Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski’den etkilendiğine ve
senaryoyu bu etki ile kaleme aldığına kuşku yok. Raskolnikov (Suç ve Ceza) ya da Alexandr
Petroviç’i (Ölüler Evinden Anılar) hatırlatacak kendi içi muhasebelerinde
boğulmuş bir memurun filmde başköşeye oturtulduğu ve kısa bir periyot dahilinde
Dostoyevski’nin romanlarında daima bir alt metin olarak sunduğu ve eserini
bunun üzerine inşa ettiği varoluşçuluk felsefesi ekseninde irdelendiği bir
yapım Yer altı. Adından anlaşılacağı üzere Yeraltından Notlar'dan esinlenilerek geliştirilmiş senaryosu aradan yüzyıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen değişmeyen varoluş sorunsalının sinemadaki temsilcisi gibi.
The
Assassination of Jesse James’ı (2007) aratmayacak,
psikolojik gerilimin ve zihin mücadelelerinin kaliteli tutulduğu sahneler
mevcut filmde. Diyaloglar bu gerilimi açığa çıkarmak için çok akılcı
kurgulanmış ve üzerinde epey düşünülerek kaleme alınmış. Bilhassa oteldeki
kutlama gecesi sahnesi bu manada çok dikkat çekici. Zihinlerin ve duyguların
mücadelesi, olmamış fakat başkarakterin olmasını istediği diyalogların bütün
sahne ile hiç aksamadan tüm hale getirilmesi de alkışlanmayı hak ediyor.
Günümüzde çoğu Hollywood filminde basit ve gerçeklikten uzak karşılıklı
konuşmalar düşünüldüğünde bu yapımın sadece bu niteliğiyle bile bir adım öne
çıktığını belirtmek gerekir. Monologlarınsa yine Engin Günaydın’ın sesiyle
Dostoyevski’den yapılan alıntılarla (tabi bunlar başkarakterin öz düşünceleri
gibi verilmiş) filmin en can alıcı sekanslarına yerleştirilmesi de yapımın
gelişmiş monolog kullanımını anlatmak için yeterli olacaktır. Zaten temel argüman
seyirciye bu monologlar vasıtasıyla yansıtıldığı için tabii olarak bunun
üzerine yoğunlaşılması şarttı, nitekim Zeki Demirkubuz bu başarılı monologların
niteliyi üzerine gerek senaryo yazımında gerekse filmin çekimi esnasında özenle
çalışmış, sanatının hakkını klasik edebiyattan paylar alarak vermeyi bilmiş.
Oyunculuklara değinmeden hemen önce casttan bahsetmeli.
Seçimler deyim yerindeyse cuk
oturmuş. Özellikle bu uyum Engin Günaydın’ın canlandırdığı yazma heveslisi, bohem Anakaralı memur
karakteri Günaydın için alışageldik fakat tam yerinde bir tabirle biçilmiş
kaftan. Bu rol için Türkiye sinemasında başka bir ismi uzun yollu düşünmeme
rağmen aklıma gelmedi. Çünkü filmi izlediğinizde çizilen bu karakteri Günaydın’dan
başkası boyayamazdı diyorsunuz. Bazı filmler, bazı şarkılar gibi sadece bir
isim için yaratılırlar, onun üstüne kimse çıkamaz, o eser ona ait olur ya, bu
rolde az önceki yargıma misal olarak Engin Günaydın’ın üzerinde çok şık
duruyor.
Gündelikçi Türkan karakteriniyse genelde sit-komlardan
izlemeye alışık olduğumuz Nihal Yalçın canlandırıyor. Evet, onunda Günaydın
kadar olamasa da rolünü yakaladığı söylenebilir. Yalçın’ın rol ile uyumu ve
canlandırma başarısı ayakta alkışlanamasa dahi, elleri kızartacak kadar uzun
alkışlanmayı hak ediyor desek sanırım teşbihte hata yapmamış oluruz. Akılda
kalmayı hak eden diğer bir isimse “hüzünlü bir fahişe”yi canlandıran Nergis
Öztürk, fazla sahnesi olmamasına rağmen
kırılma noktalarındaki çıkışlarıyla gözden kaçmıyor. Özellikle başkarakterin iç muhasebelerinin,
kendini değiştirme çabasının ve yeni bir kimlik arayışının en buhranlı
dönemlerinde su yüzüne çıkan varoluşsal gerilimlerinin en sıklaştığı sahnelerde,
yardımcı oyunculuğuyla başkarakter Muharrem’i bütünleyen fahişe karakterini
fevkalade bir oyunculukla canlandırdığını gönül rahatlığıyla abartıya kaçmamış
olarak ifade edebiliriz. Bilhassa bu
yapımdaki oyunculuğunun niteliğini tahayyül etmeniz için bir sahne var ki
kısaca bahsetmeli. Otel odasında yüzüne vuran mum ışığının oluşturduğu yanal
ışığın gölgesi altında, saçlarını aheste hareketlerle taradığı ve yüzünde çok
ince, belli belirsiz fakat derin bir hüznü yansıttığı o sahne, bu filmdeki
oyunculuğunun zirve noktasıydı. Filmden çıktıktan sonra muhayyilemde yeniden
hissederek canlandırabildiğim tüm sahnelerden en önde geleniydi.
Görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi fotojenik kompozisyon
ve kadrajlara eğilmesine rağmen Nuri Bilge’nin filmlerinin yanında sönük
kaldığını belirtmeliyim. Bir Zamanlar Anadolu’da sadece yol sahnelerdeki geniş
açı “fotoğraf”ları ya da Üç Maymun’daki Tren sahnesinde kompozisyon ve kadrajı
anımsayınca birkaç adım daha geriden geldiği anlıyoruz Yeraltı’nın. En azında
Ankara’da yapılan dış mekân çekimlerinde daha özenli çalışılsaydı, bu eksiklik
görülmezdi ve yapım büyük bir zaafının üzerini örtmeyi başarırdı diye
düşünüyorum. Gerçekten ben “Sanat filmi” adı altındaki yapımlarda kendi adıma
buna son derece değer veririm ve Yeraltı beni bir iki “kare” yi saymazsak hemen
hiç tatmin etmedi bu anlamda. ( Fahişe’nin Muharrem’in yanına geldiği gece,
kırılmış cam parçalarının ardından yapılan geniş açı çekim ve Muharrem otelden
çıktıktan sonra buğulanmış taksi camından dışarıyı izlediği sahne.)
Bir Dosteyvski sevdalısı olarak, öncelikle, her şeyden
evvel bu büyük Rus yazarı okumak ve anlamak lazım Yer altı filminden tat almak
için. Filmin birkaç dakika içinde sezilebilecek Dostoveyskiyen (“şekspiryen”den
bir uyarlama denemesi) bariz bir üslubu var. Zeki Demirkubuz’un saygı duruşu
niteliğinde kaleme aldığı ve yönettiği bu filmde birçok yerde bu usta kalemden alıntılar
olmasına rağmen sanırım her şeyin üstünde şu cümle yükselerek hakikate el sallıyor:
“Gerçek her şeyin
anasıdır ve üstündedir. Zavallı egolarımızın bile.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder