İsmail Cem ile ilgili yazmış olduğum "Bu Macerayı Çok Güzel Yaşadım" adlı yazımın devamı niteliğinde yaptığım bir söyleşidir. Sevgili Haluk hocama hoş sohbeti ve ilgisi için sonsuz teşekkürler. http://benimrehberim.blogspot.com/2012/03/bu-maceray-cok-guzel-bir-sekilde-yasadm.html
1-TRT’ye nasıl geçtiniz? İsmail Cem’in daveti üzerine mi? Kanaldaki pozisyonunuz neydi?
1974 yılı baharında ABD’de doktoramı tamamlayarak Türkiye’ye döndüm. Evli ve iki çocukluydum ve akademisyen olarak hayatımı sürdürme planım vardı. Basın Yayın Yüksekokulu mülkiyeye yani siyasal bilgiler fakültesine bağlıydı. Onlara döndüğümü söyledim. Onlar bana çalışmak istemeyeceğim bir kürsüde çalışmamı önerdiler, uzman olmadığım bir alandı bu ve ben bunu kabul edemeyeceğimi söyledim, sınava girmedim. Onlar bir sınav açacaklardı o dönemde. Bu sırada bir yakınımın kurduğu kontak sonucu kendimi TRT’nin yeni genel müdürü İsmail Cem’in makam odasında buldum. Orada konuştuk ve ben o zaman çiçeği burnunda doktoralı ki kitle iletişimi üzerine doktora yapmış bir gençtim. O da benden 1 yaş büyük genç bir gazeteciydi ve kendini hiç planlamadığı bir yerde bulmuştu. Yıldızımız barıştı, bana burada çalışmanızı isteriz, çalışmanızı arzu ederiz dedi. Program planlama açısından ihtiyaçlarımız olacak çünkü biz stüdyolarımızda yeni yapımlar yapmak istiyoruz, siz bize isterseniz bunların koordinasyonunda yardımcı olursunuz dedi. Ben de memnun olurum dedim. Böylece böyle bir planım olmadığı halde birdenbire kendimi birdenbire TRT’de program planlamanın danışmanı olarak buldum.
2-İsmail Cem nasıl bir gazeteciydi? O dönemde kanal Avrupa’da kaliteli yayıncılık
sıralamasında ilk 5’e giriyor. Peki, siz bunu nasıl gerçekleştirdiniz?
İsmail Cem çok iyi yetişmiş bir gazeteciydi. Kurduğu işler açısından ve background yönünden de çok uygun bir konumdaydı. Çünkü Türkiye’nin önde gelen sinemacılarından sinema şirketlerinden biri olan İhsan İpekçi’nin oğluydu. İpek Filmi bilirsiniz ve Abdi İpekçi’nin de yeğeniydi. O sırada Milliyet’in genel yayın yönetmeni olan Abdi İpekçi’nin yeğeniydi. İsviçre’de Hukuk okumuştu Cem, iyi yetişmiş bir insandı. İngilizcesi ve Fransızcası çok iyiydi. Çünkü Robert Koleji mezunuydu. Okumuş, sosyal olaylara ilgi duyan, tarihe özel bir merakı olan ve yedek subaylığı yıllarında Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adında çok önemli bir eseri yazmış bir adamdı. Bir Türkiye bakışı vardı. Bir sosyal demokrasi nosyonu vardı. Gazeteciliğin toplumsal işlevi konusunda kafasında oluşmuş fikirleri vardı. Yani sadece gazetecilik yapmamış aynı zamanda yaptığı iş üzerinde düşünmüştü. Bu çok önemli bence. Yani bizde pek çok insan gazetecilik yapar. Fakat ben ne yapıyorum diye onun üzerinde düşünmez. Onu kuramsal olarak bir çerçeve içine oturtmaz, Cem bunu yapabilmiş olan bir insandı. TRT’nin o dönemdeki başarısının temel nedeni bir; Cem’in Türkiye vizyonu, çalışkanlığı ve birikimi, ikiniciyse; çok cesur bir şekilde bir araya getirdiği ekibiydi Yani TRT bir bürokrasi olarak kendi içine kapalı ve dışardan gelen tekliflere ve insanlara direnç gösteren bir kurumdu. Buna rağmen çiçeği burnunda bir insan olarak beni program danışmanlığına ve gene benden bir sene önce Amerika’dan dönmüş olan sinema konusunda çok yetkin bir arkadaşımız olan Mustafa Gürsel’i, Paris’ten Radyoların başına Hıfzı Topuz’u, haberlerin başına İstanbul’dan arkadaşım Mehmet Barlas’ı getirdi ve TRT içinden çok genç bir ekip çıkarabildi. Düşün, o sırada TRT’yi yöneten yeni bir kadro olarak Cem 34 yaşında, ben onun danışmanı 33 yaşındaydım. Ankara televizyon yönetmenimiz Tarcan Güneş 30, Mustafa Gürsel ise 31 yaşındaydı. Aramızda 35 yaşına gelmiş hiçkimse yoktu. Bir tek radyoların başındaki Hıfzı Topuz 50 yaşında falandı. Ama zaten radyolar ayrıydı ve biz televizyona yoğunlaştık.
3- Ne gibi işler yaptınız bu ekiple, hala adından söz ettiren, unutulmayan bazı yapımlardan bahsedebilir misiniz?
Türk toplumunda televizyona yönelik olarak müthiş bir merak vardı. Televizyon yeni yeni yayılıyordu. Programları çeşitlendirdik. Yurtdışından ilginç programlar aldık. Yurtdışından aldığımız programlarla yerli programlarımızı müthiş bir şekilde harmanlamaya başladık. İlk yerli dizileri yaptık. İlginç oturum programları yaptık. Kaynanalar, Aşk-ı Memnu falan bizim dönemimizde oldu.
4-İsmail Cem o dönemde kendisine birçok kanattan baskı geldiğini söylüyordu. O döneme kısaca değinir misiniz?
Şimdi şöyle Bülent Ecevit başbakan olduğu müddetçe hiçbir sorunumuz yoktu. Fakat Bülent Ecevit’in başbakanlığı o yılın sonlarına doğru sona erdi. Bu durumda kendimizi çok zor bir durumda bulduk. Çünkü bir ara hükümet kuruldu, Sadi Irmak’ın başkanlığında. O zamanda çok fazla baskı olmadı denebilir. Fakat bunun arkasından Milliyetçi Cephe hükümeti kurulunca Süleyman Demirel’in başkalığında, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan’ın bir araya geldikleri sağcı bir hükümet çıkınca, solcu olarak bilinen bizim ekip, kendisini tehlikeli sularda buluverdi. Zaten onlarda baştan itibaren bizi istemediklerini ve ilk fırsatta bizi oradan atacaklarını söylüyorlardı. Nitekim bunun adımlarını atmaya başladılar ve bir kararla İsmail Cem’i görevden aldılar. Cem’in üst düzeyde çok baskı altında kaldığı doğrudur. Fakat biz o baskılara karşı koyduk. TRT’de 500 Günde ayrıntılı olarak anlatıyor. Meclis komisyonlarında soruşturmalar açıldı. Hakkımızda yıpratıcı yazılar yazıldı. Efendim, politikacılar orada burada yaptıkları konuşmalarda çok ağır şeyler söylediler. Yayınlara birtakım sınırlamalar getirmeye kalkıştılar, her çeşit baskı yaşandı ama bu daha çok Milliyetçi Cephe dönemine giderken iyice yoğunlaştı. Sonra da zaten görevden aldılar Cem’i. Ben de onunla beraber aşağı yukarı, yani bir üç ay sonra görevimden ayrıldım. Zaten bu toplu istifalar bizim öyle olmasını istediğimiz bir şeydi. Çünkü biz ekip olarak TRT’yi bıkarak topluca İstanbul’a geldik. İstanbul’da Politika diye bir gazetece çıkardık.
5- Politika gazetesi serüveni nasıl gelişti peki? İsmail Cem ile orada da birlikteydiniz değil mi?
İsmail Cem ile tabi, İsmail Cem gazetenin genel yayın yönetmeniydi. Ercan Arıklı sahibi durumundaydı. Ondan sonra ben Mustafa Gürsel, Tarcan Güneş, Uğur Dündar birlikte ayrıldık TRT’den birkaç ay aralıklarla. Böylece ben Ankara’nın bürokratik yayıncılık hayatından, İstanbul’un yarışmacı gazetecilik hayatına geçmiş Politika gazetesiyle geçmiş oldum.
6-İsmail Bey ile çalışmanın size ne gibi bir getirisi oldu? Birbirinize gazetecilik özelinde ne gibi katkılarınız oldu?
İsmail Cem’den çok şey öğrendim çok yararlandım. Hiçbir olaya tek başına bakmanın yeterli olmadığını, daima daha büyük bir takım çerçeveler içerisine olayları koymanın yararlı olduğunu ondan öğrendim. Olayları çok boyutlu değerlendirme açısından onun gerçekten bana çok büyük yararları oldu. Türkiye’nin kendi değerlerine sahip çıkması konusundaki bilincimi Cem daha da pekiştirdi. Çünkü İsmail Cem bir Türkiye vizyonu olan bir insandı. Türkiye’nin büyük bir kültür birikimi üzerinde yükselmiş olan büyük bir bina olduğuna inanıyordu. Türkiye’yi hiçbir zaman, o zamanın bir takım insanları gibi üçüncü dünya ülkesi olarak görmüyor. Tam tersine biraz Kemal Tahir’den esinlenerek kendine özgü bir gelişme şeması içinde farklı bir toplumsal kimlik oluşturmuş bir ülke olarak görüyordu. Müziğiyle, sinemasıyla, tiyatrosuyla, görsel sanatlarıyla Türkiye’ye özenle bakılması ve Türkiye’nin toplumsal değerlerinin ortaya çıkartılması gerekliliğine inanıyordu. Biz de o yönde yayıncılık yaptık zaten…(Burada Cem’in Yenileşmek kavramını soruyorum Şahin’e) Yenileşmek ama kökleri Anadolu’da ve Türkiye’de olan bir yenileşme bu. Yenileşme habercilik anlamına bir yenileşme, normal gazetecilik ölçütlerine TRT’nin geçişi bizimle beraber olmuştur. Mesela bundan evvel tamamıyla memur zihniyeti olan insanlar tarafından idare edilen bir kurumdu. Yani amirin ne dediğine daha çok önem veren bir habercilik anlayışı vardı ama biz haberciliğin kendi kuralları kendi dinamikleri olduğuna inanırdık. O anlamda bir revizyon getirdiğimiz TRT için söyleyebilirim. Ayrıca benim Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar kitabımda anlattığım gibi Cem’in olguların ve olayların kendi başlarına devrimci bir potansiyel taşıdığına dair kesin bir inancı vardı. Yani bizim bir gazeteci olarak görevimiz olgulara ortaya çıkararak sunmaktır. Onun dışına başka bir şey söylemeye gerek yok. Zaten bir toplumda adaletsizlik varsa, eğer bir toplumda dengesizlik varsa o zaten olgular tarafından kabak gibi ortaya çıkacaktır. Bu tür olgulara dayanan meslek anlayışı tüm hayatım boyunca benim kılavuzum oldu. Her zaman birlikte çalıştığım insanlara bunu söylemişimdir. Olgularınıza güveniyor iseniz ve bunları doğrulatmış iseniz başka bir şeyden korkmayın. Bunun sonucu ne olur o sizi ilgilendirmez o başkalarını ilgilendirir. Eğer bir toplum kendi olguları biliyor ise onunla başa çıkabilecek kapasiteyi de geliştirebilir. Aksi takdirde kendi kendisini kandırır ve sonunda hüsrana uğrar.
7- İsmail Cem şöyle diyor, “Ben sosyal demokrasiyi çok ciddi bir mücadele, hayatımızın belki en önemli olayı, en büyük mücadelesi olarak görmüşümdür hep” Siz kendiniz İsmail Cem’e ideolojik anlamda yakın hissettiniz mi? Bir sosyal demokrat olarak Cem’in ideolojik görüşlerini paylaşır mısınız?
İsmail Cem ile benim siyasi görüşlerimiz çok yakındı. Biz o ilk tanışmadan sonra arkadaş olduk. Birlikte İstanbul’a geldik. Az öncede bahsettiğim gibi Politika gazetesini çıkardık. Ben onun yardımcısıydım Politika’da. Yani ben Babıali’ye paraşütle tepeden indim denebilir. Genel yayın yönetmen yardımcı olarak başladım bu mesleğe. Sosyal demokrat bir kimliğimiz vardı. Türkiye’ye bakışımız birbirine benziyor idi. Dünya’ya bakışımız birbirine benziyor idi. Yani böyle fanatik, dar kafalı ideolojik bir yaklaşım içinde değildik hiçbir zaman. Türkiye’de bir değişimin olduğu ve bu değişimin iyi analiz edilmesi gerekliliğine inanıyorduk Cem ile. Cem’in yazıları o türden analitik yazılardır bakacak olıursak. O yüzden yazdığımız şeylerde birbirine benziyordu. Tarzımızda insani olarak kimileri tarafından benzetilmiştir. Bu tip insanlar birbirlerinden bir şeyler kapıyorlar tabi. İsmail Cem yumuşak başlı, insanlara nezaketle yardım eden bir insandı ve hakikaten çalışkan ve üretken bir insandı.
8-O zaman bu sosyal demokrat tavrın pek ala İsmail Cem döneminde TRT’yi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Bu siyasal çizgi o yıllarda Türkiye için çok yeniydi. Sol arasında bir ayrım bile yapılamıyordu. Siz ne söylemek istersiniz o dönemin genel siyasal atmosferi hakkında bu çerçevede?
Türkiye’ye sol geç geldi. Yani 1920’li yıllarda Menderes zamanında solun üzerinde çok ağır baskı vardı. En temel eserler bile dilimize çevrilemiyor. En basit sol tartışmalar bile yapılamıyordu. Bunu yaptığınız anda Komünizm propagandası yapmakla kendinizi içerde bulabiliyordunuz. Çok bunaltıcı bir baskı vardı yani. Zor dönemlerdi onlar. 1961 Anayasası sayesinde bir rahatlama ve bir açılma oldu. Yön dergisinin çıkması, bu dergide sol tartışmaların yapılabilmesi, Nazım Hikmet’in şiirlerinin yeniden ortaya çıkması,yayınlanabilmesi, TİP’in kurulması, 1965 yılında bu partinin seçimde meclise 15 milletvekili sokması gibi olaylar sol tartışmanın kapsamını genişletti. İnsanlar ‘evet ben solcuyum’ diyebilmeye başladılar. Bu akım Türkiye’de o kadar büyük bir ilgi uyandırdı ki aradan birkaç sene geçtikten sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin iki büyük kurucusundan biri olan İsmet İnönü bile partisinin ortanın solunda olduğunu söylemesine yol açmıştı. Günümüzde bu tür bir söylem çok komik gibi görünebilir ama İsmet Paşa’nın biz oranın solundayız demesi gündeme şimdinin klişe tabiriyle bir bomba gibi düşmüş ve müthiş tartışılmıştı. O zamanlar sol ve sağ kesimler iyice belirginleşmeye başlamıştı. Derken İsmet Paşa’nın kendisi parti içinde yeterince ikna edici bir solcu olamadığından, daha ikna edici olan Bülent Ecevit, İsmet Paşa’yı mağlup edebildi. İsmet Paşa istifa ederek kurduğu partiden ayrılmak zorunda kaldı. Bülent Ecevit ortanın solu platformu ile seçimlere girdi ve oldukça başarılı oldu. Yani tek başına iktidara gelecek kadar oy almadı ama oy oranı %30’un üzerindeydi. Yine bu dönemde sosyal demokrasi tartışmaları da başlamıştı.
Sosyalizm ile sosyal demokrasi farklı ideolojiler değil mi?
Sosyalizm, sosyal demokrasi ve demokratik sol Türkiye’de çok tartışıldı. Aslına bazı insanlar için üçü yanı şeydir. Yani Avrupa sosyal demokrat partilerinin pek çoğu aynı zamanda kendilerinin sosyalist parti olduklarını söylerler ve sosyalist temelden gelmişlerdir.
Bu Alman Sosyal Demokrasisi içinde geçerli midir?
Onların içinde de sosyalist olduklarını söyleyenenler var. Yani Avrupa’da sosyal demokrat partiler sendikal bir tabana dayandıkları ve sendikal tabanlar içinde varlık buldukları için, yani daima sosyalist bir temelde, burada sosyalist derken Marksist bir anlamda kullanmıyorum. Daha genel bir anlamda kullanıyorum. Mesela hala sosyalist enternasyonal ve CHP buraya katılıyor. Bu açıdan sosyalizm kelimesi bazıları için demokratik sol veya sosyal demokrasi ile eş anlamda kullanılabiliyor.
Bu bir anlam kargaşası değil midir? Sizin için sosyal demokrasi nasıl tanımlanmalı? Nedir Haluk Şahin için sosyal demokrasi?
Bu tip bir toptancılık çeşitli kafa karışıklıklarına yol açmıştır. Hiçbir zaman demokratik sol ile sosyal demokrasi arasındaki farkı anlatabilen olmadı. İsmail Cem ilk olarak bu konuya eğilmiş kişidir ve bu tartışmaların kuramsal altyapısını onun bu konuda yazılmış kitabında görürsünüz. Bu konuda birçok makalesi var Cem’in. Sosyal demokrasinin özü şudur, kolektivist ekonomiye geçmeden, yani yarışmacı kapitalizmi muhafaza etmekte birlikte bir toplumda acaba sosyal adalet sağlanabilir mi sorusuna verilen evet cevabıdır sosyal demokrasi ya da başka bir ifade ile bir takım sosyal önlemler alındığında daha sonra refah toplumu denecek olan kapitalizmin büyük çelişkilerinin törpülenmiş olduğu ama özgürlüklerinde, siyasal özgürlüklerinde devam ettiği bir sistem kurulabilir mi sualine cevap veren yaklaşıma sosyal demokrasi adı veriliyor. Yani bir sosyal demokratım, ben sosyal demokrasiyi 19. ve 20. Yüzyıllarda verilen mücadeleler sonucunda ulaşılmış bir uzlaşma, bir sentez olarak görüyorum. 20.yy’da kolektivist ekonomi denendi. Fakat bunun özgürlükleri yok ettiği ortaya çıktı. Özellikle Sovyetler Birliğinde ve diğer bazı yerlerde olduğu gibi. Buna karşılık kontrolsüz bir kapitalizmin hem dehşet verici sosyal dengesizliklere yol açtığı, yer yer faşizme kapı araladığı ve savaşsız edemediği ortaya çıktı. Biz sosyal demokratlar dengeli bir toplum özleriz, barış içinde bir toplum özleriz. Biz sentez yanlısıyızdır. Özgürlükler olmalı, ifade özgürlüğü başta olmak üzere insan haklarına daima saygı gösterilmeli ama devlet her şeyi eline alarak hayatı kontrol eden bir büyük makine haline dönüşmemeli diye inanırız.
9-Peki, İsmail Cem’in sosyal demokrasi anlayışı nerede duruyordu? Beslendiği kanat ve ideolojik yaklaşımı hakkında bu manada neler söylemek istersiniz?
Bülent Ecevit İsveç sosyal demokrasinin büyük bir hayranıydı. İsmail Cem’de Palme ve onun sosyal demokrasisine ilgi duyardı. Ama Cem’in daha bir Marksizm’den gelen bir yanı da vardı. Hafiften bir Marksist dönemi oldu Cem’in TRT’ye gelmeden önce. Çok zengin bir aileden gelmiş olmasına rağmen, eşi çok zengin bir aileden gelmiş olmasına rağmen, yani maddi durumları çok iyi olmasına rağmen, gazeteciler sendikası İstanbul başkanıydı Cem. Sendikacılık yaptı, yani halkın içinde çıktı.
Bak sana enteresan bir anımı anlatayım İsmail Cem ile ilgili. Politika gazetesi beklendiği kadar başarılı olmadı. Tiraj otuz bindi. Bunlar yüz bin satsın istiyorlardı. Yüz bin satmayınca başarısız sayıldı. Ondan sonra maddi sıkıntıları oldu. Gazete bunun üzerine dışardan sermaye geldi. Tabi o sermaye olayların akışına müdahale etmeye başladı. Cem ve ben çok sıkıntılı zamanlarda bulduk kendimizi. Önce ben ardından Cem ayrıldı. İkimizde gazeteyi bıraktık. Derken gazeteyi DİSK’in satın aldığı yolunda söylentiler çıkmaya başladı ardından. DİSK ve bizim oldukça iyi ilişkilerimiz vardı. İsmail Cem bir yerde çalışmıyor ayrıldıktan sonra tabi, ben de işsizim doğal olarak . Politika’dan ayrılalı altı ay belki daha fazla olmuş. Ben Bebek’te oturuyorum, İsmail Cem’de orada oturuyor. Bir gün bana uğradı. Haluk Bey, Politika’ya dönüyoruz. Türkiye işçi sınıfı bizi çağırıyor, DİSK almış orayı ve bizi gazeteye çağırıyorlar. Hayır diyemeyiz dedi. Tamam, o zaman , sosyal demokratlar olarak dedim ben de. Ondan sonra kalktık biz Cem ile beraber Politika gazetesine döndük. Fakat bu dönüş pek uzun sürmedi. Çünkü dönüşümüzden kısa bir süre sonra Politika’nın bizim bıraktığımız Politika olmadığını, DİSK ile birlikte oraya DİSK’in içinde en güçlü sendikası Maden-İş ile birlikte son derece örgütlü Moskova yanlısı TKP’nin egemen hale geldiğini ve onların temsilcisi olarak orada, gazetenin yönetiminde Oya Baydar ve Aydın Engin’in her şeye karıştığını ve söz sözü onların söylediğini gördük. Son kararları onlar veriyorlardı. O zaman bizi, işte İsmail Cem çok büyük bir isim ve ben de o zamanlar tanınmaya başlamıştım. Biraz itibar ve vitrin olarak, biraz da bakın sosyal demokratlarda bizim aramızda demek için çağırmışlardı sanırım. O kadar yoğun baskı vardı ki ben artık çalışamaz olmuştum. Bana göre gazetecilik ve siyaset birbirine karıştırılmamalıdır. Benim bir birey olarak sosyal demokrat fikirlerimi vardı ve ben onları bir köşe yazarı olarak kullanabilirdim. Fakat gazeteyi herhangi bir siyasi partinin ya da grubun organı haline getirmek isteyemezdim. Birileri getirmek isterse ben onunla çalışmam. Bu ilkeme bütün hayatım boyunca sadık kaldım. İsmail Cem’de benimle aynı görüşteydi. Cem daha sonra bildiğiniz üzere siyasete girdi.
10-İsmail Cem bundan sonra siyasete nasıl atıldı? Siz ABD’ye gidiyorsunuz gazeteden ayrıldıktan sonra, Cem ile daha sonra da görüşebildiniz mi?
Cem, Kadıköy ilçesine üye oldu ilk olarak. CHP içinde siyaset yapmaya başladı o yıllarda. Ben ise hocalık yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’nin yolunu tuttum. Daha sonra uzun bir aradan sonra onu dışişleri bakanı iken gördüm. Ölümüne kadar bazen uzun aralıklarla da olsa görüştük. Görüştüğümüzdeyse hep güzel şeyler söyledik birbirimize, özellikle TRT dönemimizi sevgiyle yad ettik. Dostluğumuz sürdü gitti ama böyle her gün görüşülen bir dostluk değildi.
11- Siyaset adamlığını ve dışişleri bakanı olduğu dönemi nasıl değerlendirirsiniz?
İsmail çok başarılı bir dışişleri bakanıydı. Ahmet Davutoğlu sanki kendisinden önce hiç dışişleri bakanı olmamış gibi konuşuyor ama benim kanaatimce İsmail Cem, Davutoğlu’ndan çok daha başarılıydı. Çünkü formasyon olarak ilerideydi, Avrupa Birliği ile ilişkilerin düzelmesinin mühendislerinden biridir kendisi. Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesinde Yorgo Papandreu ile kurduğu dostluk çok önemlidir. Mesela aynı şekilde Türkiye’nin üçüncü dünyaya yönelişinde Cem’in ideolojik geçmişinin büyük payı olmuştur. Yani Davutoğlu gibi maceraperest değil, Türkiye’nin gücünün ve kültürel birikiminin gerçekten farkında olan, dengeli ve batılı anlamda çok iyi donatılmış bir siyaset adamıydı Cem.
12-İsmail Cem’in siyasetin içinde bulunduğu herhangi bir dönemde hakkının yendiğini düşünüyor musunuz?
Siyaset haklılık kriteriyle işleyen bir dünya değil. Oranın ölçüleri bambaşka. Ayrıca Cem, siyaset içinde zaman zaman beni hayal kırıklığına uğratıcı adımlar da attı. Mesela 1990’ların başında Deniz Baykal’a muhalefet ettikten sonra hatta bir bakımdan Deniz Baykal’ın alternatifi olarak görülmeye başladıktan sonra, kongre üyeliğini Baykal’ın kazanacağı anlaşılınca saf değiştirerek , Baykal’ın yanına geçti. Bu bende çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Keşke Cem kendi çizgisini sürdürmek için devam etseydi. Ondan sonra DSP’ye geçti. DSP’de Kayseri’den milletvekili oldu. Sonra işte dışişleri bakanı oldu. Bülent Ecevit’in partisinin dışişleri bakanı olarak. Daha sonra CHP’ye geçti. Bence o bir hataydı keşke Cem onu yapmasaydı. Keza Ecevit’in son dönemlerinde Kemal Derviş ile Hüsamettin Özkan ile bir alternatif hükümet çıkarmak, hastalığı sırasında bir parti kurdular Yeni Türkiye Partisi’ni. Bence o da hataydı. Belki evet zamanı gelmişti ama bu onu çok yıprattı. Cem’in ölümünün sebebi odur. Bence şu ilk olarak çok sigara içti, akciğer kanseri oldu. İkincisi, Kemal Derviş ve çevresi ona çok büyük kazık attı. Cem biran geldi ve kendisini başbakanlığa aday olarak gördü. Türkiye’nin ona ihtiyacı vardı, hakikaten ihtiyacı vardı. Fakat sonradan Kemal Derviş kendisini açıkta bıraktı ve Cem buna çok üzüldü. Bu üzüntü onun hasta olmasına rol oynamıştır diye düşünüyorum. Cem’in az önce de belirttiğim gibi en başarılı dönemi dışişleri dönemiydi. Cem’in en baştan beri çok yüksek siyasi hülyaları vardı. Hatta şunu anlatmıştı Ercan Arıklı birgün, Cem Lozan Üniversitesini bitirip Türkiye’ye geldiğinde, o zaman Cenova üzerinden vapurla Karaköy iskelesine geliniyordu. Avrupa ile seyahatler daha çok öyle olurdu, doğru dürüst demiryolu işlemiyordu falan… Vapurdan indikten sonra şöyle demiş, “Türkiye’nin başbakanı olmaya geldim.” Yüksek siyasi hedefler olan bir insandı. Çok iyi bir cumhurbaşkanı olurdu, mükemmel bir adaydı bunun için. Çünkü dengeleri çok iyi gözeten bir insandı. Kibar, nazik biriydi. O koltuğu çok iyi doyururdu, doldururdu.
13- Arkası Yarınlar kimin fikriydi? Bu projede Haluk Şahin’in payı var mıdır?
Yok onda Haluk Şahin’in payı yok. Benim Türk yönetmenlerine yaptırılan dizilerde payım var. Biz şuna kara vermiştik. Bu da Cem’in fikriydi ama ben de onun yürütülmesinde çok görev aldım. Dedik ki TRT kendi başına dizi yapamıyor ve yapacak bilgi ve olanaklardan yoksun . Ama öbür yanda Yeşilçam’da müthiş bir sinema birikimi ve kapasite var. Biz ne yaptık; Yeşilçam’ın önde gelen yönetmenleriyle birlikte Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarının kitaplarını televizyon dizi haline dönüştürdük. Tıpkı İngilere’de BBC’nin yaptığı gibi. Bunun üzerine dört yönetmene teklif götürdük. Halit Refiğ, Aşk-ı Memnu’yu çekti. Ömer Akat, Ömer Seyfettin Hikâyelerini yaptı. Ondan sonra Atıf Yılmaz Kiralık Konak’ı yapacaktı. Metin Erksan Sait Faik Hikâyelerini üstüne aldı. Feyzi Tuna da bir projede vardı. Ben Aşk-ı Memnu’yu yapan ekiple yakın çalıştım o zamanlar, senaryo üzerinde çalıştım. Çekimler sırasında İstanbul’a gelip Halit Refiğ ile dost oldum. Ölümüne kadar yakın dostluğumuz devam etti ve ortaya o zamana kadar en yapılmış en başarılı televizyon dizisi çıkmış oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder