21 Mayıs 2012 Pazartesi

Bir "Üniversite" Olarak Bilgi


Bilgi Üniversitesinin reklamı yapmıyorum zaten böyle bir amacımın olması da beklenemez. Sadece Türkiye’nin düşünsel anlamda en ileri liberal üniversitesinden bahsetmek niyetindeyim. Hazır LYS sınavlarına birkaç hafta kala bir üniversitede sadece kantine önem vermeyen adayların nazarını buraya çekmek derdindeyim.

 Üniversite her şeyin üzerinde bir kurumdur, böyle olması gerekir. O ne ait olduğu devletin ideolojisinin bir saç ayağa ne de oligarşik bir biçimde oluşturan hegemonik  fikirlerin ele geçirdiği bir kurum olmamalıdır. Üniversitenin dini yoktur, milliyeti yoktur, davası hiç yoktur. Öğretimini verdiği şeyden başka da bir yönlendirme yapamaz, onun duruşu sadece bilim lehinde olmak zorundadır. O bir fikir ülkesidir. Bu ülkenin salt hedefi bilimdir, bunun tartışmasıdır. Bu gerçek ne yazık ki Türkiye’de hala tam olarak kavranamadı. (İnkilap Tarihi derslerini anımsayalım.) Evren Darbesi ertesinde inşa edilen YÖK üniversitelerin zaten özerk olmayan kurumlarını iyice zincire vurdu. Kendi katı askeri ideolojisini üniversitelere bu kanal ile de uzun yıllar pompaladı. (Gündüz Vassaf iki üç ay evvel Bilgi’de verdiği konferansında o dönemlerde Türkçe yazmak zorunda bırakıldıklarını ve bazı akademisyenlerin arasında başka bir dilde yazmanın ayıplandığını anlatmıştı.) Lisenin serbest kıyafetle gidilen haline dönüştürülen üniversiteler o kadar derin bir yara aldı ki, günümüzde hala kan kaybediyor. Fakat Türkiye’de sayıları gittikçe artan vakıf üniversiteleri uzun vadede bu yaranın pansumanın da boş rolü almak için en uygun aday. Neden mi? Çünkü kurulan üniversiteler ilk olarak sürerliliğini öğrencisinin ödediği paradan alan bir mali güce sahip. (Zorla harç toplamıyor, istekli olarak verilen bir bedel üzerinden ve bunun oluşturduğu beklentilere göre bir muvazeneye sahip.) Bu da demek oluyor ki, devlet üniversitelerine göre özerk olma yolunda bir adım önde. Diğer bir noktaysa vakıf üniversitelerinin uluslar arası kuruluşlara ve kurumlarla daha çabuk entegre olabilmeleri. Bu da onlara resmi ideolojilerden sıyrılma ve devlet-üstü bir platforma oturmada çok büyük katkılar sağlıyor. Kabuğuna sinmiş devlet üniversiteleri yerine uluslar arası öğretim ve fikir ilişkilerinden korkmayan bir karakter alıyor bu sayede vakıf üniversiteleri.

Bilgi, bu avantajlarını çok iyi kullanan bir vakıf üniversitesi. Özerk olabildiği kadarıyla bunu tesis eden güçlü bir kurumsal altyapıya sahip. Üniversitesine kabul ettiği öğretimcilerin geniş portföyü (siyasi düşünce vb.) ve bunu bilinçli olarak inşa etmesi bu duruşu hem tamamlıyor hem de devamlılığının sağlanmasında elzem bir rol oynuyor. Düşünsel anlamda bu “bırakın konuşsunlar” liberal tavrı bugün Bilgi Üniversitesini Türkiye’nin en özerk üniversitelerinden biri yapıyor. Öğrenciyi eritmeden, sindirmeden bir özne olarak ona değer veren bir yaklaşımla kurumlarını bunun üzerinden idame ettiren Bilgi Üniversitesi, salt bu niteliğiyle bile Türkiye için çok büyük bir kazanımdır.

20 Mayıs 2012 Pazar

Anton Çehov Yeniden


Çehov hikayelerine deyim yerindeyse birkaç yılın ardından bir kez daha sardım. Arada sırada dönüp yeniden sanki ilk defaymış gibi okuduğumuz yazarlar vardır. Benim için bir iki isimle birlikte Anton Çehov da bu kategoriye koyulacak yazarların başında geliyor. Köpeğiyle Dolaşan Kadın hikayesinin adını verdiği ve otuz yedi seçkin öykünün bir arada bulunduğu İş Bankasından çıkan kitabı öneririm. Kitap 1883-1903 yılları arasında yazılan seçkin öykülerini içeriyor. Mesela; Bahis, Siyahlar Giymiş Keşiş, Sinir Bozukluğu ve Sıkıcı Bir Öykü gibi benim için diğerlerinden bir adım daha ön plana çıkan hikayelerin de kitapta bulunduğu söylemeliyim.

Çehov hikayeleri konuyu merkeze almayan fakat zamana ve onun etkilerini derinlemesine işleyen öykülerdir genelde. Bazılarında çok uzun yılları rüzgar gibi, bazılarındaysa birkaç dakikalık bir anı sayfalarca anlattığına rastlarız Anton Çehov’un. Kişi analizleri, değişen zaman ile değişen ruhlar, tutkular, tahassüsler, diyaloglar ve monologların ustaca kurgulanması ve tüm bunların ötesinde yaşama karşı yer yer bıyık altından bir Çehov tebessümü. Bu büyük Rus her şeyden önce insanı anlamak derdinde bir yazar olarak, hikayelerinde öyle anlamlı anları koca ömürlerden alıp kullanır ki, anlattığı şahsı siz bir çırpıda kavramış olursunuz, önünüze serilir sadece bir cümlenin Çehov’un sihirli kaleminin had safhaya çektiği gücüyle. Kısacık fakat öz bir tümcede İoniç’in topu topu iki yılda yaşadığı değişimleri tasvirini anımsayalım… Çehov için söz söylemek zor, çünkü onun hikayelerinin keskinliğine ve netliğine onun ölümünden sonra henüz ulaşan olmadı, kim bilir insanlık tarihi boyunca hiç olamayacak. Lev Tolstoy’un onun sanatı hakkında söylediği şu kelam bir münevveri başka bir münevverin daha iyi anladığını bir kez daha gösteriyor bizlere:

"Bir sanatçı olarak Çehov, kendine özgü bir ekoldü. O, hayatın sanatçısıydı. Eserlerinin bir üstünlüğü de, Rus olsun olmasın herkesin onları anlayabilmesi ve anlatılanlarla kendini özdeşleştirebilmesiydi. Bu en önemli şeydir. Çehov, mesajlarına bakmaksızın yalnızca kendi gözlemlediği şeyler üzerine yazdı, ne gördüyse ve nasıl gördüyse onu anlattı. İçtendi, bu ise büyük bir erdemdir. İçtenliği sayesinde yeni yazma biçimleri; kanımca tüm edebiyat dünyası bakımından tamamen yeni biçimler yarattı. Dili kullanışı alışılmışın dışındaydı. Onu ilk okuduğumda dilinin bana garip ve beceriksiz geldiğini anımsıyorum. Ama ona alıştıkça hayran kaldım ve hiç alçakgönüllülüğe kaçmadan diyebilirim ki, teknik söz konusu olduğu sürece o benden çok daha üstündür. O tektir... O, eserlerini tüm yüreğimizle defalarca okuyabileceğimiz nadir yazarlardan biridir. Bunu ben kendi deneyimimden biliyorum.’’

6 Mayıs 2012 Pazar

Demirkubuz'dan Dostoyevski'ye 107 Dakikalık Saygı Duruşu


Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski’den etkilendiğine ve senaryoyu bu etki ile kaleme aldığına kuşku yok. Raskolnikov (Suç ve Ceza) ya da Alexandr Petroviç’i (Ölüler Evinden Anılar) hatırlatacak kendi içi muhasebelerinde boğulmuş bir memurun filmde başköşeye oturtulduğu ve kısa bir periyot dahilinde Dostoyevski’nin romanlarında daima bir alt metin olarak sunduğu ve eserini bunun üzerine inşa ettiği varoluşçuluk felsefesi ekseninde irdelendiği bir yapım Yer altı. Adından anlaşılacağı üzere Yeraltından Notlar'dan esinlenilerek geliştirilmiş  senaryosu aradan yüzyıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen değişmeyen varoluş sorunsalının sinemadaki temsilcisi gibi.

The Assassination of Jesse James’ı (2007) aratmayacak, psikolojik gerilimin ve zihin mücadelelerinin kaliteli tutulduğu sahneler mevcut filmde. Diyaloglar bu gerilimi açığa çıkarmak için çok akılcı kurgulanmış ve üzerinde epey düşünülerek kaleme alınmış. Bilhassa oteldeki kutlama gecesi sahnesi bu manada çok dikkat çekici. Zihinlerin ve duyguların mücadelesi, olmamış fakat başkarakterin olmasını istediği diyalogların bütün sahne ile hiç aksamadan tüm hale getirilmesi de alkışlanmayı hak ediyor. Günümüzde çoğu Hollywood filminde basit ve gerçeklikten uzak karşılıklı konuşmalar düşünüldüğünde bu yapımın sadece bu niteliğiyle bile bir adım öne çıktığını belirtmek gerekir. Monologlarınsa yine Engin Günaydın’ın sesiyle Dostoyevski’den yapılan alıntılarla (tabi bunlar başkarakterin öz düşünceleri gibi verilmiş) filmin en can alıcı sekanslarına yerleştirilmesi de yapımın gelişmiş monolog kullanımını anlatmak için yeterli olacaktır. Zaten temel argüman seyirciye bu monologlar vasıtasıyla yansıtıldığı için tabii olarak bunun üzerine yoğunlaşılması şarttı, nitekim Zeki Demirkubuz bu başarılı monologların niteliyi üzerine gerek senaryo yazımında gerekse filmin çekimi esnasında özenle çalışmış, sanatının hakkını klasik edebiyattan paylar alarak vermeyi bilmiş.

Oyunculuklara değinmeden hemen önce casttan bahsetmeli. Seçimler deyim yerindeyse cuk oturmuş. Özellikle bu uyum Engin Günaydın’ın canlandırdığı  yazma heveslisi, bohem Anakaralı memur karakteri Günaydın için alışageldik fakat tam yerinde bir tabirle biçilmiş kaftan. Bu rol için Türkiye sinemasında başka bir ismi uzun yollu düşünmeme rağmen aklıma gelmedi. Çünkü filmi izlediğinizde çizilen bu karakteri Günaydın’dan başkası boyayamazdı diyorsunuz. Bazı filmler, bazı şarkılar gibi sadece bir isim için yaratılırlar, onun üstüne kimse çıkamaz, o eser ona ait olur ya, bu rolde az önceki yargıma misal olarak Engin Günaydın’ın üzerinde çok şık duruyor.

Gündelikçi Türkan karakteriniyse genelde sit-komlardan izlemeye alışık olduğumuz Nihal Yalçın canlandırıyor. Evet, onunda Günaydın kadar olamasa da rolünü yakaladığı söylenebilir. Yalçın’ın rol ile uyumu ve canlandırma başarısı ayakta alkışlanamasa dahi, elleri kızartacak kadar uzun alkışlanmayı hak ediyor desek sanırım teşbihte hata yapmamış oluruz. Akılda kalmayı hak eden diğer bir isimse “hüzünlü bir fahişe”yi canlandıran Nergis Öztürk, fazla sahnesi olmamasına rağmen  kırılma noktalarındaki çıkışlarıyla gözden kaçmıyor.  Özellikle başkarakterin iç muhasebelerinin, kendini değiştirme çabasının ve yeni bir kimlik arayışının en buhranlı dönemlerinde su yüzüne çıkan varoluşsal gerilimlerinin en sıklaştığı sahnelerde, yardımcı oyunculuğuyla başkarakter Muharrem’i bütünleyen fahişe karakterini fevkalade bir oyunculukla canlandırdığını gönül rahatlığıyla abartıya kaçmamış olarak ifade edebiliriz.  Bilhassa bu yapımdaki oyunculuğunun niteliğini tahayyül etmeniz için bir sahne var ki kısaca bahsetmeli. Otel odasında yüzüne vuran mum ışığının oluşturduğu yanal ışığın gölgesi altında, saçlarını aheste hareketlerle taradığı ve yüzünde çok ince, belli belirsiz fakat derin bir hüznü yansıttığı o sahne, bu filmdeki oyunculuğunun zirve noktasıydı. Filmden çıktıktan sonra muhayyilemde yeniden hissederek canlandırabildiğim tüm sahnelerden en önde geleniydi.

Görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi fotojenik kompozisyon ve kadrajlara eğilmesine rağmen Nuri Bilge’nin filmlerinin yanında sönük kaldığını belirtmeliyim. Bir Zamanlar Anadolu’da sadece yol sahnelerdeki geniş açı “fotoğraf”ları ya da Üç Maymun’daki Tren sahnesinde kompozisyon ve kadrajı anımsayınca birkaç adım daha geriden geldiği anlıyoruz Yeraltı’nın. En azında Ankara’da yapılan dış mekân çekimlerinde daha özenli çalışılsaydı, bu eksiklik görülmezdi ve yapım büyük bir zaafının üzerini örtmeyi başarırdı diye düşünüyorum. Gerçekten ben “Sanat filmi” adı altındaki yapımlarda kendi adıma buna son derece değer veririm ve Yeraltı beni bir iki “kare” yi saymazsak hemen hiç tatmin etmedi bu anlamda. ( Fahişe’nin Muharrem’in yanına geldiği gece, kırılmış cam parçalarının ardından yapılan geniş açı çekim ve Muharrem otelden çıktıktan sonra buğulanmış taksi camından dışarıyı izlediği sahne.)

Bir Dosteyvski sevdalısı olarak, öncelikle, her şeyden evvel bu büyük Rus yazarı okumak ve anlamak lazım Yer altı filminden tat almak için. Filmin birkaç dakika içinde sezilebilecek Dostoveyskiyen (“şekspiryen”den bir uyarlama denemesi) bariz bir üslubu var. Zeki Demirkubuz’un saygı duruşu niteliğinde kaleme aldığı ve yönettiği bu filmde birçok yerde bu usta kalemden  alıntılar olmasına rağmen sanırım her şeyin üstünde şu cümle yükselerek hakikate el sallıyor:
Gerçek her şeyin anasıdır ve üstündedir. Zavallı egolarımızın bile.”

Bir Gece Yarısı Sabahattin Aliyi Hayal Etmek


Bu sarışın, hafifçe tombul adamı Konya’nın uçsuz bucaksız sarı, kurak ovalarında, sanki başkaca bir renk hatta ton yokmuş gibi aynı rengi alarak yerden yükselen toz bulutundan sakınmak için cebinden çıkardığı mendilini yüzüne siper ederken ya da Sinop’un yürekleri kedere boğan sisli gökyüzünde uçan hür martıları, yuvarlak çerçevesiz gözlüğünden yansıyarak, piposunu ciğerlerine çeke çeke taş mahpushane duvarlarının ardından izleyen bu kalbi hayal ediyorum. Sonra Kaz dağlarında hararetlendiğinde ceketini sol koluna alan ve sağ eline yerden bulduğu uzunca bir dalı değnek yaparak, tenha dağ yollarında yavaş fakat emin adımlarla meskenini aşındıran bu adamı onu gözden kaybolana dek izliyorum. Ardından Berlin’in yağmurlu, soğuk ve kasvetli, kâh aydınlık kâh karanlık sokaklarında gri, uzun paltosuna sarılmış dolaştıktan sonra, buğulanmış gözlükleriyle, Goethe ya da Schiller’in bir kitabını almak hasebiyle, tatlı bir heyecan içerisinde çamurlanmış, küçük ayakkabılarını silerek kitapçısına giren bu meraklı adamı tahayyül ediyorum. Muhayyilem bir an bulanıyor ve bir an çok kısa bir an boş kalan yeri Karanfil sokağındaki şirin evlerinde kızını kucağına alarak ona hikâyeler okuyan bu adamın, o sevecen babanın gök mavisi gözlerindeki tahassüsüsün sevecenliği kaplıyor. Fakat bu epey kısa sürüyor, duygularım o imajı aklıma getirerek tüm keyfimi ürkütüyor. Ah, hatırlamasaydım, keşke sonunu bilmiyor olsaydım diyorum. Zihnimi kaçmak için ne kadar ikna etmeye çalışsamda perdenin arasından iğrenç suretini gösteren bir imge tüm bunların üzerine ite kaka, kirli elleriyle çıkarak bu tatlı hayallerden zoraki koparıp atıyor beni. Istıranca dağlarında, güneşli bir nisan sabahı yeni yeşillenen otları mide bulandırıcı bir tezatla kızıla boyarak akan koyu kırmızı kanının üzerinde yüzükoyun uzanmış bu adamın vaziyetinin ve ölmeden az önce elinden düşerek ölü bedenin yanında onu taklit etmek istercesine uzanan siyah deri çantanın suretinin, bir an bile olsa, bir miligram bile olsa zihnime zehrini zerk etmesini istemiyorum. Kaçıyorum, faydası dokunmuyor, yakamdan yakalayarak buyurgan emirleriyle muhayyelimin tüm sınırlarını arsızca ve benden hür olarak işgal ediyor.