1 Temmuz 2011 Cuma

Yavuz Hilmi Bey

Hava seher vakti hafifçe çisediğinden ıslanan perdeler biraz daha ağırlaşmış, yorgunluğunda verdiği rehavetle sessizleşmişti. Yatağının hemen yanında eski, ev yapımı olduğu belli olan fakat eşinin özellikle beğendiği komidinin üzerinde yıllardır yeri hiç değişmeden duran çalar saatin çalmasına birkaç dakika daha vardı. Yavuz Hilmi gözlerini açtığında uykuluyla uyanıklık arasında bir süre durakladı. Çalan saati doğrulmadan küçük bir hamleyle susturdu. Uyumuş fakat uykuya doymamış bedenini elinden küçük bir destek alarak doğrultu. Rüzgârla dışarıya mendil misali savrulan perdeyi içeri soktu.

Dolapta pek bir şeycik yoktu. Kurumuş yağlı bir koyun peyniri, birkaç zeytin ve içerisinde hapsolmuş ekmek kırıntılarıyla bir vişne receli. Yuvarlak ve bir buldog köpeği gibi yanaklarda kilodan kat kat olan yüzünü asarak ve kalın dudaklarını yukarı doğru bükerek kahvaltılıkları dışarı çıkardı. Ne kadar tatsız tuzsuzdu şimdi kahvaltı etmek. Oysaki gençliğinin pazar kahvaltıları ne kadar güzeldi. Henüz çocukken mutfakta pişen sucuğun kokusunu yattığı yerden alır ve gelecek güzel bir yemeğin sevinciyle yatakta hayaller kurardı. Sonra kahvaltıda babasının gazetenin sayfalarını sinirli bir edayla küfrederek çevirişini hatırladı. Babası ketum bir adamdı, ama çocuklarına, bilhassa Hilmi’ye özel bir ilgi gösterirdi. Onun kıvrak zekâsının annesine değil de kendine çektiğini sofrada ara sıra hanımına takılarak yenilerdi.

Şimdi hepsi uzaktı fakat anıları hala dipdiriydi. Reçelinden çay kaşığıyla ve damlamaması için ekmeğini altına tutarak bir lokma daha aldı. Yavaş hareketlerle bardağın dibinde az miktarda kalan çayının keyfini çıkarmak maksadıyla televizyonun karşına geçti. Kumandayı ufak bir aramanın neticesinde buldu ve kanallarda şöyle bir gezindi. Hiçbir şey yoktu, onca kanal var, nasıl bir şey olamaz kızgınlığıyla milli kanallardan intikam almak istercesine yabancı belgesel kanalını açtı. Onlar da olmasa ne yapardı. Balık tutan ecnebi bir adamın programını izlemeye koyuldu. Ardından da kuş avında avcıları. Avcı olan kel adamın elindeki çifteli babasınınkine ne kadar da çok benziyordu. Bu Hilmi’ye çok küçükken Edirne’de sazlıklarındaki kuş avlarını anımsattı. O zamanlar epey de para vermişlerdi o silaha ey gidi ey. Babasını avlanırken anımsamaya çalıştı. Hatıraları epey silikti ama babası iyi bir atıcı değildi. Çifteliyle her atışından bir ikisi ıska olurdu genelde fakat o bunları hiç önemsemez, tatlı küfürler savurarak silahını tekrar doldururdu. Bu esnada onun ince bıyıklarının altında oluşan tebessümü hiç unutmamıştı. Babası  bu sıcak tebessümü yüzüne yayarken, bazen bir gözüne de sevecen bir içtenlikle kırpardı ona doğru bakarak.  Birkaç kez kendisi de avlanmaya yeltenmiş fakat silah çok teptiği için kuşları vurmak verine sazlıkları vurmuştu. Babasının attığı kahkahalarda cabası.

Belgeselin bitmesinden ve ardından zırva bir programın başlamasından sonra çayını tazelemek için ayağına kalktığında televizyonun yanındaki kutunun içinde duran su faturasını anımsadı. Kendisi çalışırken bunların hepsini Neriman öderdi ne de olsa. Ama şimdi bunların tüm yükü kendi sırtındaydı. Mutfağa meyletmişken kitaplıkta duran ahşap bir çerçevenin içinde evlendikten hemen sonra çektirdikleri siyah beyaz fotoğrafa gözü ilişti. Onun çekildiği gün Neriman çok heyecanlıydı. Üzerinde ona çok yakışan şimdi rengini pek hatırlayamadığı güzel bir elbise vardı. Fotoğrafçının komutlarını uygulamak için döktükleri terleri anımsadı, fırsattan istifade o da biricik müstakbel hanımının yanaklarından muzipçe faydalanmıştı. Bu kare yaşamının çok önemli bir kesitin başlangıç karesi gibiydi ve Yavuz Hilmi için çok önemliydi. Bir an saniyenin bilmem kaçında çekilen bir fotoğraf karesi kalbindeki en önemli boşluğu dolduruyordu şimdilerle. Garipti bu. Fotoğrafı çektirdiği için ayrı, sızılı bir kıvanç duydu yaşlı yüreğinde. Birkaç saniye ayakta durakladı, anıların verdiği ağırlıkla kendini mutfağa atmaya gayret etti. Çaya iştahı kalmamıştı, sofrayı toparlamaya koyuldu. Acele ediyordu. Tahmin ettiği kadarıyla bugün faturanın son ödeme tarihi olması lazımdı. İnternetten ödenebileceğini söylemişlerdi ona ama önce bir bilgisayarı açmayı öğrenseydi o da olurdu.

Güzel giyinmeye şimdi bile özen gösterirdi. Uzun gri kışlık bir paltosu vardı, ayağında da siyah güzel bir deri ayakkabı. Ara sıra şapkada takardı ama bugün aceleden evde unutmuştu. Memurluktan kalan bir alışkanlıkla hala kravat takıyordu. Gömleği ütüleyebildiği kadarıyla düzgün ve temizdi. Neriman emekli olmadan önce öyle güzel bir ütü yapardı ki, dairedeki tüm hanımlar ve beyler hayran bakışlarla işi gelip masasına oturana kadar onu süzerlerdi. Şimdi elinden bu kadar geliyordu ama hiçte fena değildi yapabildiği. İskenderpaşa’dan Fevzi paşa’ya doğru yöneldi. Neriman’ın da çok sevdiği poğaçalar satan pastanenin önünden geçerken içerden gelen sıcaklığı yüzünde hissetti. Soğuk kış günlerinde evlenmeden önce onu burada, içerisinin sıcaklığıyla buluşmanın verdiği heyecanı bastırmaya çalışarak rehavetle beklerdi. Buharlanan pencerede eliyle boşluklar açarak yolunu gözlerdi. Sonra o gözükür ve soğuktan pembeleşmiş yanaklarını omuzlarına nazlı nazlı değdirerek ona el sallardı. Bir anlık bir his nelere kadirdi. Bu sıcaklığı o günkü tazeliğiyle yeniden anımsadı, iliklerinde hissetti. Geleceğin onlara sunduklarını hatırlayınca, ezilen yüreğini yumuşatmak için oradan istemsizce kaçarak uzaklaştı.

Yokuş çıktığından epeyce yorulmuştu. Gençliğinde Neriman onu bu yokuşta hep zorlardı zaten. Elinden tutarak onu koşmaya zorlar o ise yürümekle koşmak arasında bocalayarak ona tatlı tatlı sitem ederdi. O zaman Neriman tatlı sert bir edayla kızmış gibi yapar, onun yüreğinin yağlarını eritir, ne çare Neriman’ın gözlerine dalarak o da sevgilisine uyardı. Geçmişle şimdiki zaman arasında sürekli bocalayan zihninin zamanı daha hızlı sürükleme gücüyle faturayı ödeyeceği merkezin bulunduğu Fevzipaşa’ya çıktı. Hava kapalıydı ve cadde ışıl ışıldı. Buradan çok alışveriş yapmıştı öteden beri, ilk bisikletini, ilkokul çantasını, ilk sünnetliğini, ilk defterini, ilk romanını, ilk şekerlemesini, ilk tahta oyuncak arabasını, ilk mektup zarfını, ilk her şeyini bu birkaç kilometrelik genişçe caddeden almıştı. Eskiden olsa buralarda ne var ne yok ezbere bilirdi. Fakat son yıllarda çok şey değişmişti. Mağazalar o zaman da vardı ama şimdi her yerdeydiler cadde boyunca. Vitrinleri bile çok değişmişti, şimdi hepsi çok moderndi. Ahşaptan yapılan dükkân vitrinleri ve kapıları sıralarını, şatafatlı ve metallerine bırakmıştı. Hüsnü Kundura kapanmış yerini, iki katlı pahalı bir mağaza almış, yıllardır ayrı bir zevk alarak gittiği kitapçısı da son dönemde artan ecnebi istilasından nasiplenmişti. Hilmi derinden bir iç geçirdi kalın dudaklarını titreterek. Kendisi gibi semti de değişiyor, tanınmaz oluyordu, o ise değişimin gerisinde kalıyor, vakti kaçan bir trenin verdiği huzursuzluğa benzer hisle semtinin ve kendisinin geçmişini yâd ediyordu. Nedense bu gün anıları onu epeyce kenara kıstırıyordu. Sanki bir şeyler ona tüm yaşamının mekânsal olarak sorgusunu yapıtırıyordu. Çocukluğunun, gençliğinin ve şimdi de son baharının geçtiği Fatih,  onun üzerine elinde olmadan geliyor, ufak detaylarıyla zihnini meşgul ediyordu. Yanından gürültüyle geçen bir motosikletin oluşturduğu şok etkisiyle birbirinin önüne geçmek isteyen düşüncelerden irkilerek uyandı.

Faturayı ödeme sırasında beklerken içerisinin sıcağından bunalarak potlusunu çıkartıp eline aldı. Önünde epey sıra vardı, bilgisayar klavyelerinin tıkırtı sesleri ve mekândaki kalabalıktan yayılan boğuk ses dayanılır gibi değildi. Dışarıda hava kapalı olduğundan içerde açılan florasanlar meymenetsiz ışık huzmelerini ortama yaymanın gayretiyle birbirleriye yarışıyordu. Hilmi Bey hiç sevmezdi oldu olası bunları, hastane ışığına benzetirdi. Seneler önce elektriklerin kesildiği akşamlarda yaktıkları lüks ışıklarıyla aydınlanan evinin sıcaklığını anımsadı. Yüzlerine vuran turuncumtrak ışıkta parıldayan gözlerle ailecek pişpirik oynarlardı. Oğlu ile Neriman’a karşı babası ile biricik kızı. Skor üzerine yaptıkları tartışmalar neticesinde kesin birisi oyunu terk eder ya da cayardı, yenilen tarafın bunu yapması pek tabi daha muhtemeldi. Değişen sıra numarasının sesini fark etti ve kendi numarasının kırmızı ledlerde yandığı görünce, bir lütufta bulunuyormuş gibi işini yapan, çelimsiz kıza parayı ve faturasını uzattı. Kız başını hiç kaldırmadan işlemleri yapmaya koyuldu. O da bir an önce işin bitmesini umut ederek beklemeye başladı. Çelimsiz kız lütfünü yaptıktan sonra hiçbir şey söylemeden evrakları ona uzattı ve bir sonraki kişinin yardımına koştu.

Dışarıda hava daha da soğumuştu, hava kapalı olduğundan güneş erken veda etmişti bugün. Yağmurda çiselemeye başlamıştı aksi gibi. Tecrübelerinden sağanağın yakın olduğunu anladı. Genç olsa koşa koşa giderdi eve, şimdi 10 metre koşsa hemen tıkanır olmuştu. Parlak ışıklarla süslenmiş bir mağaza vitrinin kuytu kısmında şemsiye satan bir çocuğu fark etti, yanına ellerindekileri paltosunun ceplerine koymaya çalışarak yaklaştı ve sağ elini cebinden çıkararak ve hoşuna giden birini işaret ederken,

-Delikanlı ne kadar şu şemsiyeler? Diye sordu öncesinde gırtlağını temizleyerek.

-10 TL amca, buyur. Dedi çocuk şemsiyelerin güzel onları göstermeye çalışırken.

-Adam mı kazıklıyorsunuz siz, bir nylon parçasına bu kadar verilir mi hiç! Dedi kızgınlığını biraz daha abartılı göstermeye çalışarak Hilmi Bey. Çocuk cevap vermedi ama blöfü yemediği de belliydi. Çocuk sadece sinsice bir gülüş attı Yavuz Hilmi Bey’e doğru. Bunun üzerine sinirlenen Hilmi Bey, homurdanarak oradan uzaklaştı.

Yağmur sağanağa çevirmek üzereydi. Rüzgârda onunla iş birliği yaparak caddeyi etkisi altına alıyordu. İnsanlar adımlarını hızlandırmış koşuyor ya da bir tente arama telaşına düşmüşlerdi. Hilmi Bey adımlarını biraz daha hızlandırdı. Gökyüzünde çakan şimşekler caddeyi anlık çakan spot ışıklar gibi aydınlatıyordu. Hilmi küçük bir çocukken çok korkardı böyle havalardan, uykusundan böyle uyanmak en kötü kâbustan da daha kötüydü. Büyüyünce evlenince de pek bir şey değişmemişti. Neriman onu uyandığında sakinleştirir o ise fırtına hafifliğine kadar bir türlü uyuyamazdı. Şimdi de kokuyordu, bunun sebebini kendiside bilmiyordu ama yakasını bir türlü bırakmayan bir korkuydu bu. Bazı korkuların nedensiz olduğu söylenirdi, fakat bu da sebepsiz miydi bunun cevabını kendisi de veremiyordu Hilmi Bey.

Şimdi cafe olan eski kitapçısının olduğu sokaktan aşağı indi İskenderpaşa’ya doğru. Küçükken Karagümrük’te maç yapmaya gittikleri günde böyle koşar adımlarla eve dönmüştü. Eve sırılsıklam gidince de annesinden paparayı yemişti tabi. Bir hafta boyunca da dışarı çıkamamış birkaç maçı daha kaçırmıştı annesinin sayesinde. Haftasonu geldiğinde bin bir dil dökerek ikna etmişti babasını, annesi ise babasına olayı anlattığında “Yağmurlu havada maç mı olur oğlum” diye başlayan bir nasihatler bildirgesini dinlemek zorunda kalmıştı. Olay unutulduğunda Karagümrükte maçlara devam etmişlerdi tabi.

Yerde biriken sulara basmamaya özen göstererek tentelerin bol olduğu sokağa doğru yeltendi Hilmi Bey. Yokuşun sol tarafında birikerek akan sellerin üzerinden sıçradı ve adamını yola attı. Acı bir fren sesini çok geç duyumsadı o anda. Sanki tüm zaman bu ana kenetlenmiş gibiydi. Taksi durmaya çalışırken yerlerin kayganlaşmış olması bunu daha da güçleştiriyordu. Hilmi Bey tepki veremedi, sadece anlık bir refleksle yüzünü kapayabildi. Sol bacağına sert bir şeyin çarptığını hissetti önce, kafasını sileceklerle temizlenmeye çalışılan cama vurduğunu duyumsadı sonra, baygınlık hali ardından çok sürmeden onu takip etti. Taksinin kaportasından aşağı süzülerek sırt üstü yere düştü. Kafasından süzülen kan bloğu yağmur sularıyla beraber yokuştan aşağı doğru akıyordu. Tombul, tıknaz vücudunun etrafına insanlar toplanmaya başlamış, taksi şoförü ise hiç hareket etmeden parçalanan ve Hilmi Bey’in kanına bulanan cama bakarak olayın şokuyla direksiyonun başında oturuyordu. Her şey çok sessizdi ilk etapta, sadece yağmurun ve arada bir şimşeği takip ederek gelen gök gürültüsünden başka bir seda yoktu. Sonra esnafın ve pencerelerine çıkan insanların bağrışmaları duyuldu. Bir panik ortamı sardı yokuşu. Yavuz Hilmi Beyin kanları yokuştan aşağı koşar adımlarla süzülüyordu, paltosunu ve üstünü bulayarak.

Yavuz Hilmi Bey bu sefer yokuşu daha önce hiç çıkamadığı gibi koşar adımlarla çıktı, yokuşun bitiminde trafik kazasında kaybettiği çocukları ve karısı onu orada bekliyordu. Kalın dudaklarıyla tebessüm ederek onlarla kucaklaştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder