve ona sahip çıkmak.Mesela yüksek bir aristokratın veya uyrukların   devlet için ve sebep gösterilerek öldürülmesi doğru bir davranış olarak nitelendiriliyor siyasetnamede.Refah ve beka vurgusu hep var. Zaten  Machiavelli uyruklar Prensten memnun olmadığında o yöneticinin hüküm sürmesinin imkansız olduğuna çoğu yerde vurgu yapıyor.Diğer bir üzerinde düşünülmesi gereken nokta ise erdem kavramına değindiği birkaç kısa bölüm. Anladığım kadarıyla bir yöneticinin erdemi ülkesinin bekası ve mutluluğu kadardır ve yazar erdem olarak görülmeyen bir eylemin  prens için iyi sonuçlar doğuracağını işaret ediyorsa yapılması gerektiği yönünde ısrarlı.Kitapta Türkler üzerine de epey tahlil var (sayfa 55-78) ve Niccolo o dönemde Osmanlı yönetimini Fransızlara nazaran daha çok beğeniyor ve Türklerin bazı uygulamalarını Roma ve İskender ile karşılaştırıyor.Fatih Sultan Mehmet'in "kardeş katli" makyavelist anlayışına yakın bir çizgi mesela.Osmanlı'nın yükselme döneminde Niccolo ile bazı ortak anlayışları takip ettiğinden hiç şüphem yok diyebilirim.

Çok tartışılan ve hala da irdelenen bir eser Prens. Anti-Makyavelist kişilerin saldırılarına maruz kaldı , bazıları onun bir dönemsel hiciv olduğunu söyledi, kimileri ayakta alkışlayarak “ devletin ve siyasetin gerçek doğası üzerine bir baş yapıt” olduğunu haykırdı. Klisede “şeytanın kitabı” damgasını vurdu. Ne olursa olsun, modern siyaset biliminin temellerini atan Niccolo Machiavelli özgün, bağımsız ve cesaret içeren söylemiyle, ince ve keskin gözlemleriyle ve öğütleriyle her zaman –dünya var oldukça- adından söz ettirecek.

“İnsanın tuzakları farketmek için tilki,kutrları korkutup kaçırması içinde aslant olması gerekir.”

Bu arada kitabın Can Yayınlarından çıkmış olan baskısını alın, çevirisi ve aydınlatıcı önsözü için bile değer buna. 


1 Temmuz 2011 Cuma

Yavuz Hilmi Bey

Hava seher vakti hafifçe çisediğinden ıslanan perdeler biraz daha ağırlaşmış, yorgunluğunda verdiği rehavetle sessizleşmişti. Yatağının hemen yanında eski, ev yapımı olduğu belli olan fakat eşinin özellikle beğendiği komidinin üzerinde yıllardır yeri hiç değişmeden duran çalar saatin çalmasına birkaç dakika daha vardı. Yavuz Hilmi gözlerini açtığında uykuluyla uyanıklık arasında bir süre durakladı. Çalan saati doğrulmadan küçük bir hamleyle susturdu. Uyumuş fakat uykuya doymamış bedenini elinden küçük bir destek alarak doğrultu. Rüzgârla dışarıya mendil misali savrulan perdeyi içeri soktu.

Dolapta pek bir şeycik yoktu. Kurumuş yağlı bir koyun peyniri, birkaç zeytin ve içerisinde hapsolmuş ekmek kırıntılarıyla bir vişne receli. Yuvarlak ve bir buldog köpeği gibi yanaklarda kilodan kat kat olan yüzünü asarak ve kalın dudaklarını yukarı doğru bükerek kahvaltılıkları dışarı çıkardı. Ne kadar tatsız tuzsuzdu şimdi kahvaltı etmek. Oysaki gençliğinin pazar kahvaltıları ne kadar güzeldi. Henüz çocukken mutfakta pişen sucuğun kokusunu yattığı yerden alır ve gelecek güzel bir yemeğin sevinciyle yatakta hayaller kurardı. Sonra kahvaltıda babasının gazetenin sayfalarını sinirli bir edayla küfrederek çevirişini hatırladı. Babası ketum bir adamdı, ama çocuklarına, bilhassa Hilmi’ye özel bir ilgi gösterirdi. Onun kıvrak zekâsının annesine değil de kendine çektiğini sofrada ara sıra hanımına takılarak yenilerdi.

Şimdi hepsi uzaktı fakat anıları hala dipdiriydi. Reçelinden çay kaşığıyla ve damlamaması için ekmeğini altına tutarak bir lokma daha aldı. Yavaş hareketlerle bardağın dibinde az miktarda kalan çayının keyfini çıkarmak maksadıyla televizyonun karşına geçti. Kumandayı ufak bir aramanın neticesinde buldu ve kanallarda şöyle bir gezindi. Hiçbir şey yoktu, onca kanal var, nasıl bir şey olamaz kızgınlığıyla milli kanallardan intikam almak istercesine yabancı belgesel kanalını açtı. Onlar da olmasa ne yapardı. Balık tutan ecnebi bir adamın programını izlemeye koyuldu. Ardından da kuş avında avcıları. Avcı olan kel adamın elindeki çifteli babasınınkine ne kadar da çok benziyordu. Bu Hilmi’ye çok küçükken Edirne’de sazlıklarındaki kuş avlarını anımsattı. O zamanlar epey de para vermişlerdi o silaha ey gidi ey. Babasını avlanırken anımsamaya çalıştı. Hatıraları epey silikti ama babası iyi bir atıcı değildi. Çifteliyle her atışından bir ikisi ıska olurdu genelde fakat o bunları hiç önemsemez, tatlı küfürler savurarak silahını tekrar doldururdu. Bu esnada onun ince bıyıklarının altında oluşan tebessümü hiç unutmamıştı. Babası  bu sıcak tebessümü yüzüne yayarken, bazen bir gözüne de sevecen bir içtenlikle kırpardı ona doğru bakarak.  Birkaç kez kendisi de avlanmaya yeltenmiş fakat silah çok teptiği için kuşları vurmak verine sazlıkları vurmuştu. Babasının attığı kahkahalarda cabası.

Belgeselin bitmesinden ve ardından zırva bir programın başlamasından sonra çayını tazelemek için ayağına kalktığında televizyonun yanındaki kutunun içinde duran su faturasını anımsadı. Kendisi çalışırken bunların hepsini Neriman öderdi ne de olsa. Ama şimdi bunların tüm yükü kendi sırtındaydı. Mutfağa meyletmişken kitaplıkta duran ahşap bir çerçevenin içinde evlendikten hemen sonra çektirdikleri siyah beyaz fotoğrafa gözü ilişti. Onun çekildiği gün Neriman çok heyecanlıydı. Üzerinde ona çok yakışan şimdi rengini pek hatırlayamadığı güzel bir elbise vardı. Fotoğrafçının komutlarını uygulamak için döktükleri terleri anımsadı, fırsattan istifade o da biricik müstakbel hanımının yanaklarından muzipçe faydalanmıştı. Bu kare yaşamının çok önemli bir kesitin başlangıç karesi gibiydi ve Yavuz Hilmi için çok önemliydi. Bir an saniyenin bilmem kaçında çekilen bir fotoğraf karesi kalbindeki en önemli boşluğu dolduruyordu şimdilerle. Garipti bu. Fotoğrafı çektirdiği için ayrı, sızılı bir kıvanç duydu yaşlı yüreğinde. Birkaç saniye ayakta durakladı, anıların verdiği ağırlıkla kendini mutfağa atmaya gayret etti. Çaya iştahı kalmamıştı, sofrayı toparlamaya koyuldu. Acele ediyordu. Tahmin ettiği kadarıyla bugün faturanın son ödeme tarihi olması lazımdı. İnternetten ödenebileceğini söylemişlerdi ona ama önce bir bilgisayarı açmayı öğrenseydi o da olurdu.

Güzel giyinmeye şimdi bile özen gösterirdi. Uzun gri kışlık bir paltosu vardı, ayağında da siyah güzel bir deri ayakkabı. Ara sıra şapkada takardı ama bugün aceleden evde unutmuştu. Memurluktan kalan bir alışkanlıkla hala kravat takıyordu. Gömleği ütüleyebildiği kadarıyla düzgün ve temizdi. Neriman emekli olmadan önce öyle güzel bir ütü yapardı ki, dairedeki tüm hanımlar ve beyler hayran bakışlarla işi gelip masasına oturana kadar onu süzerlerdi. Şimdi elinden bu kadar geliyordu ama hiçte fena değildi yapabildiği. İskenderpaşa’dan Fevzi paşa’ya doğru yöneldi. Neriman’ın da çok sevdiği poğaçalar satan pastanenin önünden geçerken içerden gelen sıcaklığı yüzünde hissetti. Soğuk kış günlerinde evlenmeden önce onu burada, içerisinin sıcaklığıyla buluşmanın verdiği heyecanı bastırmaya çalışarak rehavetle beklerdi. Buharlanan pencerede eliyle boşluklar açarak yolunu gözlerdi. Sonra o gözükür ve soğuktan pembeleşmiş yanaklarını omuzlarına nazlı nazlı değdirerek ona el sallardı. Bir anlık bir his nelere kadirdi. Bu sıcaklığı o günkü tazeliğiyle yeniden anımsadı, iliklerinde hissetti. Geleceğin onlara sunduklarını hatırlayınca, ezilen yüreğini yumuşatmak için oradan istemsizce kaçarak uzaklaştı.

Yokuş çıktığından epeyce yorulmuştu. Gençliğinde Neriman onu bu yokuşta hep zorlardı zaten. Elinden tutarak onu koşmaya zorlar o ise yürümekle koşmak arasında bocalayarak ona tatlı tatlı sitem ederdi. O zaman Neriman tatlı sert bir edayla kızmış gibi yapar, onun yüreğinin yağlarını eritir, ne çare Neriman’ın gözlerine dalarak o da sevgilisine uyardı. Geçmişle şimdiki zaman arasında sürekli bocalayan zihninin zamanı daha hızlı sürükleme gücüyle faturayı ödeyeceği merkezin bulunduğu Fevzipaşa’ya çıktı. Hava kapalıydı ve cadde ışıl ışıldı. Buradan çok alışveriş yapmıştı öteden beri, ilk bisikletini, ilkokul çantasını, ilk sünnetliğini, ilk defterini, ilk romanını, ilk şekerlemesini, ilk tahta oyuncak arabasını, ilk mektup zarfını, ilk her şeyini bu birkaç kilometrelik genişçe caddeden almıştı. Eskiden olsa buralarda ne var ne yok ezbere bilirdi. Fakat son yıllarda çok şey değişmişti. Mağazalar o zaman da vardı ama şimdi her yerdeydiler cadde boyunca. Vitrinleri bile çok değişmişti, şimdi hepsi çok moderndi. Ahşaptan yapılan dükkân vitrinleri ve kapıları sıralarını, şatafatlı ve metallerine bırakmıştı. Hüsnü Kundura kapanmış yerini, iki katlı pahalı bir mağaza almış, yıllardır ayrı bir zevk alarak gittiği kitapçısı da son dönemde artan ecnebi istilasından nasiplenmişti. Hilmi derinden bir iç geçirdi kalın dudaklarını titreterek. Kendisi gibi semti de değişiyor, tanınmaz oluyordu, o ise değişimin gerisinde kalıyor, vakti kaçan bir trenin verdiği huzursuzluğa benzer hisle semtinin ve kendisinin geçmişini yâd ediyordu. Nedense bu gün anıları onu epeyce kenara kıstırıyordu. Sanki bir şeyler ona tüm yaşamının mekânsal olarak sorgusunu yapıtırıyordu. Çocukluğunun, gençliğinin ve şimdi de son baharının geçtiği Fatih,  onun üzerine elinde olmadan geliyor, ufak detaylarıyla zihnini meşgul ediyordu. Yanından gürültüyle geçen bir motosikletin oluşturduğu şok etkisiyle birbirinin önüne geçmek isteyen düşüncelerden irkilerek uyandı.

Faturayı ödeme sırasında beklerken içerisinin sıcağından bunalarak potlusunu çıkartıp eline aldı. Önünde epey sıra vardı, bilgisayar klavyelerinin tıkırtı sesleri ve mekândaki kalabalıktan yayılan boğuk ses dayanılır gibi değildi. Dışarıda hava kapalı olduğundan içerde açılan florasanlar meymenetsiz ışık huzmelerini ortama yaymanın gayretiyle birbirleriye yarışıyordu. Hilmi Bey hiç sevmezdi oldu olası bunları, hastane ışığına benzetirdi. Seneler önce elektriklerin kesildiği akşamlarda yaktıkları lüks ışıklarıyla aydınlanan evinin sıcaklığını anımsadı. Yüzlerine vuran turuncumtrak ışıkta parıldayan gözlerle ailecek pişpirik oynarlardı. Oğlu ile Neriman’a karşı babası ile biricik kızı. Skor üzerine yaptıkları tartışmalar neticesinde kesin birisi oyunu terk eder ya da cayardı, yenilen tarafın bunu yapması pek tabi daha muhtemeldi. Değişen sıra numarasının sesini fark etti ve kendi numarasının kırmızı ledlerde yandığı görünce, bir lütufta bulunuyormuş gibi işini yapan, çelimsiz kıza parayı ve faturasını uzattı. Kız başını hiç kaldırmadan işlemleri yapmaya koyuldu. O da bir an önce işin bitmesini umut ederek beklemeye başladı. Çelimsiz kız lütfünü yaptıktan sonra hiçbir şey söylemeden evrakları ona uzattı ve bir sonraki kişinin yardımına koştu.

Dışarıda hava daha da soğumuştu, hava kapalı olduğundan güneş erken veda etmişti bugün. Yağmurda çiselemeye başlamıştı aksi gibi. Tecrübelerinden sağanağın yakın olduğunu anladı. Genç olsa koşa koşa giderdi eve, şimdi 10 metre koşsa hemen tıkanır olmuştu. Parlak ışıklarla süslenmiş bir mağaza vitrinin kuytu kısmında şemsiye satan bir çocuğu fark etti, yanına ellerindekileri paltosunun ceplerine koymaya çalışarak yaklaştı ve sağ elini cebinden çıkararak ve hoşuna giden birini işaret ederken,

-Delikanlı ne kadar şu şemsiyeler? Diye sordu öncesinde gırtlağını temizleyerek.

-10 TL amca, buyur. Dedi çocuk şemsiyelerin güzel onları göstermeye çalışırken.

-Adam mı kazıklıyorsunuz siz, bir nylon parçasına bu kadar verilir mi hiç! Dedi kızgınlığını biraz daha abartılı göstermeye çalışarak Hilmi Bey. Çocuk cevap vermedi ama blöfü yemediği de belliydi. Çocuk sadece sinsice bir gülüş attı Yavuz Hilmi Bey’e doğru. Bunun üzerine sinirlenen Hilmi Bey, homurdanarak oradan uzaklaştı.

Yağmur sağanağa çevirmek üzereydi. Rüzgârda onunla iş birliği yaparak caddeyi etkisi altına alıyordu. İnsanlar adımlarını hızlandırmış koşuyor ya da bir tente arama telaşına düşmüşlerdi. Hilmi Bey adımlarını biraz daha hızlandırdı. Gökyüzünde çakan şimşekler caddeyi anlık çakan spot ışıklar gibi aydınlatıyordu. Hilmi küçük bir çocukken çok korkardı böyle havalardan, uykusundan böyle uyanmak en kötü kâbustan da daha kötüydü. Büyüyünce evlenince de pek bir şey değişmemişti. Neriman onu uyandığında sakinleştirir o ise fırtına hafifliğine kadar bir türlü uyuyamazdı. Şimdi de kokuyordu, bunun sebebini kendiside bilmiyordu ama yakasını bir türlü bırakmayan bir korkuydu bu. Bazı korkuların nedensiz olduğu söylenirdi, fakat bu da sebepsiz miydi bunun cevabını kendisi de veremiyordu Hilmi Bey.

Şimdi cafe olan eski kitapçısının olduğu sokaktan aşağı indi İskenderpaşa’ya doğru. Küçükken Karagümrük’te maç yapmaya gittikleri günde böyle koşar adımlarla eve dönmüştü. Eve sırılsıklam gidince de annesinden paparayı yemişti tabi. Bir hafta boyunca da dışarı çıkamamış birkaç maçı daha kaçırmıştı annesinin sayesinde. Haftasonu geldiğinde bin bir dil dökerek ikna etmişti babasını, annesi ise babasına olayı anlattığında “Yağmurlu havada maç mı olur oğlum” diye başlayan bir nasihatler bildirgesini dinlemek zorunda kalmıştı. Olay unutulduğunda Karagümrükte maçlara devam etmişlerdi tabi.

Yerde biriken sulara basmamaya özen göstererek tentelerin bol olduğu sokağa doğru yeltendi Hilmi Bey. Yokuşun sol tarafında birikerek akan sellerin üzerinden sıçradı ve adamını yola attı. Acı bir fren sesini çok geç duyumsadı o anda. Sanki tüm zaman bu ana kenetlenmiş gibiydi. Taksi durmaya çalışırken yerlerin kayganlaşmış olması bunu daha da güçleştiriyordu. Hilmi Bey tepki veremedi, sadece anlık bir refleksle yüzünü kapayabildi. Sol bacağına sert bir şeyin çarptığını hissetti önce, kafasını sileceklerle temizlenmeye çalışılan cama vurduğunu duyumsadı sonra, baygınlık hali ardından çok sürmeden onu takip etti. Taksinin kaportasından aşağı süzülerek sırt üstü yere düştü. Kafasından süzülen kan bloğu yağmur sularıyla beraber yokuştan aşağı doğru akıyordu. Tombul, tıknaz vücudunun etrafına insanlar toplanmaya başlamış, taksi şoförü ise hiç hareket etmeden parçalanan ve Hilmi Bey’in kanına bulanan cama bakarak olayın şokuyla direksiyonun başında oturuyordu. Her şey çok sessizdi ilk etapta, sadece yağmurun ve arada bir şimşeği takip ederek gelen gök gürültüsünden başka bir seda yoktu. Sonra esnafın ve pencerelerine çıkan insanların bağrışmaları duyuldu. Bir panik ortamı sardı yokuşu. Yavuz Hilmi Beyin kanları yokuştan aşağı koşar adımlarla süzülüyordu, paltosunu ve üstünü bulayarak.

Yavuz Hilmi Bey bu sefer yokuşu daha önce hiç çıkamadığı gibi koşar adımlarla çıktı, yokuşun bitiminde trafik kazasında kaybettiği çocukları ve karısı onu orada bekliyordu. Kalın dudaklarıyla tebessüm ederek onlarla kucaklaştı.