25 Kasım 2013 Pazartesi

Güvenlik (Yazan: Kağan Sezgin)

Sevgili dostlarım benim durduğum, münzevi dönemlerimde de üretmeye devam ediyorlar. Yazılarını bana gönderep bloguma koymamı istiyorlar. Bu blog pek bir halta yaramasa da en azından "benim için" çok önemli. Düşünün bir kere, karşılığında maddi hiçbir şey beklemediğiniz bir şey için okumalar yapıyorsunuz, birkaç gün bir yazı üzerinde çalışıp ortaya dişe dokunur yazılar çıkarmaya gayret ediyorsunuz. Kimsenin size bakmadığı ve bu kadar gürültünün içinde de kolay kolay bakmayacağını tahmin ettiğiniz bir sokakta inadına bağırıyorsunuz. Ne için pekii tüm bunlar?

Kendi adıma her şey burada ben de varım demek için. Tarihten önce mağaranın duvarlarına el izlerini bırakan insanlarla aynı motivasyonu paylaşıyorum. Çok uzun vadede hiçbir şey önemli olmayabilir. Ama madem geldik bu dünyaya, varsın biz de olalım.

Ben Önder Öndeş ve bir böcek gibi bir görünüp bir yok olacak olsam da ben de vardım be dünya!

Bu romantik girişten sonra gelelim asıl mevzuya. Kağan Sezgin benim dersaneler özelinde yazdığım yazıma bir taşlama kaleme almış, beni arayarak "Önder, yazıyorum, bak, yayınlayacaksın" demişti telefonda. Ben de bana küfür dahi etse yayınlayacağıma söz verip birkaç gün önce yazısını yayınlamıştım.

Kağan'ın hikayeciliği çok büyük bir merakı var ve henüz işin çok başında olmasına rağmen kaydeder hikayelerini  "benim" ile paylaşacak sağolsun. Birlikten güç doğar ama Kağan'la  aradağımız sanırım güç değil, birbirini kıran kırana eleştirebilecek bir insan.



 Kısa bir hikaye: Güvenlik

“Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba mı var!?.” Dedi orta boylu, kahverengi giyimli, şapkalı güvenlik görevlisine Kapalı Çarşı’nın sahhaflar tarafındaki girişinden girerken. Ve göz göze geldiler görevliyle.

Sırt çantası gülle gibi ağırdı. Sekiz on kitap, bir dizüstü bilgisayar...  Onlarca dakika yürümüş, yorulmuş, omuzları çökmüş, yorgunluğun verdiği bezginlikten ötürü bir an önce yolun bitmesini arzu ediyordu. Sahhaflar Çarşısı’ndan geçtikten sonra Kapalı Çarşı’ya uğrayıp yolu kısaltacaktı. Çarşı akşam vakti kalabalık olmadığı için rahatlıkla yürüyebilirdi.

Sahhaflar Çarşı’sının güney tarafındaki merdiven basamaklarını atladı, sağa yöneldi. Biraz ileride Kapalı Çarşı’nın girişinde güvenlik görevlisini gördü, birden kendini suçlu gibi hissetti gün içerisinde yaşamış olduğu küçük bir tatsızlıktan ötürü.

Akşama doğru Yalova’dan feribota binmişti. Kontrolden geçerken x-ray cihazının monitöründeki görüntü, güvenlik görevlisi hanımefendiyi şüphelendirmiş ve çantasını açmasını rica etmişti. Çantayı sinirli sinirli açmış, görevliye, “Merak etmeyin, çantamda bomba yok!” demişti biraz alaycı bir şekilde. Ama bu müstehzi tavrı güvenlikçiye karşı değildi, çünkü o vazifesini yapıyordu. Güvenlik görevlisi, şüphenin sebebini bulmuştu: Dizüstü bilgisayarın adaptörünün kablosu. Zira kablo bozulmuş ve içini açıp tamir etmeye çalışmıştı. Siyah bant da bulamayınca kalın kablonun içindeki sarı, kırmızı ve kahverengi üç kablonun yaklaşık yirmi santimlik kısmı açıkta kalmıştı. İçinde diş fırçasından, kalemine; kitap okuma fenerinden, pillere kadar birçok küçük eşya karmaşasının olduğu çantanın ön gözüne bir de adaptör koyulunca çantanın ön kısmı iyice pazar yerine dönmüştü.  Çantayı sırt üstü yatırınca çantanın ön kısmı yukarı denk gelmişti. Bu karmaşanın arasında kablolar da iyice kırışmış, bir “bomba düzeneği”ni andırmıştı güvenlik görevlisi hanımefendiye göre.
Güvenlikten geçerken yaşadığı bu tatsız durum moralini bozmuş, yaşadığı devire biraz da sitem etmişti: “güvenlik’li güvensizlik devri!”

İşte böyle bir hâlet-i ruhiyeyle Kapalı Çarşının girişindeki görevliyle göz göze geldi. Kendisini acayip derecede rahatsız hissetti, suçlu hissetti. Neredeyse kendisinden şüphe duyacaktı. Hemen aklına, teknoloji marketlerin çıkış kısmına koyulan genelde gri renkli, bir insan boyuna yakın uzunlukta olan x-ray cihazları geldi. Bu cihazlar yan yana bulunuyor ve her iki cihazın arasından bir kişi geçebiliyor. Ve tabi bu soğuk, suratsız cihazların arasından geçerken nasıl tedirgin olduğunu derince hatırladı. O cihazların arasından geçerken kendini baskı altında hissediyordu. Hayatında komşuların meyve bahçelerinin haricinde en ufak bir hırsızlık vukuatının olmamasına rağmen, (ki o da zaten küçüklüğündeydi) bu saçma sapan aletlerin arasından geçerken “acaba bir şey çaldım mı!?” tedirginliğinde oluyordu. Hattâ çalmadığından emin olmak için düşünüyordu: “Evet, o kulaklığı yerine bıraktım.” “hafıza kartı da yerinde.” Gibi. Emin olmaya çalışsa da o cihazların arasından geçtikten sonra cihazların alarmlarının çalmaması, neredeyse “oh be..!” dedirtecek şekilde tamamen emin olmasına vesile oluyordu herhangi bir şey çalmadığından.

Güvenlik görevlisiyle göz göze geldiler. Sadece bir an. Belki yarım saniye bile değil. O kısacık zaman diliminde kendisini suçlu hissetti. Tedirgin bakışlarından şüphelenip o görevli de çantayı arayabilirdi pekâlâ.
Görevlinin yanından geçerken, bakışlarını görevlinin kıyafetine yöneltti.  Uyduruk apoletine baktı. Yuvarlak apoletin çubuk şeklindeki kırmızı ve siyah renklerinin ortasında tüfeğe benzeyen saçma sapan bir silah figürü vardı. Aynı apoletten kafasındaki kepte de vardı.

Kendisinden şüphelenmemişti güvenlikçi. Görevlinin kendisine bakmadığını görünce kendisini “rahatlamış” hissetti ve yoluna devam etti. Hızlı hızlı yürürken güvenlikçiye seslendi: “Abi, n’oolur, aç şu çantamı kontrol et beni! Üzerimde bomba var mı!?.” “N’olur, kurtar beni! Kendimi şüpheli hissediyorum. Bir bak yoksa ben canlı bomba mıyım!!! Aydınlat beni! Bomba taşımadığımı göster bana!! Aç şu çantamı içimdeki şüpheyi gider..!”

Ama içinden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder