Sabahattin Ali her
şeyden önce bir muhalifti. Ne sosyalist, ne komünist, ne de başka bir şey. Onun
üzerinde durduğu ana kaideler iktisatta bağımsızlık ve toplum için
demokrasiydi. Bu yüzden Sabahattin Ali değerli bir fikir adamı ve boğaza
takılan bir muharrirdi. Gazeteciliğiyse yine bunun üzerinde gelişti.
Osmanlı’dan beri gazeteciliğin fikir zikretmek olarak anlaşıldığı bu coğrafya
da adından söz ettiren, canı yakılan ve en mühim olanı da korkulan bir
gazeteciydi Ali. Korkuluyordu çünkü yazdıkları çok sivriydi. Yalnız bu kalem, sivriliğinin yanı sıra gerçek bir aydının, kıvrak zekâsının ürünüydü. Ondan
korkulmasının diğer bir nedeni de kendine güveniydi. Bu güvenin ardındaysa
sürekli çalışan bir zihnin aydınlığı vardı.
Sabahattin Ali
gazeteciliğe gerçek manada Markopaşa’ya kadar başlamadı. Yani bir gazete
bünyesinde profesyonelliğe adım atması 1947 senesine rast gelir. Ancak dergi ve
gazete için, edebiyat tenkitleri, fikir yazıları kaleme alması yavaş yavaş 1930’larda
karşımıza çıkmaya başlar. Bunlar arasında ilklerden sayılabilecek Görüş Mecmuası Hakkında Bazı Kişisel
Mütalaalar’ı Resimli Ay’da yayınlanır. Bu kritikte Ali, Görüş dergisinde
yayınlanan makaleleri ve fıkraları eleştiriye tabi tutar. Dönemin önemli
yazarlarından Ahmet Hamdi’nin Paul Valery üzerine kaleme aldığı yazıyı şöyle
tenkit eder mesela:
Ahmet Hamdi Bey’in” Pol Valeri” hakkında bir yazısı vardı. Bu makalede
zannıma lüzumsuzdu. Keşke bu çok meşhur adamın birkaç şiiri tercüme esilseydi
de okusaydık ve eğer bu mümkün değilse, bu dâhiyi okumak Fransızca bilmeye
vabeste ise o zaman hakkındaki makaleleri de o lisanda arasaydık.
Bu sarışın, kısa boylu
adamın çokça da edebiyat eleştirisi vardır. Dönemin en önemli edebiyat dergisi Varlık’ta
1934-35’te Knut Hamsun’u ve Shakespeare’i irdeleyen yazıları yayınlanır.
Bunlardan en ilginci Sahte Shakespeare’ler: Bacon, Eduard de Vere adıyla
basılan Shakespeare’in eserlerinin başkaları tarafından yazıldığının
yalanlanmasıdır. Bu makalelerde Sabahattin Ali, kanıtlarıyla ve çıkarımlarıyla
bunun mümkün olamayacağını izaha çalışır. Ardından Ulus’ta görürüz Ali’yi,
burada da siyasete hiç buluşmaz. Yurt ve Dünya’da ağırlıklı olarak piyes
kritikleri yapar.
Sabahattin Ali’nin
yazılarındaki kırılma noktası Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel’in birlikte
çıkardıkları Tan gazetesi ile başlar. Burada yayınlanan Bir Memleketi Kurtarmak
İçin fıkrasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.
Bu fıkranın yayınlanma
tarihi çok ilgi çekicidir. Sene 1944’tür. Yani İkinci Dünya Savaşı’nı kimin
kazanacağının artık ortaya çıkmaya başladığı vakittir. Bundan itibaren Türk
Basını, aynı siyasiler gibi kazanan tarafın yanında olmaya çalışır. Eski
Almancılar ya tasfiye edilir ya da tutuklanır. Turancılar birdenbire kendileri
dışlanmış ve istenmez kesim olarak bulurlar. Görece sosyalistlerin durumu daha
iyidir. 1946’da Stalin Türkiye’ye aleni düşman bir tavır sergilemesi ile
nihayetlenecek bu ılımlı hava yerini bundan sonra anti-emperyalist olarak
adlandırılabilecek kesimin zor günler yaşadığı cehennem sıcaklarına
bırakacaktır. Hıfzı Topuz Türk Basın Tarihinde 1939-1945 dönemi arasında
Türkiye’de basının vaziyetini şöyle anlatıyor:
1939 Eylül’ünde İkinci Dünya Savaşı Patlak verir. Bütün dünyada gerginlik
artar olağan üstü önlemlere yönelinir. Türkiye savaşın dışındadır ama 1940
Kasım’ında sıkıyönetim ilan edilecektir. Hükümet artık savaş bitene kadar bu
sınırsız yetkileri kullanacaktır. Basın özgürlüğünün hiç lafı olmaz bu dönemde.
Bakanlar Kurulu gerekli gördüğü anda, dilediği gazeteyi, dilediği sürece
kapatacaktır. Bu kararlar kesindir, ne meclis karışır bunlara, ne de Danıştay.
Kararı Basın Genel Müdürlüğü telefonla bildirir gazetelere o kadar. Gazete
kapatılmıştır. Ondan sonra başbakana mektuplar yazılır. Devlet başkanın
olgunluk gösterip gazeteleri affetmesi istenir. Günün birinde de bu aflar
çıkar. Gazetenin patronuna, “gazeteni artık çıkartabilirsin,” denir ve gazete
yeniden çıkmaya başlar. Böyledir bu dönemin genel havası
Dönemin genel havası
böyledir. Savaş bittikten sonra pusula gibi kutuplaşan dünyada Türkiye, Sovyet
Rusya tehlikesiyle “demokratik bloğa” yaklaşmaya çalışır. Basının da buna
riayet etmesi istenir. Fakat bu riayetin çok pahalı patlayacağını söyleyen usta
bir kalem en çok arzu edilmeyen yıllarda Markopaşa
adında bir mizah dergisini Aziz Nesin ile 1000 liralık bir sermaye ile kurar.
Markopaşa’da Sabahattin Ali en mühim siyasi yazılarını kaleme alır. Bunlardan
dolayı tutuklanır ve Sultanahmet’te üç ay hapis yatar. Kimleri rahatsız etmez
ki Markopaşa, Cemil Sait Barlas,
Falih Rıfkı Atay, Başbakan Recep Peker ve daha niceleri. Son olarak dönemin
cumhurbaşkanı İsmet İnönü.
Bu üçü içerisinde göze
en çok batanı ve Sabahattin Ali’nin de yakinen tanıdığı ünlü gazeteci Mehmet
Barlas’ın babası CHP Gaziantep milletvekili Cemil Barlas’a içerlediği Ayıp fıkrasıdır. Ali, Cemil Sait
Barlas’ın Meclis’te yaptığı konuşmasında “Markopaşa’nın kökü dışarda” lafına
cevaben yazar bu yazıyı. Nitelikli yazısında şunları dile getirir:
Bu milletvekili ne yazık ki, bu satırları yazanın elini sıkar ve evine
gelen bir adamdır.
Şu gelecek cümle
gemileri yakacak cinstendir:
Hâlbuki ben bu milletvekilinin kökü dışarda olduğuna sahiden inanacak
olsam, elini sıkmak değil, suratına tükürürdüm.
Bu milletvekili herhalde bu satırları yazanın kitaplarını okumuştur.
Bunların içinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir duygu
aksettiren, yani kökü dışarda olan bir tek satır gösterebilir mi?
Vatanımızın istiklali üzerine en küçük bir gölge düşmesin, istiklal
anlayışımız Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmasın dediğimiz için mi kökümüz
dışarda?
Bin bir hileli yoldan bağrımıza sokulup bizi tekrar yarı müstemlekeliğe
sürüklemek isteyen sömürücü yabancı sermayeye karşı uyanık bulunmak istediğimiz
için mi kökümüz dışarıda?
Bu milletvekili pekiyi bilir ki bu satırların yazarı sırf kalemini ve
kanaatlarını satmadığı için birçok kahırlara uğramış, o milletvekili gözünde
nimet sayılanları tepmiştir.
Kökü bu toprakta olanların en kutsal ve en kaçınılmaz vazifesi olan
askerlik hizmetini dahi yapmamış bulunan ve şimdi bazı arkadaşlarının
kendisinden daha çabuk parlak mevkilere yükseldiğini görüp içi giden bu
milletvekilinin kendini göstermek için daha temiz bir yol seçmesi doğru olmaz
mıydı?
Siyasi ihtiraslar bir insanı,
başkalarının mukaddesatına dil uzatacak kadar mı ileri götürmeli?
Ayıp değil mi?
Markopaşa sadece hükümet
tarafından “Sovyetçi” olmakla suçlanmaz. Falih Rıfkı Atay’ın Ulus’ta benzer
sözler ile itham ettiği Sabahattin Ali
ve dolayısıyla Markopaşa kendini öyle bir savunur ki Falih Rıfkı Markopaşa’ya
düşman kesiliverir.
Ukalanın biri mecliste, Hz. Muhammed’in kızları hendek savaşında şehit
düştüler demiş.
Meclis’te bulunan zarif bir zat da “Kızları değil, oğullarıdır, Muhammed’in
değil, Ali’nin oğullarıdır. Hendek savaşı değil, Kerbela’dır. Hangi birini düzelteyim, “ demiş. İşte bu hatalar gibi, Ulus gazetesi de âdeti
olduğu üzere büyük bir gaf yapmıştır. Hangi birini düzelteyim.
Markopaşa’da başlığın
yanında yer alan figüre Ulus’ta
yapılan karalamaya karşı şu cevap verilir:
Markopaşa Sovyet değildir, selam ayakta değil, elle verilir. Sovyet selamı
öyle değildir. Resimde Markopaşa selam vermiyor, elini kulağına götürmüş dert
dinliyor. Ve işin en mükemmeli de bu resim tek bir çizgi ilave edilmeden
Ulus’un arşivinden alınmıştır.
Ey Ulus ve ey Falih Rıfkı!
Neren doğru ki, kalemin doğru olsun!
Sabahattin Ali’nin
duruşunu ve dönem hakkında mütalaasını daha iyi tasvir hasebiyle ilk ikisini Markopaşa’dan seçtiğim fıkralarla birlikte
Alibaba’da yayınlanan bir belirleyici yazısına daha değinmek istiyorum. Bunlar
yayın sırasıyla Tam Demokrasi, Kokuyor ve
Ne Zor Şeymiş başlıklı yazıları. Bu üç yazıyı tercih etmemin nedeni salt
güncel olayların bir analizini sunmamaları, ayrıca Türkiye’nin her dönemi için kullanabilecek bir
tür nüve ihtiva etmelerinden ileri geliyor.
Tam Demokrasi fıkrası Markopaşa’da 6 Ocak 1947’de yer alıyor.
Yazıya şöyle giriş yapıyor Ali: “Artık bizde de tam demokrasiye geçmenin sırası
geldiği kanaatindeyiz.” Ardından dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na yapılacak
keskin bir tenkitle nihayetlenecek yazı şöyle devam eder:
Demokrasi, halkın halk tarafından halk için idaresi demek olduğuna göre,
hükümet halk ile işlerden elini eteğini çekmeye başlamalı, kendi işine
bakmalıdır.
Mesela şimdiye kadar yalnız okulunu, köyünün yolunu, deresinin köprüsünü
yapmaya mecbur olan köylü, bundan sonra bütün memleketin şoselerini,
demiryollarını, demir ve beton köprülerini de aralarında imece ile yapmalı,
hükümet ise ancak hükümet konağı, beyzadelere lüks okul, kendilerinin bulunduğu
semtlere asfalt yol yaptırmakla kalarak halk hâkimiyetine hürmet etmelidir.
Bilhassa şu paragrafa
dikkat çekmek isterim:
Yine halkın bir ihtiyacı olan
petrolü aramak, sondaj yapmak, Amerika’dan makine getirmek, petrol bulamamak
gibi karlı işler Raman Dağı civarındaki aşiretlere bırakılmalı, hükümet Maliye
Bakanlığı bütçe ve mali kontrol umum müdürlüğünde altın aramak gibi verimli
işlerle uğraşmalıdır.
Bu paragraftaysa basına
baskı döneminin kısa fakat etkili bir eleştirisini görürüz:
Hükümet ancak, kafalarında makam sahiplerinin hoşuna gitmeyecek fikirler
taşıyan kimseleri zararsız hal getirmek için gereken en şiddetli tedbirleri
almakla yetinmelidir.
Bu noktada akıl
veriyormuş gibi görünerek meseleyi şöyle toparlar Sabahattin Ali çok ince bir “humor”
ile:
Fakat hangi çeşit adamın, hangi çeşit fikrinin, hangi çeşit makam sahibinin
ne dereceye kadar hoşuna gitmeyeceğini tespit etmek zorca olduğundan,
umumiyetle kafalarında herhangi bir fikri taşımak gibi demokrasiye aykırı
harekette bulunanları derleyip, toplayıp kamplarda muhafaza suretiyle
demokrasiye hizmet etmek, bizce en kestirme yoldur.
Şükrü Saracoğlu’na
yaptığı şu eleştiri tüm fıkranın niçin kaleme alındığı verir bize:
Böylece, bizden geri olan bütün demokrasiler bizi taklide başlarlar ve
birkaç sene evvel Sayın Saracoğlu’nun: “Bu harpten sonra bütün dünya bizim
rejimimizi kendisine örnek tutacaktır” yolunda savurmuş olduğu keramet tahakkuk
eder.
Subjektif bir nazar
getirdiğimi inkâr etmemekle beraber, bu fıkranın hemen her bölümü Türkiye’nin
başka herhangi bir yılı için de pekâlâ geçerlidir. Ali’nin gelecek öngörüsü
kesinlikle değildir bunlar. Bir ileri görüşlülükten bahsetmek abesle iştigal
olur bu noktada. Tüm bunlar sadece dönemini iyi analiz eden bir dimağın
söyledikleridir. Yaşadığı dönemi iyi analiz eden ve bundan yaptığı çıkarımları,
yüksek edebi bir dil ve kıvrak bir üslup ile harmanlayan Sabahattin Ali’nin
bugün hala okunmasının nedeni de bu olsa gerek. Sanırım iyi gözlem farkında
olmadan aydına bugünle birlikte geleceğin de anahtarını hediye ediyor.
Bir diğeriyse onun kadar
üzerinde durulması gereken Kokuyor fıkrası.
Çok kısa olan bu yazı keskin bir sirke gibi kokuyor. Her satırının ustaca
kurgulandığı ve Ali’nin hükümetten tepki almasına neden olan fıkra şöyle
başlıyor:
Ankara’da bir doktor öldürülüyor, bir başka doktor kendini öldürüyor. Sonra
bir vekil kendini öldürüyor. Ortaya sahte katil sürülüyor. Mahkemenin yeri
değiştiriliyor, işin içine mühim isimler karışıyor, yabancı ülkelere giden
paralardan, yabancı elçiliklerle temaslardan bahsediliyor, nihayet sahici katil
meydana çıkıyor, ama öldürme sebebi gizli kalıyor. Bazı şeyler açıklanıyorsa da
bazı şeyler saklanıyor.
Bir vapurla altın kaçırılıyor. Avrupa’da kibar bir bayan sınırda altın
kaçırırken yakalanıyor. İşe mühim kimselerin, hatta elçilerin adı karışıyor.
Gazeteler sütunlar dolduruyor, evvelce daha lüks bir vapurla kaçırılan
altınların dedikodusu yapılıyor. Yine bir şeyler açıklanıyor, bir şeyler
saklanıyor.
Burası bilhassa çok
mühim:
Yirmi seneden beri petrol aranıyor, petrol bulunamıyor. On liralık
makineler on milyona satın alınıp bir kenara altılıyor. Yabancı şirketlerin
dalavereleri sürüyor. İş gazetelere düşüyor. Bir şeyler açıklanıyor ama bir
şeyler de saklanıyor.
…
Arsa dalavereleri dönüyor, apartmanlar alınıp satılıyor, köşkler elden çıkarılıp
parası Amerika’ya yatırılıyor. Bakanlar sorguya çekiliyor. Bakanların
kardeşleri mahkemeye veriliyor. Bazı servetlerin hesabı sorulur gibi oluyor,
bir şeyler açıklansa bile, birçok şeyler saklanıyor
Ne oluyor, anlamıyoruz. Ama bir şeyler, bir şeyler var ki kokuyor, çok fena
kokuyor.
Dönemin gizli
tertiplerine atılmış ve tabiri caizse kafa yaran bir taş bu. Hükümete aleni
eleştiri ki, “kabul edilir gibi değil”. Nitekim onlarda kabul edemeyecek ve
daha önce de belirttiğim gibi Ali’yi bu ve buna benzer yazıları nedeniyle 3 ay
hapse mahkûm edeceklerdir. Sabahattin Ali alışıktır mahpushaneye. Konya’da,
Sinop’ta az yatmamıştır. “Aldırma gönül, aldırma” diyerek geçirdiği bu günler
Ali’yi asla yıldırmaz. Ancak Markopaşa “Ey teşhise çalış, kargadır önder
dediğin” cümlesi dolayısıyla kapatılır. Bilindiği gibi dönemin cumhurbaşkanı
İsmet İnönü’dür ve ebedi şef gocunmuştur bu cümleye.
Fakat Sabahattin Ali
yılmaz. Markopaşa’yı Merhumpaşa izler. O da kapatılır. Hemen
ardından Malumpaşa yayınlamaya
başlar. Malum olduğu üzere ömrü fazla olamayacaktır. Sonra paşalardan sıkılan
ve piyasada çokça taklidi olan ‘paşa’ ekinden vazgeçilir ve Alibaba yayın hayatına başlar. Alibaba da aynı akıbete uğrayacaktır çok
geçmeden. Lakin Alibaba’da 25 Kasım 1947’de
yayınlanmış bir fıkra, Ali’nin safça ve samimiyetle düşüncelerinin en öz ifade
bulduğu yazısıdır. Ne Zor Şeymiş
başlıklı fıkra tüm fıkraları içerisinde belki de en dikkat çekici olanıdır.
Sabahattin Ali’nin siteminin, öfkesinin şu cümlelerle ifade edilişine bir
bakın:
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi
gün İngilizlere takla atan, daha ertesi günde Amerika’ya kavuk sallayan
soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde
secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizindir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz. Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile
ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık.
İç ve dış bankalara para yatırmadık, hani apartman sahibi olmak, sağdan soldan
vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda
kendimizden bir şey istedik.
Bu ne affedilmez suçmuş meğer. Neredeyse yoldan geçerken mide uşakları
arkamızdan bağıracaklar. “Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak
istiyor ve ahengimizi bozuyor…”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz
bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar
tehlikeli mi olmalı idi.
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bile bu millet
de namuslu.
Sabahattin Ali, Alibaba’nın
da kapatılması üzerine Zincirli Hürriyet gazetesi için de birkaç yazı yazar. Ancak artık iyiden iyiye kenara
sıkıştırılmıştır. Bir kamyonla yurtdışına kaçmaya karar verir.
Sonra olanları zaten
hepimiz biliyoruz. Birkaç sene evvel Sabahattin Ali’nin eserlerine iyiden iyiye
merak sardığımda küçük bir yazı yazmıştım onun hakkında. Kızı Filiz Ali ile
tanışmaya kadar sürükleyecek bu ruhsal etkilenme bana, Bir Gece Yarısı Sabahattin Ali’yi Hayal Etmek başlıklı hayatının
kısa bir özeti denebilecek şu yazıyı yazdırdı:
Bu sarışın, hafifçe tombul adamı Konya’nın uçsuz bucaksız sarı, kurak
ovalarında, sanki başkaca bir renk hatta ton yokmuş gibi aynı rengi alarak
yerden yükselen toz bulutundan sakınmak için cebinden çıkardığı mendilini
yüzüne siper ederken ya da Sinop’un yürekleri kedere boğan sisli gökyüzünde
uçan hür martıları, yuvarlak çerçevesiz gözlüğünden yansıyarak, piposunu
ciğerlerine çeke çeke taş mahpushane duvarlarının ardından izleyen bu kalbi
hayal ediyorum. Sonra Kaz Dağları’nda hararetlendiğinde ceketini sol koluna
alan ve sağ eline yerden bulduğu uzunca bir dalı değnek yaparak, tenha dağ
yollarında yavaş fakat emin adımlarla meskenini aşındıran bu adamı onu gözden
kaybolana dek izliyorum. Ardından Berlin’in yağmurlu, soğuk ve kasvetli, kâh
aydınlık kâh karanlık sokaklarında gri, uzun paltosuna sarılmış dolaştıktan
sonra, buğulanmış gözlükleriyle, Goethe ya da Schiller’in bir kitabını almak hasebiyle,
tatlı bir heyecan içerisinde çamurlanmış, küçük ayakkabılarını silerek
kitapçısına giren bu meraklı adamı tahayyül ediyorum. Muhayyilem bir an
bulanıyor ve bir an çok kısa bir an boş kalan yeri Karanfil sokağındaki şirin
evlerinde kızını kucağına alarak ona hikâyeler okuyan bu adamın, o sevecen
babanın gök mavisi gözlerindeki tahassüsüsün sevecenliği kaplıyor. Fakat bu
epey kısa sürüyor, duygularım o imajı aklıma getirerek tüm keyfimi ürkütüyor.
Ah!Hatırlamasaydım, keşke sonunu bilmiyor olsaydım diyorum. Zihnimi kaçmak için
ne kadar ikna etmeye çalışsam da perdenin arasından iğrenç suretini gösteren
bir imge tüm bunların üzerine ite kaka, kirli elleriyle çıkarak bu tatlı
hayallerden zoraki koparıp atıyor beni. Istıranca Dağları’nda, güneşli bir
nisan sabahı yeni yeşillenen otları mide bulandırıcı tezatla kızıla boyayarak akan
koyu kırmızı kanının üzerine yüzükoyun uzanmış bu adamın vaziyetinin ve ölmeden
az önce elinden düşerek ölü bedenin yanında onu taklit etmek istercesine uzanan
siyah deri çantanın suretinin, bir an bile olsa, bir miligram bile olsa zihnime
zehrini zerk etmesini istemiyorum. Kaçıyorum, faydası dokunmuyor, yakamdan
yakalayarak buyurgan emirleriyle zihnimin tüm sınırlarını arsızca ve benden
hür olarak işgal ediyor. Kurtulamıyorum. Bütün gece canım yanıyor. Kurtulmak ne
zor şeymiş meğer.
Haluk Şahin Soruşturmacı
Gazetecilik kitabında realist-toplumcu yazarların yazdıklarıyla özellikle 20.
Yüzyılda bir tip gazetecilik faaliyeti yürüttüklerine değinir. Buna örnek
olarak Türk Edebiyatı’nda Mahmut Makal’ın Bizim
Köy’üne işaret eder. “Bizim Köy bir iç Anadolu köyünde yaşayan genç bir Köy
Enstitüsü mezunu öğretmeni notlarından oluşur. Köy gerçekçiliğini, olgusal net
ve çarpıcı bir biçimde yansıtır. Köydeki yolsuzluğu, dinsel bağnazlığı,
olanaksızlıkları dobra dobra anlatır. Çıplak gerçeğin yansımasıdır Bizim Köy.
“ Şahin buna ek olarak Fakir Baykurt ve
Yaşar Kemal’i de verir. Fakat en az onlar kadar önemli ve sanattaki amacının
“insanları daha iyiye, daha güzele yükseltmek, insanlara bu yükselme arzusunu
uyandırmak” olan Ali’nin Anadolu Hikâyelerine değinmemesi adı geçen bölümü
eksik kılan en önemli noksandır. Çünkü Sabahattin Ali’nin Anadolu Hikâyeleri
dönemin Anadolu’sunu mükemmel bir üslupla, fevkalade eşsiz gözlemlerle gözler
önüne serer. En az Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt kadar.
Bunun için Kamyon ve Bir Firar hikâyelerini misal olarak verebiliriz. Bir Firar’da jandarmalarca dayak yiyen köy
delikanlısının nasıl işlemediği şuçu zorla kabul ettiği ve kaçmaya çalışırken
öldürüldüğü anlatılır. Anadolu’da zaman zaman adaletin nasıl işlediğinin ve
köylünün her açıdan durumunun açıkça bir eleştiridir. 1933’te kaleme alınan
hikâye şöyle başlar:
İki candarma İdris’i aralarına almış götürüyorlardı.
İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat
seke seke yürümeye çalışıyordu.
Bayram namazından İmamköy Camii’ni bastığı ve orada namaz kılanları
soyduğunu en nihayet itiraf etmişti
Halbuki Böyle bir şeyden haberi bile yoktu…
Ne çare… Dayak bu. Her şeyi söyletir.
En aşağı yedi sene yiyecekti. Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa
takılıp sendeledikçe candarmalardan biri koluna yapışıyordu.
Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de cigara verdiler.
Bunlar da aslında fena adam değillerdi. Fakat ne yapsınlar, vazife… Takibe
çıkarken “faili bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin” diye yüzbaşı sıkı sıkı
emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp
fail bulmak lazımdı.
Ne yapıp yapıp fail
bulan candarmalar hikâyenin sonunda kaçmaya çalışan İdris’i vururlar. Hiç suçsuz bir gencin bu ölümüyle hikayeyi
şöyle noktalar yazarımız:
İdris etrafına bir bakındı… Şoşenin sağ tarafı fundalıktı. Candarmalara
baktı. Silahları elde gidiyorlardı.
Bir şıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak
fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar “şırrak “ diye mekanizmaları açıp
kapadılar, ondan sonra iki tok ses… Havada kısa ve keskin iki vınlama oldu.
İdris olduğu yere yıkıldı.
Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde kan geliyordu.
Gözlerini açtı: “Süleyman Ağa’nın bir şeyden haberi yok…” dedi. Başı yana
düştü. Ağzından tekrar ve çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: “Benim de…”
Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu yerde dimdik kaldı.
Naçizane benim Hanende Melek’ten sonra en çok
beğendiğim hikâyesi Kamyon (1935) da
bu şekilde iç yakıcı bir sonla biter. Konya’dan İzmir’e gitmek isteyen, fakat
cebinde parası olmayan bir delikanlının dayak yemek korkusuyla hızla giden
kamyondan atlaması ve ölümünün konu edildiği bu hikâye başlı başına bir
çığlıktır. Çığlıktır çünkü Anadolu insanının maddi ve manevi vaziyeti,
yoksulluğu, beklentileri, umutları, bıkkınları tüm canlılığıyla yedirilir
hikâyeye. Ali bunu o denli başarılı yapar ki, ne bir acındırma vardır bunlar
da, ne de duygu sömürüsü. İnsan için yazan Sabahattin Ali’den nefret edildiği
tüm bunlardan sonra ortada değil midir?
Kamyon hikâyesine
gelince, sanırım daha fazla anlatamayacağım. Anlatmak bu tür durumlarda ne
kadar başarılı olursa olsun çok acemice kalacaktır.
Türkiye’nin bir dönemini
hatta şimdiyi bir nebze de olsa anlayabilmek için Sabahattin Ali ve onun
eserleri çok kıymetli ve bu kıymete hakkını vermemiz gerekli. En azından bu
cinayet artık aydınlanmalı.
Ve son olarak ben bunca
merakıma ve ilgime rağmen Sabahattin Ali’yi anladığımız iddia etmiyorum. Bir
kelam vardır, en çok sevdiğimiz, aslında en az anladığımızdır.
Önder Öndeş
Kaynakça
Topuz, Hıfzı. Başın Öne Eğilmesin, Bir Sabahattin Ali
Romanı. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2011.
Topuz, Hıfzı. II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi.
İstanbul: Remzi Kitapevi, 2012
Sabahattin Ali. Markopaşa Yazılar ve Ötekiler. Haz.
Hikmet Altınkaynak. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012
Sabahattin Ali, Bütün Öyküler, Şiirler ve Oyun. Haz.
Sevengül Sönmez. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009
Şahin, Haluk. Kim Korkar Soruşturmacı
Gazeteciden-Araştırmacı ve Soruşturmacı Gazetecilik: Dün, Bugün, Yarın.
İstanbul: Say Yayınları, 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder