6 Mayıs 2012 Pazar

Demirkubuz'dan Dostoyevski'ye 107 Dakikalık Saygı Duruşu


Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski’den etkilendiğine ve senaryoyu bu etki ile kaleme aldığına kuşku yok. Raskolnikov (Suç ve Ceza) ya da Alexandr Petroviç’i (Ölüler Evinden Anılar) hatırlatacak kendi içi muhasebelerinde boğulmuş bir memurun filmde başköşeye oturtulduğu ve kısa bir periyot dahilinde Dostoyevski’nin romanlarında daima bir alt metin olarak sunduğu ve eserini bunun üzerine inşa ettiği varoluşçuluk felsefesi ekseninde irdelendiği bir yapım Yer altı. Adından anlaşılacağı üzere Yeraltından Notlar'dan esinlenilerek geliştirilmiş  senaryosu aradan yüzyıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen değişmeyen varoluş sorunsalının sinemadaki temsilcisi gibi.

The Assassination of Jesse James’ı (2007) aratmayacak, psikolojik gerilimin ve zihin mücadelelerinin kaliteli tutulduğu sahneler mevcut filmde. Diyaloglar bu gerilimi açığa çıkarmak için çok akılcı kurgulanmış ve üzerinde epey düşünülerek kaleme alınmış. Bilhassa oteldeki kutlama gecesi sahnesi bu manada çok dikkat çekici. Zihinlerin ve duyguların mücadelesi, olmamış fakat başkarakterin olmasını istediği diyalogların bütün sahne ile hiç aksamadan tüm hale getirilmesi de alkışlanmayı hak ediyor. Günümüzde çoğu Hollywood filminde basit ve gerçeklikten uzak karşılıklı konuşmalar düşünüldüğünde bu yapımın sadece bu niteliğiyle bile bir adım öne çıktığını belirtmek gerekir. Monologlarınsa yine Engin Günaydın’ın sesiyle Dostoyevski’den yapılan alıntılarla (tabi bunlar başkarakterin öz düşünceleri gibi verilmiş) filmin en can alıcı sekanslarına yerleştirilmesi de yapımın gelişmiş monolog kullanımını anlatmak için yeterli olacaktır. Zaten temel argüman seyirciye bu monologlar vasıtasıyla yansıtıldığı için tabii olarak bunun üzerine yoğunlaşılması şarttı, nitekim Zeki Demirkubuz bu başarılı monologların niteliyi üzerine gerek senaryo yazımında gerekse filmin çekimi esnasında özenle çalışmış, sanatının hakkını klasik edebiyattan paylar alarak vermeyi bilmiş.

Oyunculuklara değinmeden hemen önce casttan bahsetmeli. Seçimler deyim yerindeyse cuk oturmuş. Özellikle bu uyum Engin Günaydın’ın canlandırdığı  yazma heveslisi, bohem Anakaralı memur karakteri Günaydın için alışageldik fakat tam yerinde bir tabirle biçilmiş kaftan. Bu rol için Türkiye sinemasında başka bir ismi uzun yollu düşünmeme rağmen aklıma gelmedi. Çünkü filmi izlediğinizde çizilen bu karakteri Günaydın’dan başkası boyayamazdı diyorsunuz. Bazı filmler, bazı şarkılar gibi sadece bir isim için yaratılırlar, onun üstüne kimse çıkamaz, o eser ona ait olur ya, bu rolde az önceki yargıma misal olarak Engin Günaydın’ın üzerinde çok şık duruyor.

Gündelikçi Türkan karakteriniyse genelde sit-komlardan izlemeye alışık olduğumuz Nihal Yalçın canlandırıyor. Evet, onunda Günaydın kadar olamasa da rolünü yakaladığı söylenebilir. Yalçın’ın rol ile uyumu ve canlandırma başarısı ayakta alkışlanamasa dahi, elleri kızartacak kadar uzun alkışlanmayı hak ediyor desek sanırım teşbihte hata yapmamış oluruz. Akılda kalmayı hak eden diğer bir isimse “hüzünlü bir fahişe”yi canlandıran Nergis Öztürk, fazla sahnesi olmamasına rağmen  kırılma noktalarındaki çıkışlarıyla gözden kaçmıyor.  Özellikle başkarakterin iç muhasebelerinin, kendini değiştirme çabasının ve yeni bir kimlik arayışının en buhranlı dönemlerinde su yüzüne çıkan varoluşsal gerilimlerinin en sıklaştığı sahnelerde, yardımcı oyunculuğuyla başkarakter Muharrem’i bütünleyen fahişe karakterini fevkalade bir oyunculukla canlandırdığını gönül rahatlığıyla abartıya kaçmamış olarak ifade edebiliriz.  Bilhassa bu yapımdaki oyunculuğunun niteliğini tahayyül etmeniz için bir sahne var ki kısaca bahsetmeli. Otel odasında yüzüne vuran mum ışığının oluşturduğu yanal ışığın gölgesi altında, saçlarını aheste hareketlerle taradığı ve yüzünde çok ince, belli belirsiz fakat derin bir hüznü yansıttığı o sahne, bu filmdeki oyunculuğunun zirve noktasıydı. Filmden çıktıktan sonra muhayyilemde yeniden hissederek canlandırabildiğim tüm sahnelerden en önde geleniydi.

Görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi fotojenik kompozisyon ve kadrajlara eğilmesine rağmen Nuri Bilge’nin filmlerinin yanında sönük kaldığını belirtmeliyim. Bir Zamanlar Anadolu’da sadece yol sahnelerdeki geniş açı “fotoğraf”ları ya da Üç Maymun’daki Tren sahnesinde kompozisyon ve kadrajı anımsayınca birkaç adım daha geriden geldiği anlıyoruz Yeraltı’nın. En azında Ankara’da yapılan dış mekân çekimlerinde daha özenli çalışılsaydı, bu eksiklik görülmezdi ve yapım büyük bir zaafının üzerini örtmeyi başarırdı diye düşünüyorum. Gerçekten ben “Sanat filmi” adı altındaki yapımlarda kendi adıma buna son derece değer veririm ve Yeraltı beni bir iki “kare” yi saymazsak hemen hiç tatmin etmedi bu anlamda. ( Fahişe’nin Muharrem’in yanına geldiği gece, kırılmış cam parçalarının ardından yapılan geniş açı çekim ve Muharrem otelden çıktıktan sonra buğulanmış taksi camından dışarıyı izlediği sahne.)

Bir Dosteyvski sevdalısı olarak, öncelikle, her şeyden evvel bu büyük Rus yazarı okumak ve anlamak lazım Yer altı filminden tat almak için. Filmin birkaç dakika içinde sezilebilecek Dostoveyskiyen (“şekspiryen”den bir uyarlama denemesi) bariz bir üslubu var. Zeki Demirkubuz’un saygı duruşu niteliğinde kaleme aldığı ve yönettiği bu filmde birçok yerde bu usta kalemden  alıntılar olmasına rağmen sanırım her şeyin üstünde şu cümle yükselerek hakikate el sallıyor:
Gerçek her şeyin anasıdır ve üstündedir. Zavallı egolarımızın bile.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder