Oblomov, Rus Edebiyatı’nda geç okuduğum için kendime kızdığım bir roman.
Geç olmasındansa kıvançlıyım aslında. Çünkü
yıllar önce okuduklarıma şimdi dönüp baktığımda nice şeyin gözümden kaçmış
olduğunu görüyorum ve bu haseple Oblomov’u ‘zihnimden geldiğince’ dikkatle okumaya çalıştım.
Gonçarov, eserinde değişen ve yok olmaya yüz tutmuş Rus
aristokrasisini eleştirmiş ya da Ştolts ve İlya İlyiç üzerinden Batı ile 1850’ler
Rusya’sını karşılaştırmaya tabi tutmuş
olabilir. Her ne olursa olsun, birçok romana, piyese, hikâyeye toplumcu bir gözle
bakmayı genellikle yeğlemiş olsam da, Oblomov’u bu gözlükle okumadım, daha
doğrusu okuyamadım. Bu nedenle hepimizin içerisinde zaman zaman meydana çıkan “Oblomovluk”u
anlamaya çalıştım. Mesela Zahar’ı (Oblomov’un uşağı) toplumcu bir noktadan,
dağın zirvesinde değil, Zahar karakterinin ruhunu anlamak için hemen yanı
başından izlemeyi denedim.
Oblomov, yaşamı bir yük olarak gören tüm kabuğuna sinmiş
insanların bir bireyde vücut bulmuş hali, onların divasıdır. Yaşamı nehir değil,
göl gibi gören, görmek isteyen insanın mükemmel bir tasviri; güçsüz, hayaller
içinde boğulan ve ataletin kolları arasında mışıl mışıl, karlı geceler-
gündüzler boyunca uyuyan beşerin biricik kahramanı; insanlığın var olduğu
günden bu yana içinde yanmakta olduğu, hayatı anlamdan ve değişimden men eden
dimağın putlaşmış halidir İlya İlyiç Oblomov.
Fakat bu hal hiçbirimize, yaşayan hiç kimseye asla
yabancı değildir. Oblomov, hepimizin zaman zaman, yer yer içine düştüğü inziva
arzusunun sürekli hali ve timsalidir. Herkes biraz Oblomovdur aslında,
hepimizin kanında vardır Oblomovluk. Gonçarov kanımıza, zihnimize sızan bu teessüsleri
bundan bir buçuk asır önce fevkalade tasvir etmeyi başarıyor. İvan
Aleksandroviç Gonçarov bunu anlatmakta o kadar usta ki, sizin kelimelere dökemediğiniz Oblomov hislerini bir çırpıda yakalıyor ve birkaç damla gözyaşını
peşi sıra döküveriyor kalbinizden.
Romanı okurken,
içine düşmüş olduğumuz bunalımları, hisleri, feyezanları, rol yapmadan kuru
gürültü yapmadan yakalıyor Gonçarov. Suni değil kesinlikle, Goethe’nin insan
insanı en iyi kendinde tanır düsturuyla önce kendini arşınlamış yazarımız.
Kendini tanımayan insan kimi tanır ki zaten. Kim bilir ne uykusuz geceler, ne
umutlar, ne yaşanmışlıklar, ne fikirler, ne hisler. Oblomov’u yüzlerce sayfa
boyunca anlatmak ne zor olmuş olsa gerek. Birkaç sayfa yazı yazdığında kendini şanslı
sayan benim gibiler için, Oblomov’u yüzlerce sayfada asla tekrara düşmeden, her
paragrafta yeni ruhi keşifler yapabilerek anlatmak ne büyük bir çabaya, emeğe
mal olmuş olmalı. Evet, birçok yazar yüzlerce sayfa karakterlerini
anlatabiliyor ama Oblomov onlar gibi değil. Neden mi? Gününü karanlık, tozlu
odasında uyuyarak ya da hayaller, gerçekleşmeyecek planlar kurarak, hülyalar
içinde geçiren kahramanımız asla diğerlerine benziyor çünkü. Anlaşılması çok
zor ve kendini gizleyen bir karakter Oblomov.
Ancak yazarımız, Oblomov’u okuyucuya tüm bunlara rağmen
sevdirmeyi başarıyor. Ona karşı bir yakınlık kuruyoruz daha ilk bölümden, bazen kızıyor, bu kadarı olmaz diyoruz ama onu
Andrey gibi bir türlü terk edemiyoruz. Çünkü Oblomov, Ştolts’un tabiriyle her
şeye rağmen, ruhunun güzelliklerini muhafaza edebilen nadir insanlardan biri.
Sanırım çabuk kırılan narin “şeftali tenli” Oblomov’un hayattan el çekmesinin nedenlerinde biri de bu.
Gonçarov, Oblomov’un Rüyası’nda kahramanımızın neden
böyle olduğunu geçmişiyle ve Oblomovka’daki yaşam tarzı ile anlatmaya çalışır. Yazar bunu bir öğle sonrası rüyası ile daha da
romantikleştirir. Toprak sahibi, soylu bir ailenin çocuğudur İlya. O, her şeyin yüzyıllardır hiç değişmediği, dün
ve yarının hep aynı olduğu, değişimin kötülük ve uğursuzluk olarak algılandığı,
bu nedenle nefretle korkulduğu, dışarıya kapalı, yeninin değil eskinin makbul olduğu,
her şeyin dinginlik ve tekdüzelik içinde yaşanıp bittiği Oblomovka’da büyümüştür.
İlya, doğduğu andan itibaren emrinde hizmetçilerin olduğu, ayakkabısını bile
bir başkasının giydirdiği, çalışmasına ve düşünmesine gerek kalmadığı bir
ortamda geçirmiştir çocukluluğunu. Yazar
eski Rus soylusunu burada didaktik bir bilmişlikle asla eleştirmez, fakat bunun
sonucunu yani Oblomov’u sunar bizlere. Ayrıca Rusya’daki eski düzenin bilincini
gözler önüne sermeyi başarır bu anlatıyla birlikte. Ardından Oblomov’un
Petersburg’a gelişini, değişime ayak uyduramamasını ve yine bu sebeple içine
yavaş yavaş kapanışını okuyucusuna, yerinde Gonçarov “humor” u ile verir.
Cümlelerine bazen gülersiniz ama çok kısa bir an, hemen ardından Gonçarov sizi
yine alır yerinize hemen oturtur. Bu ağlasam mı, gülsem mi çekişmesi tüm roman
boyunca karşımıza zaman zaman çıkıp sizi keskin duygu geçişlerine sürükler.
Diğer önemli karakter Ştolts ise Oblomov’un tam bir
anti-tezidir. Babası Alman, annesi ise soylu bir Rus’tur. Yazar bu karakterle
hem Oblomov’un karşısına bir karakter oturtur, hem de kafasındaki yeni “Rus”
somutlaştırır. Düşe kalka büyüyen, erken yaşta işe koşulan, dinamik ve canlı, çalışmanın
gücüne inanan biridir Andrey Ştolts. Oblomov ile tamamıyla zıt bir ortamda
büyür. Babası tam bir Almandır ve bu nedenle çalışkan, fakat duygusuz Batı’yı
simgeler. Gonçarov, Ştots’un onun bazı soylu ve ince huyları annesinden
aldığını belirtikten sonra, Ştolts karakterini tam bir batılı olmaktan kurtarır
ve karşımıza İvan Aleksandroviç’in “Yeni
Rus”u çıkmış olur.
Birçok yazar burada bu iki karakteri kıran kırana çarpıştırmayı
seçerdi. Bu lezzetli çatışma ile roman genişler, sonunda Ştolts kazanır, Oblomov
yok olur giderdi. Lakin yazarımız çok kıvrak bir buluşla bu iki karakteri iki
yakın dost kılar. Bu dostluk o kadar kuvvetlidir ki, Ştolts Oblomov’u tüm
Oblomovluklarına rağmen kardeşi gibi sevmektedir. Onun için çaba harcar,
didinir, onu bu bataktan çıkarmak için farkında olmadan yeni bir aşka sürekler.
Onu “ya şimdi ya da hiçbir zaman” diyerek uyanmaya çağırır. İşlerine koşar,
yıllardır gitmediği çiftliğine el atar, onu dolandırıcıların elinden kurtarır. Nitekim
Ştolts kardeşi için ölmeye hazırdır. Oblomovsa onu velinimeti, kendisini
anlayan ve ona yardım edebilecek tek insan olarak görür.
Romanın ana kadın kahramanı Olga başkahramanımızın
aşkıdır. Oblomov ‘u yeniden diriltmeyi kendine vazife sayan, onu uyanık tutmak
için sürekli aşkı ile dürten genç kadındır Olga. O da onun için çırpınır,
gözyaşı döker. Onu uyandırmayı kısmen de olsa başarır. Aşkıyla kendini İlya’nın
“hayattaki amacı” kılar. Fakat Oblomov’un uykusu o kadar derindir ki o da
başaramaz Ştolts da. Yazar burada Olga’yı, aşkı, kadınlığı, kadınsılığı
kıyasıya inceler. Olga’nın gizli tahassüslerine, fikirlerinin dibine, en
karanlık noktalarına inmeye çalışır. Diyebiliriz ki Olga aslında bu denklemde
hayatı ya da en doğru tabirle yaşama enerjisini sembolize eder. Nitekim Olga
sadece bu değildir ancak Ştolts ve İlya seçimiyle bu konumunu daha pekiştirmiş
olur. Olga Ştolts ile evlenir. Tüm bu süreçte (Olga’dan ayrılması ila Ştolts
ile Olga’nın evliliği) İlya İlyiç elindeki en değerli hazineyi de kaçırarak
eski yaşamına dönmüş ve Viborg’taki (Güney Petersburg’da tenha bir mahalle ve
burası Oblomov’un hayalindeki Oblomovka’nın küçük bir kopyasına dönüşür.) bir
pansiyonda Agafya, Zahar ve Anisya ile yaşamaya başlamıştır.
Kazanan Oblomovluk olacağı romanın dördüncü bölümünde
iyiden iyiye kendini belli eder. Ştolts son bir deneme için Viborg’a gider,
dostunun kapısını çalar. Öğrenir ki; Oblomov 5 yıldır hiçbir şey “olmadan”
yaşamıştır, en ufak bir kıpırdanma bile olmamıştır hayatında. Evin sahibesi mütevazı,
özveri timsali Agafya Metveyevna ile evlenmiş, çocuğuna Ştolts’un ilk adını
koymuştur. Burada önemli bir nokta Oblomov’un oğlunu Andrey’e emanet
bırakmasıdır. (Oblomov’un şu sözü evin duvarlarında yankılanır: Andrey, Andreyimi
unutma.)Bu sayede yazar, karakterimizin yakında vefat edeceğini işaret
etmesinin yanı sıra, bir şeyi daha bizlere anlatmış olur. Oblomov kendinin pek
ala bilincindedir ve Oblomovluğun sonu için Ştolts kurtarıcıdır. (Tüm Rusya’ya
bir sesleniş) Bu söz aynı zamanda artık eski Rusya’nın, belki de “Doğulu Rusya’nın”
sonunun da habercisidir. Nitekim İlya’nın oğlu, Andrey Ştolts gibi büyümelidir.
Tüm çabalarına rağmen Ştolts anlar ki Oblomov’un son sözü
“hiçbir zaman” olmuştur. Evden çıktığında şöyle bağırır Andrey: “Elveda eski
Oblomovka, senin devrin geçti artık.” Beraber geldikleri ve arabada onu
bekleyen Olga’nın neden bu kadar erken döndüğünün sebebini sorması üzerine tüm
roman boyunca kişisel ve toplumsal nazarda irdelenen şeyi son bir kez daha yeniler
sinirle Olga’ya. “Oblomovluk”
Bu ziyaretten birkaç bölüm önce yazar İlya’nın kalp krizi
geçirdiğini anlatır. Bu dönüm noktası ziyaretinden sonraki bölümde İlya İlyiç
Oblomov yaşamını yitirmiştir. Agafya her hafta mezarı başında ağlamaktadır. Oblomov’u
her şeyiyle kabul eden ve ona deli gibi aşık bu dul kadın bir iki satırla geçiştirilemeyecek
kadar fevkalade önemli. Okurken üzerinde özellikle durmanızı öneririm.
Son bölümde
karşımıza Ştolts ile yazar arkadaşı çıkar. Yazar dilenciler üzerine
bir şeyler karalayacaktır ve bir dilencinin yaşam öyküsünü merek ederek, Andrey
Ştolts ile birlikte yaşlı birini para vermek için yanına çağırır. Çağırdığı
kişi ihtiyar uşak Zahardır. Dilencilik yapmaktadır. Andrey onu görünce şaşırır ve yanına almayı teklif
eder. Fakat ihtiyar bunu şu sözlerle reddeder:
-İşitiyorum, Andrey
İvanoviç, sevgili efendim, fakat… Ah… Onu mezarında bırakıp gitmek istemiyorum.
Sevgili efendim İlya İlyiç’i… Bugün yine onun için dua ettim. Tanrı gani gani
rahmet eylesin. Böyle bir insanı nasıl Tanrı başımızdan eksik etti! Bizim
mutluluğumuz ona bağlıydı. Yüz yıl yaşayacak adamdı… Ah! Ah! Bugün onun
mezarına gittim, bu taraflara her geldikçe giderim, oturur ağlarım… Bazen orada
kendimi unutur kalırım, buralarda ses seda olmaz; birden sesini duyar gibi
olurum: Zahar, Zahar! Bir ürperme alır beni. Böyle bir efendi bir daha bulunmaz.
Ah, sizi ne kadar severdi…Tanrı rahmet etsin, cennetinden ayırmasın.
Burada toplumsal, sınıfsal bir okuma yapmak pek ala
mümkündür. Fakat ben okurken sadece insani boyutunu duyumsadım. Ardından
yazarın merakı üzerine Andrey, yazar dostuna “bu okuduğunuz hikayeyi” anlatmaya
koyulur. Burada Gonçarov eseriyle kendini bir noktada kesiştirir. Biz düşünürüz
ki, o yazar Gonçarov’un ta kendisidir.
Oblomov’a tüm kalbimle üzüldüm. Duygulandım. Bu
karakterde Ştolts’un ve Olga’nın da söylediği gibi bir büyü var. Ona kızsanız
da seviyorsunuz. Sanırım ben de herkes gibi onun naif ve temiz kalbini, ruhunu
sevdim. Şimdi kim çıkıp onun bir kurgu kahraman olduğunu söyleyebilir. O
hepimizinden daha gerçek olarak, Petersburg’ta ve her yerde dünya var oldukça “yatıyor”
olacak.
Huzur içinde yat Oblomov, rahata kavuştun!
Alıntı Türkiye İş Bankası, Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden yapılmıştır. Harika bir çeviri olduğunu söylemeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder