18 Mart 2012 Pazar

Tabloya Uzaktan Bakmalı


Çanakkale savaşını kutlarız(!), onunla övünürüz ama birkaç yıl sonra İstanbul’un önünde demirleyen İngiliz gemilerini unuturuz. Çanakkale ile gurur duyarız ama Kanal Cephesi’ni ya da İngiliz birliklerinin Osmanlı birliklerini perişan ettiği diğer büyük cepheleri görmezden geliriz.

Çanakkale, uğrunda harcanan yüz binlerce cana rağmen bize I.Birinci Dünya savaşını armağan etmedi. Rusya’daki Bolşevik devrimcilerin ve Almanya’nın işine bile bizden daha çok yaradığını söylesek hata yapmamış oluruz. Netice de Birleşik Krallık bayrağını güvertelerine asan firkateynler ellerini kollarını sallayarak İstanbul Boğazından içeri sadece 2-3 yıl sonra girdiler. Sonuçların değer ifade ettiği bir dünyada, çabalar sadece birer anı olarak kalıyor. Biz Çanakkale’yi şanla itibarla yüceltirken, yok olan şehitlerimizin sayısı ile övünürken, neticede ortaya çıkan şey büyük bir hezimet oluyor.

Duyarız; Galatasaray Lisesi, Tıbbiye gibi büyük adam yetiştiren okullar o senelerde hiç mezun vermemiş ve bununla da gurur duyarız.  Ama şunu hep gözden kaçırırız; o gençler zaten bir avuç yetişen entelektüel, eğitimli kadroydu ve ziyan oldular. Bir an düşünsenize, içlerinden belki çok önemli yazarlar, çizerler, kim bilir belki de diplomatlar, siyasi isimler ya da büyük bilim adamları çıkabilirdi. Biz döktüğümüz kan ile övünürken, çok büyük eserlerden, fikirlerden mahrum kalmış olabiliriz. Kaybedilen bedenler ile nutuklar atılırken, yok olup giden beyinler neden düşünülmüyor. Sadece nitelikli kadroları da düşünmek doğru olmaz.  Yüz binlerce can yok olup gitti ve sonuçta savaş kaybedildiyse eğer bunca can ile övünmekte nedir! Bu durum başka bir soruyu da doğuruyor;  neden o zaman kaybedilen diğer cephelerdeki esirleri, şehitleri anmıyoruz.  Kanal Cephesini, Sina Cephesini ya da Irak’takileri gündeme getirmiyoruz. Derdim şehitlerin anılıp anılmaması değil, burada pragmatik bir tavır var, onu anlatmaya çalıyorum. Sonu hepsinin aynı şeye bağlanıyorsa, kaybedilen canlar arasında ayrım yapmak niye? (Sina’dakilerin anıldığı bir “gün” biliyor musunuz?) Ayrım yapıyoruz çünkü sığınılabilecek bir dam olarak Çanakkale’yi görüyoruz. Diğerlerini görmezden gelip, yadsıyarak, “şanlı” bir geçmiş yaratıyoruz, kötü anıları unutmak, unutturmak işimize geliyor. Bu ise bizi hakikatlerden uzaklaştırıyor ve tarihi gerçekleri çarptırarak ortaya vahim bir tablo çıkartıyor.

Okulda 18 Mart’ı anardık. Kürsüye bir çocuk çıkar, alışılageldik şiirleri bağıra çağıra okur, ardından okul müdürü gelir her sene tekrar edilen bir söylevi buruşuk bir kâğıttan dikte ederdi. Okunan ise sadece Çanakkale ile sınırlı kalırdı, savaşın devamı önemsizdi. Geniş bir perspektiften bakmaktan aciz “resmi, milli eğitim” bunu öngörürdü (görüyor) çünkü.  Şunu öngörmekten ise kaçınırdı; “ Çanakkale tek bir savaş değildi, büyük bir genel savaşın “sadece” bir cephesiydi. Evet, çok önemliydi ama “tek” değildi.” Konu yine tarih öğretimine geliyor, tarih bir toplumun şuurunu, hafızasını oluşturuyorsa, eksik ya da çarpıtılmış tarih öğretimi de bilinç kaybı ya da yanlış güdümlenmiş bireyler oluşturuyor. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde yaklaşmayı becerebilen herkes, Çanakkale Cephesi ile I.Dünya Savaşı’nın neticesi arasında bir ilişki kurmayı becerir, bilinçsiz ve yersiz bir gurur yerine, gerçeği görerek ve her şeyi “tek” olarak ele almadan biraz yüksekten genel bir tabloyu görür ve ona göre bir tavır takınır. Ben Çanakkale’nin anımsanmasını ve ön plana çıkartılmasını şuna benzetirim; bir ressam diyelim ki bir meyve tabağı çiziyor, muzun detayları üzerine o kadar iyi çalışıyor ki, eşsiz gerçeklikte bir muz resmi çıkıyor ortaya, fakat elma, armut ya da üzümlere aynı hassasiyeti göstermiyor. Yakından sadece muza bakıldığında sonuç mükemmel, genel tabloya bir iki adım geriden bakıldığındaysa hiç de iç açıcı bir eser yok ortada. Fakat önemli olan tablodaki genel başarı olduğuna göre işte Çanakkale oradaki muz gibi duruyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder