16 Nisan 2013 Salı

Sabahattin Ali ve Gazeteci Kimliği


Sabahattin Ali her şeyden önce bir muhalifti. Ne sosyalist, ne komünist, ne de başka bir şey. Onun üzerinde durduğu ana kaideler iktisatta bağımsızlık ve toplum için demokrasiydi. Bu yüzden Sabahattin Ali değerli bir fikir adamı ve boğaza takılan bir muharrirdi. Gazeteciliğiyse yine bunun üzerinde gelişti. Osmanlı’dan beri gazeteciliğin fikir zikretmek olarak anlaşıldığı bu coğrafya da adından söz ettiren, canı yakılan ve en mühim olanı da korkulan bir gazeteciydi Ali. Korkuluyordu çünkü yazdıkları çok sivriydi. Yalnız bu kalem, sivriliğinin yanı sıra gerçek bir aydının, kıvrak zekâsının ürünüydü. Ondan korkulmasının diğer bir nedeni de kendine güveniydi. Bu güvenin ardındaysa sürekli çalışan bir zihnin aydınlığı vardı.

Sabahattin Ali gazeteciliğe gerçek manada Markopaşa’ya kadar başlamadı. Yani bir gazete bünyesinde profesyonelliğe adım atması 1947 senesine rast gelir. Ancak dergi ve gazete için, edebiyat tenkitleri, fikir yazıları kaleme alması yavaş yavaş 1930’larda karşımıza çıkmaya başlar. Bunlar arasında ilklerden sayılabilecek Görüş Mecmuası Hakkında Bazı Kişisel Mütalaalar’ı Resimli Ay’da yayınlanır. Bu kritikte Ali, Görüş dergisinde yayınlanan makaleleri ve fıkraları eleştiriye tabi tutar. Dönemin önemli yazarlarından Ahmet Hamdi’nin Paul Valery üzerine kaleme aldığı yazıyı şöyle tenkit eder mesela:

Ahmet Hamdi Bey’in” Pol Valeri” hakkında bir yazısı vardı. Bu makalede zannıma lüzumsuzdu. Keşke bu çok meşhur adamın birkaç şiiri tercüme esilseydi de okusaydık ve eğer bu mümkün değilse, bu dâhiyi okumak Fransızca bilmeye vabeste ise o zaman hakkındaki makaleleri de o lisanda arasaydık.

Bu sarışın, kısa boylu adamın çokça da edebiyat eleştirisi vardır. Dönemin en önemli edebiyat dergisi Varlık’ta 1934-35’te Knut Hamsun’u ve Shakespeare’i irdeleyen yazıları yayınlanır. Bunlardan en ilginci Sahte Shakespeare’ler: Bacon, Eduard de Vere adıyla basılan Shakespeare’in eserlerinin başkaları tarafından yazıldığının yalanlanmasıdır. Bu makalelerde Sabahattin Ali, kanıtlarıyla ve çıkarımlarıyla bunun mümkün olamayacağını izaha çalışır. Ardından Ulus’ta görürüz Ali’yi, burada da siyasete hiç buluşmaz. Yurt ve Dünya’da ağırlıklı olarak piyes kritikleri yapar. 

Sabahattin Ali’nin yazılarındaki kırılma noktası Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel’in birlikte çıkardıkları Tan gazetesi ile başlar. Burada yayınlanan Bir Memleketi Kurtarmak İçin fıkrasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.

Bu fıkranın yayınlanma tarihi çok ilgi çekicidir. Sene 1944’tür. Yani İkinci Dünya Savaşı’nı kimin kazanacağının artık ortaya çıkmaya başladığı vakittir. Bundan itibaren Türk Basını, aynı siyasiler gibi kazanan tarafın yanında olmaya çalışır. Eski Almancılar ya tasfiye edilir ya da tutuklanır. Turancılar birdenbire kendileri dışlanmış ve istenmez kesim olarak bulurlar. Görece sosyalistlerin durumu daha iyidir. 1946’da Stalin Türkiye’ye aleni düşman bir tavır sergilemesi ile nihayetlenecek bu ılımlı hava yerini bundan sonra anti-emperyalist olarak adlandırılabilecek kesimin zor günler yaşadığı cehennem sıcaklarına bırakacaktır. Hıfzı Topuz Türk Basın Tarihinde 1939-1945 dönemi arasında Türkiye’de basının vaziyetini şöyle anlatıyor:

1939 Eylül’ünde İkinci Dünya Savaşı Patlak verir. Bütün dünyada gerginlik artar olağan üstü önlemlere yönelinir. Türkiye savaşın dışındadır ama 1940 Kasım’ında sıkıyönetim ilan edilecektir. Hükümet artık savaş bitene kadar bu sınırsız yetkileri kullanacaktır. Basın özgürlüğünün hiç lafı olmaz bu dönemde. Bakanlar Kurulu gerekli gördüğü anda, dilediği gazeteyi, dilediği sürece kapatacaktır. Bu kararlar kesindir, ne meclis karışır bunlara, ne de Danıştay. Kararı Basın Genel Müdürlüğü telefonla bildirir gazetelere o kadar. Gazete kapatılmıştır. Ondan sonra başbakana mektuplar yazılır. Devlet başkanın olgunluk gösterip gazeteleri affetmesi istenir. Günün birinde de bu aflar çıkar. Gazetenin patronuna, “gazeteni artık çıkartabilirsin,” denir ve gazete yeniden çıkmaya başlar. Böyledir bu dönemin genel havası

Dönemin genel havası böyledir. Savaş bittikten sonra pusula gibi kutuplaşan dünyada Türkiye, Sovyet Rusya tehlikesiyle “demokratik bloğa” yaklaşmaya çalışır. Basının da buna riayet etmesi istenir. Fakat bu riayetin çok pahalı patlayacağını söyleyen usta bir kalem en çok arzu edilmeyen yıllarda Markopaşa adında bir mizah dergisini Aziz Nesin ile 1000 liralık bir sermaye ile kurar. Markopaşa’da Sabahattin Ali en mühim siyasi yazılarını kaleme alır. Bunlardan dolayı tutuklanır ve Sultanahmet’te üç ay hapis yatar. Kimleri rahatsız etmez ki Markopaşa, Cemil Sait Barlas, Falih Rıfkı Atay, Başbakan Recep Peker ve daha niceleri. Son olarak dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü.

Bu üçü içerisinde göze en çok batanı ve Sabahattin Ali’nin de yakinen tanıdığı ünlü gazeteci Mehmet Barlas’ın babası CHP Gaziantep milletvekili Cemil Barlas’a içerlediği Ayıp fıkrasıdır. Ali, Cemil Sait Barlas’ın Meclis’te yaptığı konuşmasında “Markopaşa’nın kökü dışarda” lafına cevaben yazar bu yazıyı. Nitelikli yazısında şunları dile getirir:

Bu milletvekili ne yazık ki, bu satırları yazanın elini sıkar ve evine gelen bir adamdır.

Şu gelecek cümle gemileri yakacak cinstendir:

Hâlbuki ben bu milletvekilinin kökü dışarda olduğuna sahiden inanacak olsam, elini sıkmak değil, suratına tükürürdüm.

Bu milletvekili herhalde bu satırları yazanın kitaplarını okumuştur. Bunların içinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir duygu aksettiren, yani kökü dışarda olan bir tek satır gösterebilir mi?

Vatanımızın istiklali üzerine en küçük bir gölge düşmesin, istiklal anlayışımız Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmasın dediğimiz için mi kökümüz dışarda?

Bin bir hileli yoldan bağrımıza sokulup bizi tekrar yarı müstemlekeliğe sürüklemek isteyen sömürücü yabancı sermayeye karşı uyanık bulunmak istediğimiz için mi kökümüz dışarıda?
Bu milletvekili pekiyi bilir ki bu satırların yazarı sırf kalemini ve kanaatlarını satmadığı için birçok kahırlara uğramış, o milletvekili gözünde nimet sayılanları tepmiştir.

Kökü bu toprakta olanların en kutsal ve en kaçınılmaz vazifesi olan askerlik hizmetini dahi yapmamış bulunan ve şimdi bazı arkadaşlarının kendisinden daha çabuk parlak mevkilere yükseldiğini görüp içi giden bu milletvekilinin kendini göstermek için daha temiz bir yol seçmesi doğru olmaz mıydı?

Siyasi ihtiraslar bir insanı,  başkalarının mukaddesatına dil uzatacak kadar mı ileri götürmeli?
Ayıp değil mi?

Markopaşa sadece hükümet tarafından “Sovyetçi” olmakla suçlanmaz. Falih Rıfkı Atay’ın Ulus’ta benzer sözler ile itham ettiği Sabahattin  Ali ve dolayısıyla Markopaşa kendini öyle bir savunur ki Falih Rıfkı Markopaşa’ya düşman kesiliverir.

Ukalanın biri mecliste, Hz. Muhammed’in kızları hendek savaşında şehit düştüler demiş.
Meclis’te bulunan zarif bir zat da “Kızları değil, oğullarıdır, Muhammed’in değil, Ali’nin oğullarıdır. Hendek savaşı değil, Kerbela’dır.  Hangi birini düzelteyim, “ demiş. İşte bu hatalar gibi, Ulus gazetesi de âdeti olduğu üzere büyük bir gaf yapmıştır. Hangi birini düzelteyim.

Markopaşa’da başlığın yanında yer alan figüre Ulus’ta yapılan karalamaya karşı şu cevap verilir:

Markopaşa Sovyet değildir, selam ayakta değil, elle verilir. Sovyet selamı öyle değildir. Resimde Markopaşa selam vermiyor, elini kulağına götürmüş dert dinliyor. Ve işin en mükemmeli de bu resim tek bir çizgi ilave edilmeden Ulus’un arşivinden alınmıştır.

Ey Ulus ve ey Falih Rıfkı!

Neren doğru ki, kalemin doğru olsun!

Sabahattin Ali’nin duruşunu ve dönem hakkında mütalaasını daha iyi tasvir hasebiyle ilk ikisini Markopaşa’dan seçtiğim fıkralarla birlikte Alibaba’da yayınlanan bir belirleyici yazısına daha değinmek istiyorum. Bunlar yayın sırasıyla Tam Demokrasi, Kokuyor ve Ne Zor Şeymiş başlıklı yazıları. Bu üç yazıyı tercih etmemin nedeni salt güncel olayların bir analizini sunmamaları, ayrıca  Türkiye’nin her dönemi için kullanabilecek bir tür nüve ihtiva etmelerinden ileri geliyor.

Tam Demokrasi fıkrası Markopaşa’da 6 Ocak 1947’de yer alıyor. Yazıya şöyle giriş yapıyor Ali: “Artık bizde de tam demokrasiye geçmenin sırası geldiği kanaatindeyiz.” Ardından dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na yapılacak keskin bir tenkitle nihayetlenecek yazı şöyle devam eder:

Demokrasi, halkın halk tarafından halk için idaresi demek olduğuna göre, hükümet halk ile işlerden elini eteğini çekmeye başlamalı, kendi işine bakmalıdır.
Mesela şimdiye kadar yalnız okulunu, köyünün yolunu, deresinin köprüsünü yapmaya mecbur olan köylü, bundan sonra bütün memleketin şoselerini, demiryollarını, demir ve beton köprülerini de aralarında imece ile yapmalı, hükümet ise ancak hükümet konağı, beyzadelere lüks okul, kendilerinin bulunduğu semtlere asfalt yol yaptırmakla kalarak halk hâkimiyetine hürmet etmelidir.

Bilhassa şu paragrafa dikkat çekmek isterim:

 Yine halkın bir ihtiyacı olan petrolü aramak, sondaj yapmak, Amerika’dan makine getirmek, petrol bulamamak gibi karlı işler Raman Dağı civarındaki aşiretlere bırakılmalı, hükümet Maliye Bakanlığı bütçe ve mali kontrol umum müdürlüğünde altın aramak gibi verimli işlerle uğraşmalıdır.

Bu paragraftaysa basına baskı döneminin kısa fakat etkili bir eleştirisini görürüz:

Hükümet ancak, kafalarında makam sahiplerinin hoşuna gitmeyecek fikirler taşıyan kimseleri zararsız hal getirmek için gereken en şiddetli tedbirleri almakla yetinmelidir.

Bu noktada akıl veriyormuş gibi görünerek meseleyi şöyle toparlar Sabahattin Ali çok ince bir “humor” ile:

Fakat hangi çeşit adamın, hangi çeşit fikrinin, hangi çeşit makam sahibinin ne dereceye kadar hoşuna gitmeyeceğini tespit etmek zorca olduğundan, umumiyetle kafalarında herhangi bir fikri taşımak gibi demokrasiye aykırı harekette bulunanları derleyip, toplayıp kamplarda muhafaza suretiyle demokrasiye hizmet etmek, bizce en kestirme yoldur.

Şükrü Saracoğlu’na yaptığı şu eleştiri tüm fıkranın niçin kaleme alındığı verir bize:

Böylece, bizden geri olan bütün demokrasiler bizi taklide başlarlar ve birkaç sene evvel Sayın Saracoğlu’nun: “Bu harpten sonra bütün dünya bizim rejimimizi kendisine örnek tutacaktır” yolunda savurmuş olduğu keramet tahakkuk eder.

Subjektif bir nazar getirdiğimi inkâr etmemekle beraber, bu fıkranın hemen her bölümü Türkiye’nin başka herhangi bir yılı için de pekâlâ geçerlidir. Ali’nin gelecek öngörüsü kesinlikle değildir bunlar. Bir ileri görüşlülükten bahsetmek abesle iştigal olur bu noktada. Tüm bunlar sadece dönemini iyi analiz eden bir dimağın söyledikleridir. Yaşadığı dönemi iyi analiz eden ve bundan yaptığı çıkarımları, yüksek edebi bir dil ve kıvrak bir üslup ile harmanlayan Sabahattin Ali’nin bugün hala okunmasının nedeni de bu olsa gerek. Sanırım iyi gözlem farkında olmadan aydına bugünle birlikte geleceğin de anahtarını hediye ediyor.

Bir diğeriyse onun kadar üzerinde durulması gereken Kokuyor fıkrası. Çok kısa olan bu yazı keskin bir sirke gibi kokuyor. Her satırının ustaca kurgulandığı ve Ali’nin hükümetten tepki almasına neden olan fıkra şöyle başlıyor:

Ankara’da bir doktor öldürülüyor, bir başka doktor kendini öldürüyor. Sonra bir vekil kendini öldürüyor. Ortaya sahte katil sürülüyor. Mahkemenin yeri değiştiriliyor, işin içine mühim isimler karışıyor, yabancı ülkelere giden paralardan, yabancı elçiliklerle temaslardan bahsediliyor, nihayet sahici katil meydana çıkıyor, ama öldürme sebebi gizli kalıyor. Bazı şeyler açıklanıyorsa da bazı şeyler saklanıyor.

Bir vapurla altın kaçırılıyor. Avrupa’da kibar bir bayan sınırda altın kaçırırken yakalanıyor. İşe mühim kimselerin, hatta elçilerin adı karışıyor. Gazeteler sütunlar dolduruyor, evvelce daha lüks bir vapurla kaçırılan altınların dedikodusu yapılıyor. Yine bir şeyler açıklanıyor, bir şeyler saklanıyor.

Burası bilhassa çok mühim:

Yirmi seneden beri petrol aranıyor, petrol bulunamıyor. On liralık makineler on milyona satın alınıp bir kenara altılıyor. Yabancı şirketlerin dalavereleri sürüyor. İş gazetelere düşüyor. Bir şeyler açıklanıyor ama bir şeyler de saklanıyor.
Arsa dalavereleri dönüyor, apartmanlar alınıp satılıyor, köşkler elden çıkarılıp parası Amerika’ya yatırılıyor. Bakanlar sorguya çekiliyor. Bakanların kardeşleri mahkemeye veriliyor. Bazı servetlerin hesabı sorulur gibi oluyor, bir şeyler açıklansa bile, birçok şeyler saklanıyor
Ne oluyor, anlamıyoruz. Ama bir şeyler, bir şeyler var ki kokuyor, çok fena kokuyor.

Dönemin gizli tertiplerine atılmış ve tabiri caizse kafa yaran bir taş bu. Hükümete aleni eleştiri ki, “kabul edilir gibi değil”. Nitekim onlarda kabul edemeyecek ve daha önce de belirttiğim gibi Ali’yi bu ve buna benzer yazıları nedeniyle 3 ay hapse mahkûm edeceklerdir. Sabahattin Ali alışıktır mahpushaneye. Konya’da, Sinop’ta az yatmamıştır. “Aldırma gönül, aldırma” diyerek geçirdiği bu günler Ali’yi asla yıldırmaz. Ancak Markopaşa “Ey teşhise çalış, kargadır önder dediğin” cümlesi dolayısıyla kapatılır. Bilindiği gibi dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’dür ve ebedi şef gocunmuştur bu cümleye.  

Fakat Sabahattin Ali yılmaz. Markopaşa’yı Merhumpaşa izler. O da kapatılır. Hemen ardından Malumpaşa yayınlamaya başlar. Malum olduğu üzere ömrü fazla olamayacaktır. Sonra paşalardan sıkılan ve piyasada çokça taklidi olan ‘paşa’ ekinden vazgeçilir ve Alibaba yayın hayatına başlar. Alibaba da aynı akıbete uğrayacaktır çok geçmeden. Lakin Alibaba’da 25 Kasım 1947’de yayınlanmış bir fıkra, Ali’nin safça ve samimiyetle düşüncelerinin en öz ifade bulduğu yazısıdır.  Ne Zor Şeymiş başlıklı fıkra tüm fıkraları içerisinde belki de en dikkat çekici olanıdır. Sabahattin Ali’nin siteminin, öfkesinin şu cümlelerle ifade edilişine bir bakın:

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi günde Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizindir.

Meğer ne büyük günah işlemişiz. Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, hani apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimizden bir şey istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer. Neredeyse yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar. “Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi.

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bile bu millet de namuslu.

Sabahattin Ali,  Alibaba’nın da kapatılması üzerine Zincirli Hürriyet gazetesi için de birkaç yazı yazar.  Ancak artık iyiden iyiye kenara sıkıştırılmıştır. Bir kamyonla yurtdışına kaçmaya karar verir.

Sonra olanları zaten hepimiz biliyoruz. Birkaç sene evvel Sabahattin Ali’nin eserlerine iyiden iyiye merak sardığımda küçük bir yazı yazmıştım onun hakkında. Kızı Filiz Ali ile tanışmaya kadar sürükleyecek bu ruhsal etkilenme bana, Bir Gece Yarısı Sabahattin Ali’yi Hayal Etmek başlıklı hayatının kısa bir özeti denebilecek şu yazıyı yazdırdı:

Bu sarışın, hafifçe tombul adamı Konya’nın uçsuz bucaksız sarı, kurak ovalarında, sanki başkaca bir renk hatta ton yokmuş gibi aynı rengi alarak yerden yükselen toz bulutundan sakınmak için cebinden çıkardığı mendilini yüzüne siper ederken ya da Sinop’un yürekleri kedere boğan sisli gökyüzünde uçan hür martıları, yuvarlak çerçevesiz gözlüğünden yansıyarak, piposunu ciğerlerine çeke çeke taş mahpushane duvarlarının ardından izleyen bu kalbi hayal ediyorum. Sonra Kaz Dağları’nda hararetlendiğinde ceketini sol koluna alan ve sağ eline yerden bulduğu uzunca bir dalı değnek yaparak, tenha dağ yollarında yavaş fakat emin adımlarla meskenini aşındıran bu adamı onu gözden kaybolana dek izliyorum. Ardından Berlin’in yağmurlu, soğuk ve kasvetli, kâh aydınlık kâh karanlık sokaklarında gri, uzun paltosuna sarılmış dolaştıktan sonra, buğulanmış gözlükleriyle, Goethe ya da Schiller’in bir kitabını almak hasebiyle, tatlı bir heyecan içerisinde çamurlanmış, küçük ayakkabılarını silerek kitapçısına giren bu meraklı adamı tahayyül ediyorum. Muhayyilem bir an bulanıyor ve bir an çok kısa bir an boş kalan yeri Karanfil sokağındaki şirin evlerinde kızını kucağına alarak ona hikâyeler okuyan bu adamın, o sevecen babanın gök mavisi gözlerindeki tahassüsüsün sevecenliği kaplıyor. Fakat bu epey kısa sürüyor, duygularım o imajı aklıma getirerek tüm keyfimi ürkütüyor. Ah!Hatırlamasaydım, keşke sonunu bilmiyor olsaydım diyorum. Zihnimi kaçmak için ne kadar ikna etmeye çalışsam da perdenin arasından iğrenç suretini gösteren bir imge tüm bunların üzerine ite kaka, kirli elleriyle çıkarak bu tatlı hayallerden zoraki koparıp atıyor beni. Istıranca Dağları’nda, güneşli bir nisan sabahı yeni yeşillenen otları mide bulandırıcı tezatla kızıla boyayarak akan koyu kırmızı kanının üzerine yüzükoyun uzanmış bu adamın vaziyetinin ve ölmeden az önce elinden düşerek ölü bedenin yanında onu taklit etmek istercesine uzanan siyah deri çantanın suretinin, bir an bile olsa, bir miligram bile olsa zihnime zehrini zerk etmesini istemiyorum. Kaçıyorum, faydası dokunmuyor, yakamdan yakalayarak buyurgan emirleriyle zihnimin tüm sınırlarını arsızca ve benden hür olarak işgal ediyor. Kurtulamıyorum. Bütün gece canım yanıyor. Kurtulmak ne zor şeymiş meğer.

Haluk Şahin Soruşturmacı Gazetecilik kitabında realist-toplumcu yazarların yazdıklarıyla özellikle 20. Yüzyılda bir tip gazetecilik faaliyeti yürüttüklerine değinir. Buna örnek olarak Türk Edebiyatı’nda Mahmut Makal’ın Bizim Köy’üne işaret eder. “Bizim Köy bir iç Anadolu köyünde yaşayan genç bir Köy Enstitüsü mezunu öğretmeni notlarından oluşur. Köy gerçekçiliğini, olgusal net ve çarpıcı bir biçimde yansıtır. Köydeki yolsuzluğu, dinsel bağnazlığı, olanaksızlıkları dobra dobra anlatır. Çıplak gerçeğin yansımasıdır Bizim Köy. “  Şahin buna ek olarak Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’i de verir. Fakat en az onlar kadar önemli ve sanattaki amacının “insanları daha iyiye, daha güzele yükseltmek, insanlara bu yükselme arzusunu uyandırmak” olan Ali’nin Anadolu Hikâyelerine değinmemesi adı geçen bölümü eksik kılan en önemli noksandır. Çünkü Sabahattin Ali’nin Anadolu Hikâyeleri dönemin Anadolu’sunu mükemmel bir üslupla, fevkalade eşsiz gözlemlerle gözler önüne serer. En az Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt kadar.

Bunun için Kamyon ve Bir Firar hikâyelerini misal olarak verebiliriz. Bir Firar’da jandarmalarca dayak yiyen köy delikanlısının nasıl işlemediği şuçu zorla kabul ettiği ve kaçmaya çalışırken öldürüldüğü anlatılır. Anadolu’da zaman zaman adaletin nasıl işlediğinin ve köylünün her açıdan durumunun açıkça bir eleştiridir. 1933’te kaleme alınan hikâye şöyle başlar:

İki candarma İdris’i aralarına almış götürüyorlardı.
İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.
Bayram namazından İmamköy Camii’ni bastığı ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti
Halbuki Böyle bir şeyden haberi bile yoktu…
Ne çare… Dayak bu. Her şeyi söyletir.
En aşağı yedi sene yiyecekti. Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe candarmalardan biri koluna yapışıyordu.
Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de cigara verdiler.
Bunlar da aslında fena adam değillerdi. Fakat ne yapsınlar, vazife… Takibe çıkarken “faili bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin” diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak lazımdı.

Ne yapıp yapıp fail bulan candarmalar hikâyenin sonunda kaçmaya çalışan İdris’i vururlar.  Hiç suçsuz bir gencin bu ölümüyle hikayeyi şöyle noktalar yazarımız:

İdris etrafına bir bakındı… Şoşenin sağ tarafı fundalıktı. Candarmalara baktı. Silahları elde gidiyorlardı.
Bir şıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar “şırrak “ diye mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses… Havada kısa ve keskin iki vınlama oldu. İdris olduğu yere yıkıldı.
Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde kan geliyordu. Gözlerini açtı: “Süleyman Ağa’nın bir şeyden haberi yok…” dedi. Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: “Benim de…”
Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu yerde dimdik kaldı.

Naçizane benim Hanende Melek’ten sonra en çok beğendiğim hikâyesi Kamyon (1935) da bu şekilde iç yakıcı bir sonla biter. Konya’dan İzmir’e gitmek isteyen, fakat cebinde parası olmayan bir delikanlının dayak yemek korkusuyla hızla giden kamyondan atlaması ve ölümünün konu edildiği bu hikâye başlı başına bir çığlıktır. Çığlıktır çünkü Anadolu insanının maddi ve manevi vaziyeti, yoksulluğu, beklentileri, umutları, bıkkınları tüm canlılığıyla yedirilir hikâyeye. Ali bunu o denli başarılı yapar ki, ne bir acındırma vardır bunlar da, ne de duygu sömürüsü. İnsan için yazan Sabahattin Ali’den nefret edildiği tüm bunlardan sonra ortada değil midir?
Kamyon hikâyesine gelince, sanırım daha fazla anlatamayacağım. Anlatmak bu tür durumlarda ne kadar başarılı olursa olsun çok acemice kalacaktır.

Türkiye’nin bir dönemini hatta şimdiyi bir nebze de olsa anlayabilmek için Sabahattin Ali ve onun eserleri çok kıymetli ve bu kıymete hakkını vermemiz gerekli. En azından bu cinayet artık aydınlanmalı.

Ve son olarak ben bunca merakıma ve ilgime rağmen Sabahattin Ali’yi anladığımız iddia etmiyorum. Bir kelam vardır, en çok sevdiğimiz, aslında en az anladığımızdır.

                                                                                                                                            Önder Öndeş

Kaynakça

Topuz, Hıfzı. Başın Öne Eğilmesin, Bir Sabahattin Ali Romanı. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2011.
Topuz, Hıfzı. II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2012
Sabahattin Ali. Markopaşa Yazılar ve Ötekiler. Haz. Hikmet Altınkaynak. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012
Sabahattin Ali, Bütün Öyküler, Şiirler ve Oyun. Haz. Sevengül Sönmez. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009
Şahin, Haluk. Kim Korkar Soruşturmacı Gazeteciden-Araştırmacı ve Soruşturmacı Gazetecilik: Dün, Bugün, Yarın. İstanbul: Say Yayınları, 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder