Üstlerinde ‘21 Mayıs
1864 Sürgün’ yazan tişörtleri ve ellerinde Çerkes bayraklarıyla Çerkes gençler
Taksim’deki Rusya Konsolosluğu önünde toplanmış. Fevri değiller. Sessiz sedasız
protesto ediyorlar Rusya’yı. Çevreden gelip geçenler alakasız gözlerle gruba
bir an göz atıyor ve dudak bükerek birer birer uzaklaşıyor. Az sayıda insan var
kapıda. Fakat hemen hepsinin yüzünden atalarının bir buçuk asır önce yaşadıklarının
derin izleri okunabiliyor. Bir acı nasıl bu kadar uzun sürebiliyor diye
düşünüyorum? O an pek anlamıyorum onları. Ama dudak büküp, ilgisiz de uzaklaşmıyorum
yanlarından.
Aksine içlerinde en
ateşli olanın yanına yaklaşıyorum. Uzun boylu, sert görünümlü biri Ergun
Sinduk. Rusya’nın onlara ne yaptığını, neden burada toplandıklarını soruyorum.
“ Bizi yurtlarımızdan sürdü. Yüzbinlerce Çerkes’i yerle yeksan etti” diyor. Bir buçuk asır önce yaşanan bir olayı nasıl
hala nasıl protesto edebildiklerini anlamadığımı söylüyorum. Kızıyor. “Bu öyle
bir olay ki” diyor. “Bizi bugün Türk yaptı. Biz sadece vatanımızdan koparmakla
kalmadı, aslımızdan da etti”.
Tolstoy’un Hacı Murat’ını okurken rastlamıştım ilk
kez Kafkaslara. Hacı Murat ve Şeyh Şamil isimlerini de ilk kez orada duymuştum.
Ardından Lermontov’un ölümsüz karakteri Peçorin’in
seyahat anıları ilgimi biraz daha celp etmişti. II. Katerina’dan Stalin’e
oradan da günümüze kadar uzanan kanlı bir destandı bu topraklar. Çarlık
Rusya’sının isyancılar ve başıbozuklar dediği,
Sovyetlerin Almanya ile işbirliğiyle suçlayarak hain ilan ettiği halklar
topluluğuydu Kafkasya. Rahat yüzü
görmemişlerdi bir türlü.
Şeyh Şamil’in II. Aleksandr’la
tutuştuğu savaşı kaybetmesinden sonra ivme kazanan Kafkasların “isyancı ve
başıbozuklar”dan tasfiyesi 21 Mayıs 1864’te Çerkes Sürgünüyle farklı bir boyut
kazandı. Yüzbinlerce Çerkes topraklarından sürülerek Karadeniz’den Osmanlı’ya
tehcir etti. Yolda yüzlercesi
hastalıktan ve kötü muameleden dolayı hayatını kaybetti. Osmanlı topraklarına varabilenlerse
şanslıydı. Sadece Çerkesler değil.
Çeçenler, Tatarlar, Ahıska Türkleri, İnguşlar ya topraklarından sürüldü ya da
katliamlara maruz kaldı. Rusya onlardan boşalan yerlere Kassakları ve Rusları
yerleştirdi. Nitekim Rusya Ana ‘teslim olmuş topraklar’ istiyordu.
Yanıma beyaz tenli ve kırmızı
rujlu güzel, genç bir kız yaklaşıyor. Elinde üzerindeki yazıyı okuyamadığım bir
dergi var. Nazikçe uzatıyor bana. Derginin adı Dimak. Kiril alfabesi ile
yazılmış olması ilgimi çekiyor başlığın. Neden Kiril alfabesini seçtiklerini, “düşmanın
alfabesini” neden tercih ettiklerini merak ediyorum? Konuştuklarımıza kulak
misafiri olan Erdoğan açıklamaya çalışıyor.
O grubun yaşlılarından biri ve bir öğretmen. “Biz bu alfabeyi
Ruslardan değil Doğu Roma sonrasında aldık. Hem bizde onlardan daha fazla harf
var”.
Erdoğan Bey derginin
başında kendisinin olduğunu söylüyor. Derginin içini göstererek gülümsüyor.
“Gördüğümüz gibi iç yazıların hepsi Türkçe”. Türkiye’deki Çerkeslerin ana
dillerini bilmediğinden yakınıyor. Aslında kendisinin de pekiyi bilmediği
itiraf ediyor. Neden diye soruyorum. “Cumhuriyet Türkiye’si bizi asimile etmeyi
çok iyi becerdi. Sanırım en başarılı oldukları halk biziz. Bugün Türkiye’de
yaşayan Çerkeslerin yüzde 90’nı dillini bilmez” diyerek cevap veriyor soruma.
Ayrıca yarın Kartal’da yapılacak Çerkes Sürgün Anıtı’nın açılışına davet ediyor
beni.
Ertesi gün Kartal
Belediye’sinin desteğiyle yapılan, Kartal Sahil Yolu’nda üzeri siyah tülle
örtülmüş bir anıtla karşılaşıyorum. Etrafta
henüz kimsecikler yok. Çimlerde kermesten alınmış haşhaşlı ev böreklerini
atıştıran ve Çerkes Sürgünü tişörtlü gençleri fark ediyorum. Ellerinde Adige
Cumhuriyeti’nin yeşil yıldızlı ve oklu bayrakları. Onlara katılıyorum. İçlerinden
en konuşkan olanın adı İpek. O da yüzüne beyaz pudra ve dudaklarına kırmızı ruj
sürmüş. Kendisi gibi makyaj yapmış diğer Çerkes kızlarından bahsediyorum. Meğerse
bu Çerkeslerin güzellik anlayışıymış. Bir Çerkes kızı hoş görünmek istiyorsa
böyle süslenmeliymiş. Hoş sohbet insanlar olduklarını fark ediyorum. Onun da
sadece babası Çerkes’miş. Annesi ise Türk’müş. Dilini bilmiyormuş. Fakat anadil
hakkını da sonuna kadar savunuyormuş. Soru sormama fırsat bırakmadan çabuk
çabuk konuşuyor. “Dilimizin anayasal taleplerimiz doğrultusunda anadil olmasını
çok isteriz. Dil her şeydir. Biz bu yüzden öğrenemedik. Bugün Kürtler bunu
isteyebiliyorsa biz de isteriz.”
Alan kalabalıklaşıyor.
Geleneksel Kafkas kıyafetleriyle insanlar sohbet halinde. Kimse Çerkesce
konuşmuyor, konuşamıyor. Bir an sonra pankartlar ortaya çıkmaya başlıyor.
Demokratik Çerkes Hareketi yazan pankartı tutan top sakallı bir beyin yanına
yaklaşıyorum. Tacettin Bey; grubun lideri. Bana tabandan gelen bir Çerkes
hareketi ile haklarını almaktan yana olduğunu söylüyor. Nasıl olacağını merak
ediyorum. “Biz bilinçsiziz” diyor ve arkadaşlarını göstererek, “Gördüğünüz gibi
derneğimiz sadece üç kişiden oluşuyor. Halkımız dilini bilmiyor. Haklarını
aramıyor. Anadilde eğitim deseniz tınlamıyor”. Böyle bir durumda tabandan bir
hareketle haklarını nasıl alabileceklerini soruyorum. Zeki bir tebessüm yüzüne
yayılıyor. “Ben sosyalistim, solun halka inme metotlarını kullanacağız ve biz
Çerkes haklarının ancak sol bir hareketle alınabileceğine inanıyoruz,
devrimciyiz” diyor.
Ardından tören sonrası
ateş yakılacak odunların yığıldığı deniz kenarına doğru ilerliyorum. Çerkes
kalpağıyla bir bey, geleneksel kıyafetleri içindeki kızını seviyor. Röportaj
yaptığımı görmüş. O da konuşmak istiyor. Samimi ve hissi ses tonuyla bana
nereden geldiğimi soruyor. Söylüyorum. Kendisi denizciymiş. İtalya’ya,
İspanya’ya mal taşıyorlarmış. Bana da sor diye rica ediyor. Anadilde eğitim
hakkında ne düşündüğünü soruyorum. “İnsanlık hakkıdır” diye başlıyor sözlerine
ve kendinden emin ekliyor, ” Bir insanının ana dilini konuşup konuşmaması
kimsenin alıp verebileceği hak değildir. Bu Allah tarafından bahşedilmiş bir
şeydir ve tartışılması söz konusu bile olamaz.” Adige dili eğitimi veren bölümlerin bazı üniversitelerde açıldığını
ve bunun anaokulundan itibaren öğretilmesi arzusu olduğunu da belirtiyor Ferruh
Bey. Kendisini nasıl tanımladığını
sorduğumda bir lahza düşünüyor. “Ben Çerkes’im ve Türk üst kimliğini kabul
etmiyorum” diyor.
Ellinde Türk bayrağı
tutan iki kadına yaklaşıyorum. Meral hanım emekli öğretmenmiş. Belli olduğunu
söylüyorum. Kahkahaya atarak karşılık veriyor. Yanında arkadaşı var o da öğretmenmiş. Ses kayıt cihazını çıkarınca bir an tedirgin oluyorlar.
Ancak bana çabuk ısınıp konuşmaya
başlıyorlar. Anadilde eğitim ve Çerkes haklarının Türkiye’deki vaziyeti
hakkında fikirleri olup olmadığını soruyorum. Meral hanım bölüyor sözümü.
“Türkiye’de anadilde eğitim olmaz. Tek bir dil olur. Bakın hepimiz Türk’üz. Ben
şahsen Çerkesliği bir memleket meselesi olarak görüyorum.” Bana nereli olduğumu
soruyor. Öğretmenlerin o kendine has baskınlığıyla. Samsunlu olduğumu
söylüyorum. “Bak” diyor “İşte sen Samsunlusun biz de Kafkasyalıyız ama Türk’üz
değil mi ikimizde?” Aklım karışıyor. Ayten hanım da diğerini onaylayacak
nitelikte şeyler söylemeye başlıyor. “Bu topraklarda doyuyorsak hepimiz
Türk’üz. Düşünsenize o kadar çok isteyen olur ki o zaman işin içinden çıkamayız”
diye devam ediyor fikrini kuvvetlendirmek için. Yanıt beklermiş gibi yüzüme
bakıyorlar. Bir şey demiyorum. Teşekkür ederek yanlarından ayrılıyorum.
Tören boyunca dernek
başkanları sırayla konuşuyor. Belediye başkanının kürsüdeyken “Galatasaray maçı
yerine buraya gelmeyi tercih ettim” demesi üzerine çevreden “lütfettiniz” sesleri
yükseliyor. Ferruh Bey alaylı bir eda ile gülümsüyor. Anıtın açılışı yapılıyor. Alkışlar çok cılız
kalıyor. Belli ki kimse beğenmemiş. Yanımdaki çocuk, “Bu hiçbir şeye benzememiş
ki” diyor.
Hemen ardından
gösteriler başlıyor. Hava kararmaya yüz tutmuş. Ilık bir meltem esiyor,
Yistanbıloka (İstanbul Yolcuları) ezgisinin büyüsü ile birleşerek tüylerimi
ürpertiyor. Müzik hissi iletmenin en iyi yoludur kelamını şimdi daha iyi
kavrıyorum. Rus Konsolosluğunun önündeki
acıyı yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Ezginin en güzel bölümüne geliyoruz. Bu
esnada gözümün önüne sürülen Çerkes kafileleri beliriyor. Pyotr Gruzinskiy’nin tablosunu anımsıyorum. Arkada sisli Kafkas dağları,
ön planda sürülen Çerkesler kağnıların üzerinde perişan ve biçare.
Ertesi gün İstanbul
Kafkas Derneği Başkanı Ümit Duman’ın Üsküdar’daki ofisindeyim. Nezaketle
karşılıyor beni. Hoş bir ses tonu ile elimi sıkıyor. Güleç yüzlü, iyi bakışlı
bir adam Ümit Bey. Geliş niyetimi bir
kez daha yeniliyorum. Kendisinden hükümetin politikaları hakkında bilgi almak
ve bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek
arzusundayım. Girizgâh olarak hükümetin
Çerkes dili konusunda geçtiğimiz yıllarda attığı adımlardan bahsetmesini rica
ediyorum. “Geçtiğimiz yıllarda bakanlığın onayı ile seçmeli ders olan
Çerkesceyi bir gelişme olarak algılıyoruz” diyor. Ardından yüzü memnuniyetsiz
bir hal alarak ekliyor, “Fakat kesinlikle yeterli değil. Hatta dalga geçildi
bizimle diye düşünüyoruz.” Neden sorusu yüzümde belirmiş olmalı ki sormadan
devam ediyor konuşmasına, “Yetersizdi, göstermelikti”. Peki, bunu size hiçbir
katkısı olmadı mı diye sual ediyorum. Cevap veriyor “Bize bir avantaj sağladı.
Öğretmen yetiştirme, müfredat hazırlama ve anadile altyapı hazırlama konusunda
bize yol gösterici oldu.” Bana fırsat
bırakmadan devam ediyor, ” Bizim arzumuz bırakın seçmeli dersi, ilkokullarda,
hatta anaokullarında tüm derslerin isteyen kişiler için Çerkesce verilmesi.”
UNESCO’nun Çerkesceyi
yok olan diller arasında gösterdiğinin de altını çiziyor başkan. “Sahip çıkmalıyız” diyor. Bunun üzerine Ümit Bey’e Türkiye’deki Çerkeslerin
bu konulardaki bilinçsizliği ve ilgisizliğini hatırlatıyorum. Geçen gün yapılan
törende en fazla üç yüz kişi olduğunu da cümlemin sonuna ekliyorum. Üzgün bir
ses tonuyla cevaplıyor beni. “Türkiye’de Türk asimilasyon politikaları Çerkesler
üzerinde çok başarılı oldu. Bu halkımızda bir travma yarattı. Dil bilen Çerkeslerde
bile var bu travma. Fakat artık bu korkulardan ve çekincelerden sıyrılıp
kimliğimizi yeniden bulmanın vakti geldi. Dünya artık buna izin verecek”. Dünya
izin verecek diyerek ben de gülümsüyorum.
Geçen gün törende geri
dönüş hayalinden bahseden konuşmacıyı hatırlatıyorum. Geri dönüş deyince
bakışları donuklaşıyor. Şimdi sesi daha kısık. “Kafkasya’yı hiç bilmeyen ama
Çerkesya mitolojisi ve hikâyeleriyle büyüyen bir Çerkes‘in içinde daima bir
Kafkasya hasreti, bir dönüş arzusu vardır” diyor. Dönüş arzusunun olması ilgimi
çekiyor. Eklemek istediklerini soruyorum. Çifte vatandaşlık imkânları ve
Türkiye-Rusya arasında vizenin kalkması ile Çerkeslerin ve diğer Kafkasya
halklarının anavatanlarını daha rahat görebileceklerinin de altını çiziyor
ümitli bir edayla.
Röportaj sonrası Üsküdar-Beşiktaş
vapurundayım. İstanbul Yolcuları ezgisi kulağımda çalmaya devam ediyor. Çerkesleri
taşıyan gemileri görür gibi oluyorum. Geminin
üzerinde kalpaklı Çerkes genci ezgiler söylüyor. İstanbul’a yeni memleketine
derdini anlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder