25 Mart 2013 Pazartesi

Huzur İçinde Yat Oblomov, Rahata Kavuştun


Oblomov, Rus Edebiyatı’nda  geç okuduğum için kendime kızdığım bir roman. Geç olmasındansa  kıvançlıyım aslında. Çünkü yıllar önce okuduklarıma şimdi dönüp baktığımda nice şeyin gözümden kaçmış olduğunu görüyorum ve bu haseple Oblomov’u ‘zihnimden geldiğince’ dikkatle okumaya çalıştım.

Gonçarov, eserinde değişen ve yok olmaya yüz tutmuş Rus aristokrasisini eleştirmiş ya da Ştolts ve İlya İlyiç üzerinden Batı ile 1850’ler Rusya’sını karşılaştırmaya  tabi tutmuş olabilir. Her ne olursa olsun, birçok romana, piyese, hikâyeye toplumcu bir gözle bakmayı genellikle yeğlemiş olsam da, Oblomov’u bu gözlükle okumadım, daha doğrusu okuyamadım. Bu nedenle hepimizin içerisinde zaman zaman meydana çıkan “Oblomovluk”u anlamaya çalıştım. Mesela Zahar’ı (Oblomov’un uşağı) toplumcu bir noktadan, dağın zirvesinde değil, Zahar karakterinin ruhunu anlamak için hemen yanı başından izlemeyi denedim.

Oblomov, yaşamı bir yük olarak gören tüm kabuğuna sinmiş insanların bir bireyde vücut bulmuş hali, onların divasıdır. Yaşamı nehir değil, göl gibi gören, görmek isteyen insanın mükemmel bir tasviri; güçsüz, hayaller içinde boğulan ve ataletin kolları arasında mışıl mışıl, karlı geceler- gündüzler boyunca uyuyan beşerin biricik kahramanı; insanlığın var olduğu günden bu yana içinde yanmakta olduğu, hayatı anlamdan ve değişimden men eden dimağın putlaşmış halidir İlya İlyiç Oblomov.

Fakat bu hal hiçbirimize, yaşayan hiç kimseye asla yabancı değildir. Oblomov, hepimizin zaman zaman, yer yer içine düştüğü inziva arzusunun sürekli hali ve timsalidir. Herkes biraz Oblomovdur aslında, hepimizin kanında vardır Oblomovluk.  Gonçarov kanımıza, zihnimize sızan bu teessüsleri bundan bir buçuk asır önce fevkalade tasvir etmeyi başarıyor. İvan Aleksandroviç Gonçarov bunu anlatmakta o kadar usta ki, sizin kelimelere dökemediğiniz Oblomov hislerini bir çırpıda yakalıyor ve birkaç damla gözyaşını peşi sıra döküveriyor kalbinizden.

Romanı okurken,  içine düşmüş olduğumuz bunalımları, hisleri, feyezanları, rol yapmadan kuru gürültü yapmadan yakalıyor Gonçarov. Suni değil kesinlikle, Goethe’nin insan insanı en iyi kendinde tanır düsturuyla önce kendini arşınlamış yazarımız. Kendini tanımayan insan kimi tanır ki zaten. Kim bilir ne uykusuz geceler, ne umutlar, ne yaşanmışlıklar, ne fikirler, ne hisler. Oblomov’u yüzlerce sayfa boyunca anlatmak ne zor olmuş olsa gerek.  Birkaç sayfa yazı yazdığında kendini şanslı sayan benim gibiler için, Oblomov’u yüzlerce sayfada asla tekrara düşmeden, her paragrafta yeni ruhi keşifler yapabilerek anlatmak ne büyük bir çabaya, emeğe mal olmuş olmalı. Evet, birçok yazar yüzlerce sayfa karakterlerini anlatabiliyor ama Oblomov onlar gibi değil. Neden mi? Gününü karanlık, tozlu odasında uyuyarak ya da hayaller, gerçekleşmeyecek planlar kurarak, hülyalar içinde geçiren kahramanımız asla diğerlerine benziyor çünkü. Anlaşılması çok zor ve kendini gizleyen bir karakter Oblomov.

Ancak yazarımız, Oblomov’u okuyucuya tüm bunlara rağmen sevdirmeyi başarıyor. Ona karşı bir yakınlık kuruyoruz daha ilk bölümden,  bazen kızıyor, bu kadarı olmaz diyoruz ama onu Andrey gibi bir türlü terk edemiyoruz. Çünkü Oblomov, Ştolts’un tabiriyle her şeye rağmen, ruhunun güzelliklerini muhafaza edebilen nadir insanlardan biri. Sanırım çabuk kırılan narin “şeftali tenli” Oblomov’un  hayattan el çekmesinin nedenlerinde biri de bu.

Gonçarov, Oblomov’un Rüyası’nda kahramanımızın neden böyle olduğunu geçmişiyle ve Oblomovka’daki yaşam tarzı ile anlatmaya çalışır.  Yazar bunu bir öğle sonrası rüyası ile daha da romantikleştirir. Toprak sahibi, soylu bir ailenin çocuğudur İlya.  O, her şeyin yüzyıllardır hiç değişmediği, dün ve yarının hep aynı olduğu, değişimin kötülük ve uğursuzluk olarak algılandığı, bu nedenle nefretle korkulduğu, dışarıya kapalı, yeninin değil eskinin makbul olduğu, her şeyin dinginlik ve tekdüzelik içinde yaşanıp bittiği Oblomovka’da büyümüştür. İlya, doğduğu andan itibaren emrinde hizmetçilerin olduğu, ayakkabısını bile bir başkasının giydirdiği, çalışmasına ve düşünmesine gerek kalmadığı bir ortamda geçirmiştir çocukluluğunu.  Yazar eski Rus soylusunu burada didaktik bir bilmişlikle asla eleştirmez, fakat bunun sonucunu yani Oblomov’u sunar bizlere. Ayrıca Rusya’daki eski düzenin bilincini gözler önüne sermeyi başarır bu anlatıyla birlikte. Ardından Oblomov’un Petersburg’a gelişini, değişime ayak uyduramamasını ve yine bu sebeple içine yavaş yavaş kapanışını okuyucusuna, yerinde Gonçarov “humor” u ile verir. Cümlelerine bazen gülersiniz ama çok kısa bir an, hemen ardından Gonçarov sizi yine alır yerinize hemen oturtur. Bu ağlasam mı, gülsem mi çekişmesi tüm roman boyunca karşımıza zaman zaman çıkıp sizi keskin duygu geçişlerine sürükler.

Diğer önemli karakter Ştolts ise Oblomov’un tam bir anti-tezidir. Babası Alman, annesi ise soylu bir Rus’tur. Yazar bu karakterle hem Oblomov’un karşısına bir karakter oturtur, hem de kafasındaki yeni “Rus” somutlaştırır. Düşe kalka büyüyen, erken yaşta işe koşulan, dinamik ve canlı, çalışmanın gücüne inanan biridir Andrey Ştolts. Oblomov ile tamamıyla zıt bir ortamda büyür. Babası tam bir Almandır ve bu nedenle çalışkan, fakat duygusuz Batı’yı simgeler. Gonçarov, Ştots’un onun bazı soylu ve ince huyları annesinden aldığını belirtikten sonra, Ştolts karakterini tam bir batılı olmaktan kurtarır ve karşımıza İvan Aleksandroviç’in  “Yeni Rus”u çıkmış olur.

Birçok yazar burada bu iki karakteri kıran kırana çarpıştırmayı seçerdi. Bu lezzetli çatışma ile roman genişler, sonunda Ştolts kazanır, Oblomov yok olur giderdi. Lakin yazarımız çok kıvrak bir buluşla bu iki karakteri iki yakın dost kılar. Bu dostluk o kadar kuvvetlidir ki, Ştolts Oblomov’u tüm Oblomovluklarına rağmen kardeşi gibi sevmektedir. Onun için çaba harcar, didinir, onu bu bataktan çıkarmak için farkında olmadan yeni bir aşka sürekler. Onu “ya şimdi ya da hiçbir zaman” diyerek uyanmaya çağırır. İşlerine koşar, yıllardır gitmediği çiftliğine el atar, onu dolandırıcıların elinden kurtarır. Nitekim Ştolts kardeşi için ölmeye hazırdır. Oblomovsa onu velinimeti, kendisini anlayan ve ona yardım edebilecek tek insan olarak görür.

Romanın ana kadın kahramanı Olga başkahramanımızın aşkıdır. Oblomov ‘u yeniden diriltmeyi kendine vazife sayan, onu uyanık tutmak için sürekli aşkı ile dürten genç kadındır Olga. O da onun için çırpınır, gözyaşı döker. Onu uyandırmayı kısmen de olsa başarır. Aşkıyla kendini İlya’nın “hayattaki amacı” kılar. Fakat Oblomov’un uykusu o kadar derindir ki o da başaramaz Ştolts da. Yazar burada Olga’yı, aşkı, kadınlığı, kadınsılığı kıyasıya inceler. Olga’nın gizli tahassüslerine, fikirlerinin dibine, en karanlık noktalarına inmeye çalışır. Diyebiliriz ki Olga aslında bu denklemde hayatı ya da en doğru tabirle yaşama enerjisini sembolize eder. Nitekim Olga sadece bu değildir ancak Ştolts ve İlya seçimiyle bu konumunu daha pekiştirmiş olur. Olga Ştolts ile evlenir. Tüm bu süreçte (Olga’dan ayrılması ila Ştolts ile Olga’nın evliliği) İlya İlyiç elindeki en değerli hazineyi de kaçırarak eski yaşamına dönmüş ve Viborg’taki (Güney Petersburg’da tenha bir mahalle ve burası Oblomov’un hayalindeki Oblomovka’nın küçük bir kopyasına dönüşür.) bir pansiyonda Agafya, Zahar ve Anisya ile yaşamaya başlamıştır.

Kazanan Oblomovluk olacağı romanın dördüncü bölümünde iyiden iyiye kendini belli eder. Ştolts son bir deneme için Viborg’a gider, dostunun kapısını çalar. Öğrenir ki; Oblomov 5 yıldır hiçbir şey “olmadan” yaşamıştır, en ufak bir kıpırdanma bile olmamıştır hayatında. Evin sahibesi mütevazı, özveri timsali Agafya Metveyevna ile evlenmiş, çocuğuna Ştolts’un ilk adını koymuştur. Burada önemli bir nokta Oblomov’un oğlunu Andrey’e emanet bırakmasıdır. (Oblomov’un şu sözü evin duvarlarında yankılanır: Andrey, Andreyimi unutma.)Bu sayede yazar, karakterimizin yakında vefat edeceğini işaret etmesinin yanı sıra, bir şeyi daha bizlere anlatmış olur. Oblomov kendinin pek ala bilincindedir ve Oblomovluğun sonu için Ştolts kurtarıcıdır. (Tüm Rusya’ya bir sesleniş) Bu söz aynı zamanda artık eski Rusya’nın, belki de “Doğulu Rusya’nın” sonunun da habercisidir. Nitekim İlya’nın oğlu, Andrey Ştolts gibi büyümelidir.

Tüm çabalarına rağmen Ştolts anlar ki Oblomov’un son sözü “hiçbir zaman” olmuştur. Evden çıktığında şöyle bağırır Andrey: “Elveda eski Oblomovka, senin devrin geçti artık.” Beraber geldikleri ve arabada onu bekleyen Olga’nın neden bu kadar erken döndüğünün sebebini sorması üzerine tüm roman boyunca kişisel ve toplumsal nazarda irdelenen şeyi son bir kez daha yeniler sinirle Olga’ya. “Oblomovluk”

Bu ziyaretten birkaç bölüm önce yazar İlya’nın kalp krizi geçirdiğini anlatır. Bu dönüm noktası ziyaretinden sonraki bölümde İlya İlyiç Oblomov yaşamını yitirmiştir. Agafya her hafta mezarı başında ağlamaktadır. Oblomov’u her şeyiyle kabul eden ve ona deli gibi aşık bu dul kadın bir iki satırla geçiştirilemeyecek kadar fevkalade önemli. Okurken üzerinde özellikle durmanızı öneririm.

 Son bölümde karşımıza  Ştolts ile  yazar arkadaşı çıkar. Yazar dilenciler üzerine bir şeyler karalayacaktır ve bir dilencinin yaşam öyküsünü merek ederek, Andrey Ştolts ile birlikte yaşlı birini para vermek için yanına çağırır. Çağırdığı kişi ihtiyar uşak Zahardır. Dilencilik yapmaktadır.  Andrey onu görünce şaşırır ve yanına almayı teklif eder. Fakat ihtiyar bunu şu sözlerle reddeder:
-İşitiyorum, Andrey İvanoviç, sevgili efendim, fakat… Ah… Onu mezarında bırakıp gitmek istemiyorum. Sevgili efendim İlya İlyiç’i… Bugün yine onun için dua ettim. Tanrı gani gani rahmet eylesin. Böyle bir insanı nasıl Tanrı başımızdan eksik etti! Bizim mutluluğumuz ona bağlıydı. Yüz yıl yaşayacak adamdı… Ah! Ah! Bugün onun mezarına gittim, bu taraflara her geldikçe giderim, oturur ağlarım… Bazen orada kendimi unutur kalırım, buralarda ses seda olmaz; birden sesini duyar gibi olurum: Zahar, Zahar! Bir ürperme alır beni. Böyle bir efendi bir daha bulunmaz. Ah, sizi ne kadar severdi…Tanrı rahmet etsin, cennetinden ayırmasın.

Burada toplumsal, sınıfsal bir okuma yapmak pek ala mümkündür. Fakat ben okurken sadece insani boyutunu duyumsadım. Ardından yazarın merakı üzerine Andrey, yazar dostuna “bu okuduğunuz hikayeyi” anlatmaya koyulur. Burada Gonçarov eseriyle kendini bir noktada kesiştirir. Biz düşünürüz ki, o yazar Gonçarov’un ta kendisidir.

Oblomov’a tüm kalbimle üzüldüm. Duygulandım. Bu karakterde Ştolts’un ve Olga’nın da söylediği gibi bir büyü var. Ona kızsanız da seviyorsunuz. Sanırım ben de herkes gibi onun naif ve temiz kalbini, ruhunu sevdim. Şimdi kim çıkıp onun bir kurgu kahraman olduğunu söyleyebilir. O hepimizinden daha gerçek olarak, Petersburg’ta ve her yerde dünya var oldukça “yatıyor” olacak.

Huzur içinde yat Oblomov, rahata kavuştun!


 Alıntı Türkiye İş Bankası, Sabahattin Eyüboğlu çevirisinden yapılmıştır. Harika bir çeviri olduğunu söylemeliyim. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder