3 Ocak 2018 Çarşamba

Nobelli Günden Kalanlar'a sıra geldi mi?

Çok az hikaye Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanları kadar katmana sahip. 

Son günlerde filmini yıllar önce seyrettiğim Günden Kalanları okuyorum. Tek kelimeyle mutlaka okunması gerekenler arasında. 2017’de Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kazuo Ishiguro’nun 1989’da yayınladığı roman, katman katman bir hayatı gözler önüne seriyor.

Baş kahramanımız Stevens. Babasının da bir başuşak olduğu Stevens için “dünyanın kaderine yön veren beyfendilere hizmet etmek büyük bir görev”. Bu nedenle aşırı disiplinli ve görevi için yaşayan biri. Bu onun için o kadar önemli ki, kendi duygularının ve düşüncelerinin bile ötesine geçiyor. Şimdi çok fazla spoiler vermeden romana kısa bir göz atalım.

Roman, Stevens’ın 1950’lerde malikaneden İngiltere’nin batısına yaptığı yolculukla başlıyor. Bu yolculuk sadece fiziki boyutlarla sınırlı değil. Ömrünün uzun yıllarını Lord Darlington malikanesinde geçiren Stevens’ın kendisine yaptığı bir seyahat aynı zamanda. Gezinin sonunda ise benzerine pek şahit olmadığımız bir aşk öyküsünün gerçek finaline ulaşıyoruz.

Karşınızda ‘çok heyecanlı’ bir aşk hikayesi yok. Sizi kurgusuyla oradan oraya şevkle sürükleyen bir hikayeden de bahsetmiyoruz. Peki Günden Kalanları bu kadar özel kılan ne?

Aslında her şey Stevens’ın karakterinde saklı. Ishiguro öyle bir kahraman yaratıyor ki, duygularını ifade edemeyen, bununla kalmayıp kendini hisleri konusunda sürekli manipule eden, tabiri caizse işi için yaşayan biri başuşak. Bu durum Stevens’ın hikayenin son düzlüğünde de ‘bir an’ şüpheye düşeceği gibi hayatı ıskalamasına yol açıyor.

Kendisine deliler gibi aşık evin kahyası Bayan Kenton’ı avuçlarının arasından kaçırırken, kılını bile kıpartmayan bir adam Stevens. Çok üzülüyor, fakat bunu hiç bir şekilde gösteremiyor, adım atmak istiyor, nasıl yapacağını bilmiyor, kendi yargıları ve doğrularının hapsettiği, ‘vakur’ hayatına o denli inanıyor ki, için için ağlarken bile yüzü gülebiliyor.

Roman, 1993’te sinemaya aynı adla uyarlandı. Çok yerinde bir tercihle Stevens’ı Antony Hopkins canlandırıyor. Önce kitabı okuyun. Çünkü film, romanla önemli benzerlikler taşıda da yer yer farklı.

Keyifli okumalar.



6 Aralık 2017 Çarşamba

Ölüyü dirilten Battlefield 1

Bilgisayar oyunları oldum olası severim. Ne bileyim bir tür empati kurmama imkan veren oyun dünyası, çoğu zaman sinemadan daha çok çeker beni kendine.

Ancak yaşım ilerledikçe (Henüz 26’yım ama 19’ göre yaşlı) eski tat kalmaz oldu. Sanki her oyun aynı gibi gelmeye başladı. Uzun saatler başından kalkmayacağım oyunlardan yarım saatte sıkılır oldum.

Kendimi ‘yaşlandım mı’ diye sorgularken, aslında durumun pek de benle ilgili olmadığımı anlamamı sağlaya ‘bir’ oyuna sardım. Battlefield 1.

Oyunu açar açmaz, kendimi ortaokul yıllarımda Call of Duty 2 oynuyormuş gibi hissettim. Savaş
hissi, atmosfer, askerlerin çığlıkları, karmaşa ve strateji... Battlefield 1 ölü zihnimi birkaç dakika içinde canlandırmayı başardı. Yarım saatte FPS’lerden sıkılan ben 3-4 saat aralıksız başından kalkamadım BF 1’in.

ASTMOSFER ŞAHANE
Peki, Battlefield 1’de beni ne çekti bu kadar? Başta atmosfer. Bireysel modern savaşları konu alan FPS’ler bir şekilde geniş çatışma alanları sunsa da, siper savaşlarının ruhunu vermekten çok uzak. BF 1 bunu çok iyi yapıyor. Siperden sipere koşarken, askerlerin motivasyon çağrıları,  patlayan bombalar, seken mermiler, çamur, başınızın üstünden geçen şarapnel parçaları... Her şey savaş ruhunu yansıtıyor. Müthiş bir geri dönüş.

DEDELERİMİZİN HİKAYELERİ
İkincisi FPS’lerdeki modern savaş hikayeleri uyduruk. Yaşanmışlığı yok. Rusya-ABD; ABD -Çin; Kuzey Kore-ABD arasındaki muhtemel çatışmalar. Olabilecek ama henüz yaşanmamış olaylar; hali hazırda yaşananların karşısında değersiz. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın da katıldığı milyonlarca insanın hayatını değiştirmiş, nice hikayelere konu olmuş destansı muharebeler silsesi. Bu nedenle dedelerimizin hikayelerini tecrübe etmek bir başka.

TÜRKÇE DUYMAK GÜZEL
Üçüncüsü BF 1’de Osmanlı Devleti de var. Hem de iyi ayrı bölümde. Her ne kadar yaşananların yanında, sunulan iki hikaye sönük kalsa da, bunları oynamak ve  savaş esnasında başarıyla seslendirilmiş ana dilimizdeki konuşmaları duymak farklı bir haz.

SAVAŞIN ÇAMURU SENİN DE ELLERİNDE
Dördüncüsü, oyun grafikler beni oyunlara asıl bağlayan  en önemli kriterlerden biri. Gerçekçi fizik
motoru da işin içindeyse tadından yenmez. Battlefield grafik yönünden tek kelimeyle mükemmel. Özellikle çamur bu kadar ayrıntılı başka hangi oyunda yer almıştır bilmiyorum. Şavaşın bulaşık çamurunu gerçekten hissettim.

AKICI OYNAYIŞ, DAHA FAZLA KEYİF
Beşincisi BF 1’de, BF 4 ve BF 3’e göre daha akıcı bir oynayış var. (BF 2 bu ikisine göre bana daha akıcı gelmişti.) Kendinizi elinizdeki silaha bir şekilde daha hakim hissediyorsunuz. Hareketler daha seri ve hareket sonrasında silahla nişan almak çok daha kolay, ayrıca keyifli.

MULTİ’DE DEVRİM
Son olarak multiplayerda operasyon görevleri, ayrı birer single tadında. BF’nin diğer serilerinde olmadığı gibi  kimin nerden çıkacağı belli. Düşman karşıda, bunu biliyorsunuz. Ayrıca bölgeleri ele geçirmek için işbirliğine dayalı oynayış sistemi de size bir amaç etrafında birleşen bir bölükteymiş hissi veriyor. Hücum!

BF 1 her yönüyle oyun dünyasında ilgimi kaybetmeye başladığım FPS dünyasında yeniden sıcak bakmamı sağladı. Birçok oyuncunun bu ifadeyle hislerini anlattığımı düşüniyorum. Rakiplerine göre uygun fiyat, başarılı server yapısı ve neredeyse hatasız multiplayer deneyimiyle BF 1 unutulmazlarım arasına girdi.

İyi oynadığım bir gün gameplayde ekleyeceğim buraya. Şu ana kadar 5'incilikten yukarı çıkamadım.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Earth 2.0 keşfedilmiş olabilir

Dünya gibi yaşam için her şeyin doğru gitttiği sıvı su barındıran bir gezegen evrenin başka bir yerinde var mı? Bilim olabileceğini söylüyor ve henüz gidip görmesek de birçok olasılık şimdiden keşfedildi. 

Geçen hafta bilim dünyasını heyecanladıran ve 'Ross 128b' adı verilen dünya boyutlarında bir gezegen keşfedildi. İddiaya göre bu gezegen yaşamı destekleyen bir atmosfer, uygun ısı ve sıvı haldeki suya sahip olabilir. Yani Earth 2.0'ın bulunmuş olması ihtimal.

Hemen heyecanlanıp bavulları toplamayın. Ross 128b 11 ışık yılı uzakta.Yani 300.000 kilometre hızla 11 yıl boyunca seyahat etmelisiniz ki bu gezegenin kapısına dayanın. Bu teknoloji şu an için sadece bilim kurgu romanlarında gerçekliğe kavuşabilir. Çünkü henüz ışık hızında seyahatin mümkün olup olmadığı konusunda bile tartışmalar sürüyor.

EARTH 2.0 
Bu umutlarımızı bir kenara bırakıp, gözümü gökyüzünden ayıracağımız anlamına gelmiyor.

NEDEN UMUT?
Ross 128b neden eşsiz olarak değerlendirildi? Çünkü dünyayla aynı boyutta. Ayrıca sistemindeki güneş bir kırmızı cüce. Bu gezegenin güneşiyle arasında mesafe, dünyaya göre daha az ama yıldızı daha soğuk. Yani bildiğimiz anlamda bir yaşamın ortaya çıkması için burada dünyaya benzeri bir yuva ortaya çıkmış olabilir. Bu bir umut ışığı.

Bir Avrupa projesi olan HARPS tarafından keşfedilen bu gezegen durmamamız gerektiğini söylüyor.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Uzaylılar var mı? Cevap aşağıda

"Delil yokluğu, yokluğun delili değildir."
Uzaylılara kim ilgi duymaz ki. Filmlerde görmeye alıştığımız uzun boylu, zayıf ve ET hariç genellikle kötü niyetli yaratıklar. Ancak Hollywood’da bize izletilenlerin aslında çok azının ‘bilim’ ile ilgisi var.

Uzaylılar işte tam da ‘ya bu işin bilimi neymiş’ diye soranların meraklarını karşılıyor. Kitabın yazarı Jim Al-Khalili dünyaca ünlü bir fizik profesörü. Aslen Iraklı bir aileden gelen Al-Khalili, Birleşik Krallık’ta büyümüş. Dünya onu anlaşılması kolay belgeselleriyle tanıyor. Kuantum Mekaniği gibi oldukça karmaşık bir olayı bile onun sayesinde binlerce insan öğrenebildi. (Gerçi ben belgeseli izlememe rağmen hala anlamış değilim.)

 Al-Khalili’nin ‘Aliens’ kitabını çok merak ediyordum. Ancak açıkçası İngilizce olduğu için okumak
için ağırdan alıyordum. Geçtiğimiz günlerde yeşil sayfalarla bezenmiş Hollywoodvari bir baskıyla Domingo yayınlarından çıktı. ABD versiyonun baskısı ise daha akademik.

ALANININ UZMANLARI YAZIYOR
Uzaylılar Jim Al-Khalili’ye ait sayılmaz. Aslında dünyanın alanında en iyi uzmanlarının yazılarından oluşan bir derleme. İşin astrobiyolojik yanından, psikolojik tarafına uzaylılarla ilgili ne merak ediyorsanız bu kitapta var. Uzaylılar dünyayı işgal eder mi? Gerçekten varlar mı? Bizden başka zeki bir yaşam evrenin başka bir yerinde ortaya çıkmış olabilir mi? Uzaylılar yataklarında mışıl mışıl uyuyan insanları kaçıyor mu? Neye benziyorlar?

Kitap bu soruların cevabını net bir şekilde vermiyor, fakat dünya dışı zeki yaşama farklı ve ayakları yere basan bilimsel bir açıdan bakmanızı kolaylaştırıyor. Sade dili, güzel çevirisi ve dopdolu makalelerle ‘Uzaylılar’ bu işi merak edenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir çalışma.

Kimlerin yazısı var diye sorarsanız, yaklaşık 20 harika bilim insanı: Martin Rees, Paul Davies, Monica Grady, Ian Stewart bunlardan birkaçı.

Bu arada ben Kuantum Mekaniğini anlarım diyenler bu videodan kendilerini deneyebilir.




6 Ağustos 2014 Çarşamba

Çehov Mektupları


Geçenlerde Facebook’ta Anton Çehov sayfasında güzel bir mektuba denk geldim. Bu mektup Çehov daha on altısındayken Moskova’daki kardeşi Misha’ya yazılmıştı. İlgimi çekti. İngilizcesi kolay gibiydi. Çevirmeye çalıştım. Mektubun aslı malum olduğu üzere Rusça. Meraklı İngilizler Çehov’un mektuplarını çoktan kendi dillerine çevirmişler. Ne yazık ki Türkçe çevirisi yapılmayan bu mektupları zaman zaman burada paylaşacağım. Hasbelkader okuyan olursa diye. 

.................
Anton Çehov ailesindeki 6 erkek çocuktan biriydi. Taganrog’ta  eskiden bir serf olan babasıyla birlikte yaşadı. Babası Pavel Yegorovitch özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir mağaza işletmeye başladı. Fakat mağaza Pavel’in tecrübesizliği ve Vladikavkaz’a yapılan tren yolu nedeniyle kötüye gidiyordu. 1876’a gelindiğinde aile çok kötü durumdaydı. Pavel iflas etti. Dükkânı kapattı. Borçlar birikmişti. Tutuklanmaktan korkuyordu.  Moskova’ya göçtüler. Çehov’un iki kardeşi Moskova’ya eğitim için birkaç yıl önce gitmişti. Çehov 16 yaşındaydı. Ailesinden kalanları satmak ve liseyi bitirmek için Tagangrod’ta kaldı. Aşağıda yer alan küçük kardeşi Mihail’e yazdığı mektup işte bu zor yılda kaleme alındı. *Ç.N

Sevgili kardeşim Misha,
Bu mektubu yazarken, korkunç bir sıkıntı içinde, kapının önünde esniyorum. Bu yüzden belki beni bu derin mektuba nasıl cevap verdiğimle ilgili yargılayabilirsin. Mektubun başarılıydı. Tüm mektup boyunca tek bir heceleme hatası dahi bulamadım. Fakat bir nokta var ki bundan hiç hoşlanmadım.  Neden kendini küçük görüyorsun. Değersizliğinin farkında mısın? Tanrıdan önce fark et. Belki güzellik, zekâ ve doğanın yanında önemsizsin. Fakat insanların arasında asla önemsiz değilsin. Onların arasında asla namussuz değilsin, sen dürüst bir adamsın. Yoksa değil misin? Öyleyse, kendine dürüst bir adam olarak saygı duy. Dürüst adamlar asla değersiz değildir. Utanma, birin değersizliğinin farkındalığıyla mütevazı ol.

Okuman iyi bir şey. Okuma alışkanlığı kazan. Madam Beecher- Stowe gözlerinden bir damla yaş düşürmeye mi çalışıyor? Daha önce ben okumuştum onu.  6 ay önceydi. Okuduktan sonra hoş olmayan bir duyguya, ölümlülerin çok fazla kuş üzümü veya kuru üzüm yedikten sonra hissettiklerine benzeyen bir duyguya kapıldım. Mesela Don Kişot’u oku. Cervantes neredeyse Shakespeare seviyesindedir. Diğer bir önerimse Turganyev’in Hamlet ve Don Kişot’u. Değerli kardeşim Sen bunu anlayamayabilirsin. Eğer seyahatte okuyacaksan bu kitap seni sıkmayacaktır. Gonçarov’dan Pallada Fırkateyn’i de okuyabilirsin ayrıca.

…Yanımda bana bir ay için 20 rublelik nezaret parası ödeyen yatılı bir öğrenciyle birlikte geliyorum. Gerçi bu 20 ruble bile yeterli değil. Özellikle Moskova’daki yiyecek fiyatları ve annemin yatılı öğrenciyi dürüst çabasıyla beslemekteki fakirliği düşünüldüğünde.

Taganrog
1 Temmuz 1876

Anton Çehov’un ailesi ve arkadaşlarına mektuplarından. Rusça’dan İngilizceye çeviren Constance Garnett. Chatto and Windus, 1920. Ss. 39-40 -Londra

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Hürriyet Seyahat

Hürriyet Seyahat ekinde yayınlanan bazı haberlerim,

Seyahat röportajları için

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26972177.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26702700.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26750751.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26660141.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26892660.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26931935.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26849988.asp

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/27064836.asp

Haberler için
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/seyahat/26794450.asp

25 Mayıs 2014 Pazar

Video işleri

Balat ve Fener her şeye rağmen...



Selden sonra Gökçeada haberimize linkten ulaşabilirsiniz.

http://www.habervesaire.com/news/selden-sonra-gokceada-2714.html

15 Mayıs 2014 Perşembe

Datça

Talana nazır Datça ve Bozburun

DoğaAbidin Önder Öndeş,   
Datça Palamutbükü
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Datça Bozburun Özel Koruma Bölgesi'ni "koruma" planı: Bölgenin büyük ölçekli turizme açılması!
“Palamutbükü, Mesudiye gibi Datça’nın en ‘mutena’ koyları turizm tesis alanları olarak tanımlandı. Daha önce de tanımlanmıştı. Ama şimdi ‘otel turizmi’ getirilerek yapılaşma verilecek.”  
  
Bu sözler Datça Mimarlar Odası’ndan Necati Sağır’a ait. Sağır, “Cennete talan planı” başlıklı yazısında Datça ve Bozburunyarımadalarında uygulanmak istenen “Datça-Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi 1/25 000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Revizyonu Plan Hükümleri”ne dikkat çeken gazeteci Çiğdem Toker’in sorularını yanıtlıyor. Sağır’a göre yukarıdaki sözlerin anlamı ise şu:

“Bugüne kadar pansiyonculuk ve en çok butik otele verilen izin, büyük parseller için büyük otelleri kapsayacak biçimde geçerli olacak. Yerli halk, kendi yerinden fiilen kovulmuş olacak. Ekmeğinden edilecek. O sahillere herkes elini kolunu sallayarak özgürce giremeyecek. Herkesin sahilleri, 'paket tur' satın alanların paralı sahiline dönüşecek."

Datça'nın üzerine titreyenler.. 

Geçen yaz tatilimi Mesudiye’de geçirdim. Yani haberde geçen “mutena” Datça koylarından birinde. Ege ve Akdeniz kıyı şeridimizin neredeyse tümünü gören bir olarak Datça eşsiz bir yer olduğunu söyleyebilirim.  Bu “eşsizlik” ifadem alelade değil üstelik. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) “acil olarak korunması gerekenler” listesine 1999’da aldığı Avrupa Ormanlarının 100 sıcak noktasından biri Datça ve Bozburun yarımadaları.  Bu nedenle, değil otel turizmi imarına açmak, üzerine titremek gerekiyor.

Datça’nın üzerine titreyenler var. Mesudiyeli turizmci Ogün Selvili bunlardan biri. Selvili, bölgede gözü olan işletmelere karşı önemli bir kozlarının olduğunu söylüyor: 
Haberin devamı için:
http://www.habervesaire.com/news/talana-nazir-datca-ve-bozburun-2703.html

20 Nisan 2014 Pazar

Adobe Premier'de Yol Bulma Çalışmaları

Video montaj bilgimi ilerletmeye çalışıyorum. Adobe Premier'de özellikle fotoğraf üzerinde dinamik akışlarda zorlanıyordum. İlk saniyesinden son saniyesine dinamik akış efektiyle bezenmiş bir video çalışması yapmayı denedim. İçerikten ziyade işin teknik boyutuna odaklanmaya çalıştım. Zevkle dinlediğim üç klasik klasik müzik eserinin yer aldığı video çalışmamı sizlerle paylaşıyorum. Rastgele artık...


18 Nisan 2014 Cuma

İsmet Çavuş

Yazmanın kimileri için bir ihtiyaç olduğunu söylerler. Öyledir de. Üretmenin tadını tatmış insanlardır onlar. Bir şeyler vermek isterler, bir çentik atabilmeyi arzularlar kitlelerin zihinlerine.

Tüketmenin kutsallaştığı dünyada üretme zahmetine katlanırlar. Üretmenin yükünü omuzlarlar. Acı çekerler, hissetmek, anlamak, okumak için dünyayı, evreni ve en önemlisi insanı.  Zaruri değildir yazmaları, kimse şart koşmaz onlara, yazacaksın demez. Zorlayan onlarıysa sade ve sadece kendi yetenekleri, bilinçleridir. Bu bilinç düzeyinin dayanılmaz ağırlığı altında ezilmemek için geceleri uykusuz kalır gözleri. Elleri ağrır, sırtları kamburlaşır. Bahşedilmiş yeteneklerinin bedelini böylece öderler.

Gabriel Garcia Marquez’de bu insanlardan biri. Stefan Zweig’ın deyimiyle insanlığın yıldızını parlatan bu nadide üreticiyi, bu dehayı sevgiyle anıyorum. Ona adadığım İsmet Çavuş hikâyemi ise naçizane paylaşıyorum.

*****

İsmet Çavuş

Demir yolu işçileri bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan korunmak için çadır kurmuş dinmesini bekliyordu. Kilometrelerce dümdüz ovada uzanıp giden raylar kâh bir sis bulutuyla örtünüyor, kâh sisten sıyrılarak belli belirsiz de olsa seçilebiliyordu. Ufkun bir nebze de olsa yüzünü gösterdiği anlarda çakan şimşekler raylardan yansıyarak onları izleyen gözleri arsızca rahatsız ediyordu. Demir yolunda kilometrelerce yürüyüp yorgun düşen işçilerse yağmuru fırsat bilerek çadırın kuytu köşelerinde uyukluyordu bu esnada.

Çadırda uyumayan tek kişi çavuşları İsmetti. Tıknaz fakat kuvvetli yapısı olan çavuş, sigarasını keyifle tüttürüyor ve hiç dineceğe benzemeyen yağmuru kayıtsız gözlerle izliyordu. Emekliliğine birkaç ayı kalmıştı İsmet Çavuş’un. Neredeyse 25 senedir raylardaki aksaklıkları onarıyordu. Nasır tutmuş parmakları, kış ve yaz yanan cildi, artık neredeyse gri olan saçları ona bilge bir hava katmıştı. Bilge sayılamazdı belki ama güngörmüş geçirmiş, hayatı ve insanları tanıyabileceği kadar iyi tanımıştı. 

Köyde büyümüş, âşık olmuş ve yine köyde evlenmişti. Şimdiyse ailesiyle beraber tren istasyonunun bitişiğindeki lojmanda yaşıyordu.  Emekli olunca ne yapacağını düşünüyordu kara kara. Emekli olsa bir türlü, olmazsa başka türlüydü. Bu işte ömrünü harcamış, yorulmuştu. Köydeki baba yadigarı evine dönüp orada yaşamak istiyordu. Fakat çocuklardan biri lise, diğeriyse ortaokul talebesiydi.  Köyüne dönerse onlar ne yapacaktı, masrafları nasıl karşılanacaktı. İkilemdeydi İsmet Çavuş. Büyük oğlan çalışkandı. En azından o üniversiteyi kazanana kadar sıksaydı dişini. Topu topu iki yıl vardı buna.

Sigarası ve düşünme takati bitmek üzereyken kara yolunun kenarına yanaşan bir arabanın sesini duydu. Şemsiyesini alarak dışarı çıktı. Siyah otomobilden kısa boylu ve siyah paltolu bir adam indi. Elinde paltosu gibi siyah, deri bir çanta vardı. İsmet ona doğru yaklaşan hat şefini tanımıştı. Nasıl tanımazdı. Ondan daha kısa bir adamdı. Kendisi kadar birini içine alabilecek bir göbeği de vardı üstelik. Aradaki mesafeyi hızlı adımlarla kapadı şef.  Yağmura ve siyah kumaş pantolonunu bulaşan çamura lanet okurken işçi çadırının önünde durdu.  Selam vermedi. Üstüne üstlük çavuşun lafını bölerek emredercesine sitemkâr konuşmaya başladı.

-İsmet çavuş ne yapıyorsunuz burada, görmüyor musunuz daha yolun üçte biri duruyor. Utanmıyor musunuz zaman kaybetmeye?

İsmet Çavuş şefe sesini duyurmak için bir adım attı.

-Hoş geldiniz… Şefim yağmuru görüyorsunuz. İlerlememiz mümkün değil.

Bu cevaba sinirlenen şef yağmurdan ıslanan gözlüklerini eline aldı.

-Olur, mu öyle şey. Bugün yarın bu yoldan reisicumhur geçecek.  Acele etmemiz lazım. Durmak yok.

İsmet Çavuş hakkını savunmayı bilen bir adamdı ama şefi yıllardır tanırdı. Her şeyin önüne itibarını ve görevlerini koyan duygusuz bir adam olarak bilinirdi. Aynı zamanda emirlerine tam itaat isterdi. Üstelik bunu görmezse çok da kolay öfkelenirdi.

-Öyle olmasına öyle şefim. Ama işçilerim yorgun, bu yağmurda işe koyulsak zaten hattı hakkıyla kontrol edemeyiz.

-Etmelisiniz İsmet Çavuş. Lamı çivi yok yarın bu hat bitmiş olacak. Onu bunu anlamam ben.

İsmet Çavuş da sinirlenmişti. Fakat bunu belli etmemeye çalışmalıydı. Bilhassa bu meşrepte adamlarla münakaşanın iyi neticeler vermeyeceğini çok önceden öğrenmişti.

-Şefim, işçilerim zaten çok yorgun. Bu yağmurda, çamurda, balçıkta ilerleyemiyoruz. Zaten hava da soğuk. İnsaf edin, bugün yağmur dinene kadar bekleyelim yarın tüm şevkimizle işe koyuluyoruz.

Şef, İsmet çavuşun sözünü bitirmesine zar zor sabretmiş, elinde tuttuğu gözlüğünü havada tehditkâr savururken kısık, küçümseyen –gözlük takmaktan küçülmüş-gözleriyle bakmıştı şemsiyesinin altından belli belirsiz çavuşun suratına.

-Olmaz öyle şey. Hem sen mi bileceksin bu işi ben mi! Haddini bil, dediğimi yap! Yoksa emre itaatsizliğini bildiririm… Şimdi toplayın çadırı, işe devam edin. Benim de asabımı bozmayın bakayım.

İsmet Çavuş itham edildiğinin aksine işine ondan daha hakimdi. Demiryollarında çalışan, iş bilir, yetenekli eşi az bulunur cinsten bir çavuştu o. Bu güne kadar işçilerin kendi aralarındaki kavgaları ayırmak dışında bir kişiye fiske dahi vurmamıştı. Ancak bugün şefin küçümser tavrına çok içerlemiş, stresini bir nebze olsun gizlemek için yumruk yaptığı sağ elini paltosunun cebine sokmuştu.

-Bakın şefim, size söz veriyorum. Beni bilirsiniz yaparım dersen yaparım. Müsaade edin bana, yarın ben adamlarımı işe koşarım. Ama bugün bu yağmur durmadan adım atayamayız.

Fakat şef yanaşmıyordu. Artık mesele işten çok kendisi olmuştu çünkü. Bugüne kadar her dediğinin istinasız yapıldığı, yüksek makamlarla ilişkileri olan bu adam basit bir çavuşun dediğine uymazdı, uyumazdı. Özellikle reisicumhurun geçeceği -yıpranmanın en fazla olduğu böyle bir- ray hattı güzergâhında. Sesini yükselterek,

-Siz bana karşı mı geliyorsunuz İsmet Çavuş

Söylediğinin çavuş üzerindeki etkisini anlamak için bir an duraksadıktan ve sesine nizam verdikten sonra,

-Evet, evet sen bana karşı geliyorsun çavuş. Haddini bil, ukalalık tasla

İsmet Çavuş’un lafını bölme girişimine gözlüğünü havada savurarak karşılık verdi.

-Yo, yo inkâr etme, emekliliğine çok az bir zaman kala, bana ukalalık yapıyorsun. İşçilerin, düşünüyor gibi görünüp kaytarıyorsun galiba ha! Dur bir dakika, inkâr etme, bu mevsimde yağmuru izleyerek tütün içmek çok keyif verir adama. Değil mi ha
!
 Şef dişlerini sıkarak homurdanıyor, kendi kendiyle konuşuyordu şimdi. Çamurlanan ayakkabısını kısa bir nazar attıktan sonra söyleyeceklerinin tesir edeceğinden emin sürdürdü konuşmasını.

-Ama burası tütün içme yeri değildir İsmet Çavuş. Şimdi çok konuşma da, topla şu çadırı, ıslandım burada senin yüzünden. Üstüm başım battı. Şu ayakkabılara bak bi. Şemsiyem de su alıyor sana laf anlatmaya çalışırken. Hadi, hadi durma çavuş. Toparla!

İsmet çavuş bu havada çalışılamayacağını iyi bilirdi. Böyle bir imkân bulunsa bir salise durmaz, işe koyulur bitirirdi denetimi. Fakat şefin onu işten kaytarmakla itham etmesine çok içerlemişti. Cebine soktuğu sıkılmış yumruğunu daha da sıktı.

-Hayır şef. Bu mümkün değil.  Bu havada iş yapamayız. Hem iş yapsak bile bu işçiler bu yükü kaldırmaz. Hem ben bu adamları bugün çalıştırırsam yarın hasta olurlar ondan sonra hattın denetimini toptan kaybederiz. Israr etmeyin, havanın kararmasına çok bir şey kalmamışken paydos edelim.

Artık İsmet Çavuş işçilerin hasta olma ihtimali kozunu da oynamıştı. Bunu söylerse şefin ikna olacağını düşünmüştü. Şefse çavuşa doğru bir adım atmış, işaret parmağını İsmet’in göğsüne bastırarak haykırıyordu. Bu esnada çadırda uyuyan işçilerden birkaçı dışarı çıkmış, münakaşayı izliyor, aralarında fısıldaşıyordu. Uyananlar diğerlerini telaşla uyandırıyor. Bir yandan da dışarıda cereyan etmekte olan münakaşayı meraklı gözlerle dinlemeye çalışıyorlardı.

-Bak, bak, bak… Hasta olurlarmış ha! Bu yağmurda kimseye bir şey olmaz. Ben ne çalışma koşulları gördüm. Diz boyu kar adamlar harıl harıl. Bak şimdi bana…(Bu cümleyi tane tane söylüyordu.) Sen en iyisi mi o bahaneleri kendine sakla!

İsmet üstlerini idare etmeyi öğrenmişti. Yirmi seneden fazla bu işteydi ve onlarca patronu olmuştu. Zaman zaman hakaret yemiş, odalardan kovulmuş, hor görülmüştü. Fakat o gün nedendir bilinmez İsmet bu darbelere karşı koy verme gardını düşürmüştü. Başka bir gün şefin çıkışmasıyla karşı karşıya kalsa aynı tepkiyi muhtemelen vermezdi. Ama o gün, o saat, o dakika ve o salise onu olduğundan farklı kılmış, dikkatle muhafaza ettiği muvazenesini yitirmesine yol açmıştı.

Kim bilir şef  “sakla” sözcüğünü bu denli yüksek sesle söylemese ya da “sakla “ sözcüğünü yüksek sesle çavuşun suratına haykırırken bir de işaret parmağını göğsünü delecekmiş gibi bastırmasaydı İsmet’in kaburgalarına. Olaylar böyle cereyan etmeyebilirdi. Ama artık olan olmuştu. İsmet, şefin; çadırda patlatıp dağılan yağmur damlalarının sesini duymaz olmuştu. Başı dönmüş, gözleri kararmış, idrak kabiliyetini yitirmişti. Nitekim aklı yerinde değildi. Yerdeki çekici eline nasıl aldığını daha sonra kendisi bile hatırlamadığını söyleyecekti.

İfadeler alınırken işçilerden en genci olayı polise kan çağına dönmüş gözleriyle etrafa ürkmüş, kaçamak bakışlar atarken şöyle anlatacaktı:

-Ben uyandığımda İsmet çavuş çalışamayacağımızı söylüyordu bizim şefe. Biz içeride işçi arkadaşlarlaydık. Dışarıda İsmet çavuşun yanında da birkaç kişi vardı sanırım. Ama onlar da oraya çok yakın değillerdi hatırladığım kadarıyla. En son şefin çavuşa bağırdığını duyduk biz. Bizim Çavuş cevap veremedi bir an. Sonra bizim işçi Yunus’un söylediğine göre bizim bu çadırların çivilerini çaktığımız çekiç var ya. O yerdeymiş. Onu almış yerden bir anda. Şefin kafasına geçirmiş. Şef kendini korumaya çalışmış ama nafile. Çadırın önündeki arkadaşlar yanlarına gidene kadar adamın kafasını darma duman etti. Biz dışarı çıktığımızda çavuşu adamın üzerinden almaya çalışıyorlardı. Ama biz anladık tabi, şefin çoktan öldüğünü. Bir şey yapamazdık. Darmadağındı kafası adamın. Yazık oldu.

- 2014 Nisan