22 Mayıs 2013 Çarşamba

150 Senelik Sürgünün Yıl Dönümünde Türkiye’de Çerkezler


Üstlerinde ‘21 Mayıs 1864 Sürgün’ yazan tişörtleri ve ellerinde Çerkes bayraklarıyla Çerkes gençler Taksim’deki Rusya Konsolosluğu önünde toplanmış. Fevri değiller. Sessiz sedasız protesto ediyorlar Rusya’yı. Çevreden gelip geçenler alakasız gözlerle gruba bir an göz atıyor ve dudak bükerek birer birer uzaklaşıyor. Az sayıda insan var kapıda. Fakat hemen hepsinin yüzünden atalarının bir buçuk asır önce yaşadıklarının derin izleri okunabiliyor. Bir acı nasıl bu kadar uzun sürebiliyor diye düşünüyorum? O an pek anlamıyorum onları.  Ama dudak büküp, ilgisiz de uzaklaşmıyorum yanlarından.

Aksine içlerinde en ateşli olanın yanına yaklaşıyorum. Uzun boylu, sert görünümlü biri Ergun Sinduk. Rusya’nın onlara ne yaptığını, neden burada toplandıklarını soruyorum. “ Bizi yurtlarımızdan sürdü. Yüzbinlerce Çerkes’i yerle yeksan etti” diyor.  Bir buçuk asır önce yaşanan bir olayı nasıl hala nasıl protesto edebildiklerini anlamadığımı söylüyorum. Kızıyor. “Bu öyle bir olay ki” diyor. “Bizi bugün Türk yaptı. Biz sadece vatanımızdan koparmakla kalmadı, aslımızdan da etti”.

Tolstoy’un Hacı Murat’ını okurken rastlamıştım ilk kez Kafkaslara. Hacı Murat ve Şeyh Şamil isimlerini de ilk kez orada duymuştum. Ardından Lermontov’un ölümsüz karakteri Peçorin’in seyahat anıları ilgimi biraz daha celp etmişti. II. Katerina’dan Stalin’e oradan da günümüze kadar uzanan kanlı bir destandı bu topraklar. Çarlık Rusya’sının isyancılar ve başıbozuklar dediği,  Sovyetlerin Almanya ile işbirliğiyle suçlayarak hain ilan ettiği halklar topluluğuydu Kafkasya.  Rahat yüzü görmemişlerdi bir türlü.

Şeyh Şamil’in II. Aleksandr’la tutuştuğu savaşı kaybetmesinden sonra ivme kazanan Kafkasların “isyancı ve başıbozuklar”dan tasfiyesi 21 Mayıs 1864’te Çerkes Sürgünüyle farklı bir boyut kazandı. Yüzbinlerce Çerkes topraklarından sürülerek Karadeniz’den Osmanlı’ya tehcir etti.  Yolda yüzlercesi hastalıktan ve kötü muameleden dolayı hayatını kaybetti. Osmanlı topraklarına varabilenlerse şanslıydı.  Sadece Çerkesler değil. Çeçenler, Tatarlar, Ahıska Türkleri, İnguşlar ya topraklarından sürüldü ya da katliamlara maruz kaldı. Rusya onlardan boşalan yerlere Kassakları ve Rusları yerleştirdi. Nitekim Rusya Ana ‘teslim olmuş topraklar’ istiyordu.

Yanıma beyaz tenli ve kırmızı rujlu güzel, genç bir kız yaklaşıyor. Elinde üzerindeki yazıyı okuyamadığım bir dergi var. Nazikçe uzatıyor bana. Derginin adı Dimak. Kiril alfabesi ile yazılmış olması ilgimi çekiyor başlığın. Neden Kiril alfabesini seçtiklerini, “düşmanın alfabesini” neden tercih ettiklerini merak ediyorum? Konuştuklarımıza kulak misafiri olan Erdoğan açıklamaya çalışıyor.  O  grubun yaşlılarından biri ve bir öğretmen. “Biz bu alfabeyi Ruslardan değil Doğu Roma sonrasında aldık. Hem bizde onlardan daha fazla harf var”.

Erdoğan Bey derginin başında kendisinin olduğunu söylüyor. Derginin içini göstererek gülümsüyor. “Gördüğümüz gibi iç yazıların hepsi Türkçe”. Türkiye’deki Çerkeslerin ana dillerini bilmediğinden yakınıyor. Aslında kendisinin de pekiyi bilmediği itiraf ediyor. Neden diye soruyorum. “Cumhuriyet Türkiye’si bizi asimile etmeyi çok iyi becerdi. Sanırım en başarılı oldukları halk biziz. Bugün Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin yüzde 90’nı dillini bilmez” diyerek cevap veriyor soruma. Ayrıca yarın Kartal’da yapılacak Çerkes Sürgün Anıtı’nın açılışına davet ediyor beni.

Ertesi gün Kartal Belediye’sinin desteğiyle yapılan, Kartal Sahil Yolu’nda üzeri siyah tülle örtülmüş bir anıtla karşılaşıyorum.  Etrafta henüz kimsecikler yok. Çimlerde kermesten alınmış haşhaşlı ev böreklerini atıştıran ve Çerkes Sürgünü tişörtlü gençleri fark ediyorum. Ellerinde Adige Cumhuriyeti’nin yeşil yıldızlı ve oklu bayrakları. Onlara katılıyorum. İçlerinden en konuşkan olanın adı İpek. O da yüzüne beyaz pudra ve dudaklarına kırmızı ruj sürmüş. Kendisi gibi makyaj yapmış diğer Çerkes kızlarından bahsediyorum. Meğerse bu Çerkeslerin güzellik anlayışıymış. Bir Çerkes kızı hoş görünmek istiyorsa böyle süslenmeliymiş. Hoş sohbet insanlar olduklarını fark ediyorum. Onun da sadece babası Çerkes’miş. Annesi ise Türk’müş. Dilini bilmiyormuş. Fakat anadil hakkını da sonuna kadar savunuyormuş. Soru sormama fırsat bırakmadan çabuk çabuk konuşuyor. “Dilimizin anayasal taleplerimiz doğrultusunda anadil olmasını çok isteriz. Dil her şeydir. Biz bu yüzden öğrenemedik. Bugün Kürtler bunu isteyebiliyorsa biz de isteriz.”

Alan kalabalıklaşıyor. Geleneksel Kafkas kıyafetleriyle insanlar sohbet halinde. Kimse Çerkesce konuşmuyor, konuşamıyor. Bir an sonra pankartlar ortaya çıkmaya başlıyor. Demokratik Çerkes Hareketi yazan pankartı tutan top sakallı bir beyin yanına yaklaşıyorum. Tacettin Bey; grubun lideri. Bana tabandan gelen bir Çerkes hareketi ile haklarını almaktan yana olduğunu söylüyor. Nasıl olacağını merak ediyorum. “Biz bilinçsiziz” diyor ve arkadaşlarını göstererek, “Gördüğünüz gibi derneğimiz sadece üç kişiden oluşuyor. Halkımız dilini bilmiyor. Haklarını aramıyor. Anadilde eğitim deseniz tınlamıyor”. Böyle bir durumda tabandan bir hareketle haklarını nasıl alabileceklerini soruyorum. Zeki bir tebessüm yüzüne yayılıyor. “Ben sosyalistim, solun halka inme metotlarını kullanacağız ve biz Çerkes haklarının ancak sol bir hareketle alınabileceğine inanıyoruz, devrimciyiz” diyor.

Ardından tören sonrası ateş yakılacak odunların yığıldığı deniz kenarına doğru ilerliyorum. Çerkes kalpağıyla bir bey, geleneksel kıyafetleri içindeki kızını seviyor. Röportaj yaptığımı görmüş. O da konuşmak istiyor. Samimi ve hissi ses tonuyla bana nereden geldiğimi soruyor. Söylüyorum. Kendisi denizciymiş. İtalya’ya, İspanya’ya mal taşıyorlarmış. Bana da sor diye rica ediyor. Anadilde eğitim hakkında ne düşündüğünü soruyorum. “İnsanlık hakkıdır” diye başlıyor sözlerine ve kendinden emin ekliyor, ” Bir insanının ana dilini konuşup konuşmaması kimsenin alıp verebileceği hak değildir. Bu Allah tarafından bahşedilmiş bir şeydir ve tartışılması söz konusu bile olamaz.” Adige dili eğitimi veren bölümlerin bazı üniversitelerde açıldığını ve bunun anaokulundan itibaren öğretilmesi arzusu olduğunu da belirtiyor Ferruh Bey.  Kendisini nasıl tanımladığını sorduğumda bir lahza düşünüyor. “Ben Çerkes’im ve Türk üst kimliğini kabul etmiyorum” diyor.

Ellinde Türk bayrağı tutan iki kadına yaklaşıyorum. Meral hanım emekli öğretmenmiş. Belli olduğunu söylüyorum. Kahkahaya atarak karşılık veriyor. Yanında arkadaşı var o da öğretmenmiş.  Ses kayıt cihazını çıkarınca bir an tedirgin oluyorlar. Ancak bana  çabuk ısınıp konuşmaya başlıyorlar. Anadilde eğitim ve Çerkes haklarının Türkiye’deki vaziyeti hakkında fikirleri olup olmadığını soruyorum. Meral hanım bölüyor sözümü. “Türkiye’de anadilde eğitim olmaz. Tek bir dil olur. Bakın hepimiz Türk’üz. Ben şahsen Çerkesliği bir memleket meselesi olarak görüyorum.” Bana nereli olduğumu soruyor. Öğretmenlerin o kendine has baskınlığıyla. Samsunlu olduğumu söylüyorum. “Bak” diyor “İşte sen Samsunlusun biz de Kafkasyalıyız ama Türk’üz değil mi ikimizde?” Aklım karışıyor. Ayten hanım da diğerini onaylayacak nitelikte şeyler söylemeye başlıyor. “Bu topraklarda doyuyorsak hepimiz Türk’üz. Düşünsenize o kadar çok isteyen olur ki o zaman işin içinden çıkamayız” diye devam ediyor fikrini kuvvetlendirmek için. Yanıt beklermiş gibi yüzüme bakıyorlar. Bir şey demiyorum. Teşekkür ederek yanlarından ayrılıyorum.

Tören boyunca dernek başkanları sırayla konuşuyor. Belediye başkanının kürsüdeyken “Galatasaray maçı yerine buraya gelmeyi tercih ettim” demesi üzerine çevreden “lütfettiniz” sesleri yükseliyor. Ferruh Bey alaylı bir eda ile gülümsüyor.  Anıtın açılışı yapılıyor. Alkışlar çok cılız kalıyor. Belli ki kimse beğenmemiş. Yanımdaki çocuk, “Bu hiçbir şeye benzememiş ki” diyor.

Hemen ardından gösteriler başlıyor. Hava kararmaya yüz tutmuş. Ilık bir meltem esiyor, Yistanbıloka (İstanbul Yolcuları) ezgisinin büyüsü ile birleşerek tüylerimi ürpertiyor. Müzik hissi iletmenin en iyi yoludur kelamını şimdi daha iyi kavrıyorum.  Rus Konsolosluğunun önündeki acıyı yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Ezginin en güzel bölümüne geliyoruz. Bu esnada gözümün önüne sürülen Çerkes kafileleri beliriyor. Pyotr Gruzinskiy’nin tablosunu anımsıyorum. Arkada sisli Kafkas dağları, ön planda sürülen Çerkesler kağnıların üzerinde perişan ve biçare.

Ertesi gün İstanbul Kafkas Derneği Başkanı Ümit Duman’ın Üsküdar’daki ofisindeyim. Nezaketle karşılıyor beni. Hoş bir ses tonu ile elimi sıkıyor. Güleç yüzlü, iyi bakışlı bir adam Ümit Bey.  Geliş niyetimi bir kez daha yeniliyorum. Kendisinden hükümetin politikaları hakkında bilgi almak ve  bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek arzusundayım.  Girizgâh olarak hükümetin Çerkes dili konusunda geçtiğimiz yıllarda attığı adımlardan bahsetmesini rica ediyorum. “Geçtiğimiz yıllarda bakanlığın onayı ile seçmeli ders olan Çerkesceyi bir gelişme olarak algılıyoruz” diyor. Ardından yüzü memnuniyetsiz bir hal alarak ekliyor, “Fakat kesinlikle yeterli değil. Hatta dalga geçildi bizimle diye düşünüyoruz.” Neden sorusu yüzümde belirmiş olmalı ki sormadan devam ediyor konuşmasına, “Yetersizdi, göstermelikti”. Peki, bunu size hiçbir katkısı olmadı mı diye sual ediyorum. Cevap veriyor “Bize bir avantaj sağladı. Öğretmen yetiştirme, müfredat hazırlama ve anadile altyapı hazırlama konusunda bize yol gösterici oldu.”  Bana fırsat bırakmadan devam ediyor, ” Bizim arzumuz bırakın seçmeli dersi, ilkokullarda, hatta anaokullarında tüm derslerin isteyen kişiler için Çerkesce verilmesi.”

UNESCO’nun Çerkesceyi yok olan diller arasında gösterdiğinin de altını çiziyor başkan.  “Sahip çıkmalıyız” diyor.  Bunun üzerine Ümit Bey’e Türkiye’deki Çerkeslerin bu konulardaki bilinçsizliği ve ilgisizliğini hatırlatıyorum. Geçen gün yapılan törende en fazla üç yüz kişi olduğunu da cümlemin sonuna ekliyorum. Üzgün bir ses tonuyla cevaplıyor beni. “Türkiye’de Türk asimilasyon politikaları Çerkesler üzerinde çok başarılı oldu. Bu halkımızda bir travma yarattı. Dil bilen Çerkeslerde bile var bu travma. Fakat artık bu korkulardan ve çekincelerden sıyrılıp kimliğimizi yeniden bulmanın vakti geldi. Dünya artık buna izin verecek”. Dünya izin verecek diyerek ben de gülümsüyorum.

Geçen gün törende geri dönüş hayalinden bahseden konuşmacıyı hatırlatıyorum. Geri dönüş deyince bakışları donuklaşıyor. Şimdi sesi daha kısık. “Kafkasya’yı hiç bilmeyen ama Çerkesya mitolojisi ve hikâyeleriyle büyüyen bir Çerkes‘in içinde daima bir Kafkasya hasreti, bir dönüş arzusu vardır” diyor. Dönüş arzusunun olması ilgimi çekiyor. Eklemek istediklerini soruyorum. Çifte vatandaşlık imkânları ve Türkiye-Rusya arasında vizenin kalkması ile Çerkeslerin ve diğer Kafkasya halklarının anavatanlarını daha rahat görebileceklerinin de altını çiziyor ümitli bir edayla.

Röportaj sonrası Üsküdar-Beşiktaş vapurundayım. İstanbul Yolcuları ezgisi kulağımda çalmaya devam ediyor. Çerkesleri taşıyan gemileri görür gibi oluyorum.  Geminin üzerinde kalpaklı Çerkes genci ezgiler söylüyor. İstanbul’a yeni memleketine derdini anlatıyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder